Kocaman, ışıl ışıl yıldızlarla bezeli gecelerde hayata ve geleceğe dair düşüncelerin dayanılmaz çekiminde yitirdiğim uykulardır şahidim, bir görev gibi yaşamanın yorgunluğu ile hayatta olmanın gizli ve tuhaf sevinci arasında kalmaktı ruhumda kopan fırtınalara sebep…
Bazen, vicdanıyla kavgalı bir dünya, hayat, gelecek ve insana dair sorgulamadır zamanın seni durdurduğu yer, nereye varacağını bilmeden. Varlığını hasredeceğin bir insanın omuzlarında olmak isteğidir galebe çalan; gayrısı, yitirir anlamını…
O omuzlar ne çok şey demektir ve yokluğu ne çok üzerine üzerine gelen boşluğudur ömrünün…
“Yolu rastgele yürürsen ömür olur, denginle yürürsen şiir,” dediğince şairin (Cahit Zarifoğlu).
Ahmed Arif miydi, “Seni sevmek felsefedir, kusursuz” diyen.
Hayatın en uç boyutlarında sınanırken insanlığın, nedendir bilinmez, olmadık bir hatıra canlanır gözünde; insan ve hayat halleri işte…
Sevmek kadar yaşamak da bazen felsefi bir direniş kudreti gereksinir. Önünde uzanan ölümcül kışların, bagerlerin anavatanında kuşatılmışken mesela…
Ömr-ü hayatında tanıdığın ve tanıyacağın en mütevazı adam, az önce hayatını kurtaran kendisi değilmiş gibi konuyu değiştirmeye çalışırken, evrenin sonsuzluğunun neden ve nasıl bazen bir ölümcül cendereye dönüştüğünü sorguluyorsundur içinde. İnsan olmak, yaşıyor olmak neden ancak dünyaya son nefesini verdiğinde bitecek bir sınavdır?
Mahpuslukta gökyüzü demir parmaklıklı pencerelerin ardında, yüksek duvarların üzerinde gördüğündür; deniz misali, özgürlüğü simgeleyen. Mavi… Yürümek, duvarların önünü kestiği voltadır ve hayallerindeki toprak, yeşil, diğer sembolleridir özgürlüğün. Toprak ve yeşil…
Mahpusluk defterlerimin arasında kurutulmuş çiçek yaprakları var. Bayramda seyranda görüşçülerden aldığımız çiçeklerin yaprakları. Ne kadar kıymetliydi onlar, bilen bilir, her taraf beton grisi iken rengarenk kır çiçekleri tutmak ellerinde.
“Dışarısı” demek, artık kitaplarının sayfaları arasında çiçek yaprakları kurutmayı aklına dahi getirmemek biraz da…
Hayatımda ilk kez bir çocuktan bir demet kır çiçeği almıştım; nasıl unuturum… Cesur’du adı. Çok hastaydı. Uzun süre başında beklemiştim