Anasayfa / Etkinlikler / Yazarlar / Uzaylı Yazılar 30: Once open a time in Türkiye!

12 Haziran

Uzaylı Yazılar 30: Once open a time in Türkiye!

Şimdi kimse kimseyle karşılaşmak, dövüşmek istemiyor: Kimse kimseyle yüz yüze hesaplaşmak, söyleyeceğini söylemek istemiyor.


Bir zamanlar herkes dosttu. O zamanlar sms yoktu, facebook ve twitter yoktu, instagram yoktu ve mesela birisi birisiyle tanışmak istiyorsa, kalkar bir başka şehre giderdi. Adresini, telefonunu bilmese bile, aşağı yukarı nerelerde bulabileceğini tahmin ederdi. Mesela, Ankara’da, Konur Sokak’taki Dost Kitabevi’nin karşısındaki kahve tam da böyle bir yerdi. Birileri gelir, ben şunu şunu arıyorum, nerdedir, derdi. –Di diyorum, çünkü artık orada sanırım kahve falan yok, hem de uzun zamandan beri. O kahvenin bir yanındaki demir korkuluğun üzerine tüneyenler olurdu, elbette olurdu, çünkü daha kimse şişmanlamamıştı. Kıçlar o ince demir pervaza sığabilirdi, hatta kimileri, mesela Raul Mansur, cambazlık denemeleri yapıp ayaklarını da oraya sığdırırdı. Tabii kimse şişman olmayıp genç olduğundan memleket daha zayıflama derdine de düşmemişti.
 
Galiba herkesin herkes gibi olduğu, herkesin de kendisi gibi olduğu yıllardı. Sözünü ettiğim yıllar 80’lerin ortalarında İstanbul’da da farklı değildi. Merak eden Boğaziçi tayfasının Orta Kantin ve Ali Baba anılarını, İstanbul Üniversitesi civarındakilerin Çorlulu Ali Paşa Medresesi günlerini okuyabilir. Tabii, Dağlarca’nın gittiği Kadıköy’deki tren vagonuna benzeyen adını hatırlamadığım kahve, Ortaköy’deki çaycılar ve önlerindeki sahaflar, bu çok sayıda olmayan, hatta birbirlerini de tanımayan kişileri bir araya getirir, tanıştırır, konuşturur, çoğu zaman da tokuşturur, tepiştirirdi. 1990’lı yıllarda bu geleneği Beyoğlu’nda Kaktüs devraldı mesela; Zekiye, Vildan, Ertuğrul, Vahit deyince kime ne demiş oluyoruz ki? Eee Hayâl Kahvesi de var elbette! Bodyguard’ların Seyhan’ı pataklarken müdahale edenlere, “Biz Seyhan Abi’yi pataklarken size mi danışacağız?” dedikleri!
 
Kendisine azıcık okumayı yazmayı yakıştırmış olanlar aslında fakirdiler. O küçük kahvelerde gidip toplaşır, dünya üzerine büyük büyük laflar ederlerdi. Kimileri hakikaten de büyüktü. Sonra o büyük lafları büyük büyük adamlara söylemeleri gerektiğini düşünüp, onların takıldığı yerlere koşarlardı: Cağaloğlu’nda Gazeteciler Cemiyeti Lokali, Çiçek Bar falan. Oralara da öğlen gidilirdi ki, büyük yazarlar daha içmeye başlamadan bulunabilsin: Çünkü büyük lafların en büyük olanlarını onlar da duyarsa laflar daha da büyüyecek gibi gelirdi.
 
Sonra, seksenli yılların sonu geldi ve meseleye içki dahil oldu. Önce Etiler civarı hareketlendi galiba. Star 88’de birtakım konserler, sesi viyak viyak çıkan tazeler, ben mesela, Lâle Müldür, Perihan Mağden falan, sonra yolsuz çapkınlar, önce felsefeci sonra romancı (mesela Hürriyet Gösteri’de çalışanlar! Hami değil tabii… Kürşat Başar idi galiba) sonra modacımsı sonra kadın avcısı abiler ve babalananlar, traş ve tabii birbirlerini kesenler ve sonrasında hakikaten kesebilecek olanlar, tuhaf bir ritm içinde sarmaş dolaş olurdu. Ama edebiyat ve fikir, buralarda değildi.
 
Edebiyat ve fikrin, meyhanelere kaçtığı sanıldı bir süre: Nevizade’deki Demgâh’a, Refik’e, Yakup’a falan.
 
Lato öldü ya [Latif Demirci], Hasan Cemal, Selçuk falan onun için oraya gitmişler! Sözde Yakup demek geliyor oraya. Zaten de Lato, genelde orda içmezdi… Beşiktaş, Çarşı’da Necatigil’in meyhanesinde içerdi, içerdik, birlikte. Kanat olurdu. Funda da, bazen… İyi olurdu muhabbet… Oralarda da bulunamamıştı fikir: Ama Şerif Mardin derdi, Lato bu memleketin en iyi sosyoloğudur, amma ve lakin, bize daha başka şeyler lazımdı, mı mı? Da… nasıl nasıl özlesek de o masaları, hepsini, başka bir şeye ihtiyaç var idi; çünkü, Turgut Uyar da diyor ya: “Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa / Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı.”
 
Başlarda oluyordu da, sonrasında alkole karışıp buharlaşıyordu fikir, söz, şiir, güzellik. Bir zaman sonra şairler masadan kalkmaz oluyor, masa çekilmez oluyor, gece uzuyor, birileri sinirlenip çekip gidiyor, birileri sızıyor, birileri de arkamdan dedikodu yapacaklar diye teyakkuzda bekliyordu. Bolca ego fışkırmaları, ben bunu bilirimler, ben onu yaptımlar, ben onu çok yakından en yakından tanıdımlar, o da ne ki, onun yazdığı beş para etmezler, sen de eleştirmen misinler… derken gece, kafaya inecek sandalyelere kadar gidebiliyordu. Kimileri diyecek ki, vay be, İstanbul’da bohem varmış: Bu, o türden bir şey ise, bundan bol bol varmış İstanbul’da: Fikret Adil, Ahmet Oktay yazdı bunları. Murat Belge Samatya-Zeytinburnu sahillerini yazdı. Sait Faik kıyı meyhanelerini yazdı. Bu bir tür artık, diyebiliriz, demeliyiz de. Ama bu dışarıdan bakınca eğlenceli ve keyifli hayatın, paçanızı bir kere kaptırdığınızda sizi mahva sürüklediği de o denli açıktı ki. Kimileri kurtardı kendini, kimileri bu cazibeli hayâller arasında kayboldu, kimileri hâlâ oralarda.
 
Ancak bu dünyada ayırıcı bir şey vardı: İnsanlar kavga ederlerdi, hem de en hasından ederlerdi de, birbirlerinden nefret etmezlerdi. Nefret ettiklerini zannedenler bir masa başında yanlışlıkla bir araya geldiklerinde en fazla konuşmazlar ya da konuşurlar, öpüşürlerdi (yumruklarını konuşturmak da bir “konuşma” biçimi miydi? hiç anlayamadım). Şimdi kimseciklerin hatırlamadığı Mehmed Kemal’in kitabının başlığının dediği gibi, “Şairler Dövüşür”dü. Dövüşen bu şairler aynı zamanda “barışan” şairlerdi de.
 
Şimdi kimse kimseyle karşılaşmak, dövüşmek istemiyor: Kimse kimseyle yüz yüze hesaplaşmak, söyleyeceğini söylemek istemiyor. Herkes uzaktan, köşesinden, böyle füze atar gibi nokta atışı yapıyor, insansız hava araçları gibi – SİHA!…
 
Peki ne yapmış oluyor: ayar vermiş oluyor. O ona ayar, bu buna ayar, kurmalı saat sanki uzaktan ayarlanabilirmiş gibi. Aynı mekanlarda da buluşmadıklarından, işleri kolay. Twitter’dan at, facebook’tan söv… Tanıdıklara laf taşıt. Ama gerçek hayat öyle mi? Birbirlerini gördüklerinde cin çarpmış gibi kaçıyorlar. Bir zamanlar tanışmış ve konuşmuş (hatta sevişmiş) bu insanların bir daha birbirlerinin yüzlerine bakabilmeleri asla mümkün değil. Asla ve asla yan yana yemek yemeleri, aynı kahvede buluşabilmeleri, konuşabilmeleri, yazılarında söylediklerini karşılarındakinin yüzüne söylemeleri, hatta dövüşebilmeleri mümkün değil –velev ki alkol duvarını misliyle aşmış olsunlar.
 
Şimdi köşelerin vermiş olduğu güvenli mesafeye sığınıp bu kez evdeki kendi köşelerinde yalnız yalnız insan ahvaline bakıp kendi kendilerine tepişecekler. İnsanlardan fellik fellik kaçarak.
 
Diyorum ki, tek bir Pazar günü, mesela Büyükada’da, şöyle bir sokak kapatılsın, kavgalı kim varsa orada buluşsun, bakalım ne oluyor? Ben size olacağı söyleyeyim: Sokak boş kalır, kediler bayram eder.
 
Neydi bu yazı? Bir zamandır kaybettiğimiz bir sürü değerin, konuşabilirliğin, mesafelerin güvenli kucağına kendini bırakmamanın, bir arada olabilmenin ve dövüşülse de nefret etmemenin, barışabilmenin hayıflanılması tabii. Hayıflanan adamın beyaz mantolu adamı da diyebilirsiniz.
 
Ayrıca ben Ayvalık’tayım ve her gecem geyikli!
 
-----
Kapak Görseli: İlker Pala, Ayvalık (Pixabay)

Paylaş

Twitterda Paylaş Facebookda Paylaş Google Plusda Paylaş

P24’E BAĞLAN

Güncel bilgilerilerden /duyurulardan haberdar olmak için mail listemize kayıt olun.

Powered by PXLDeN Design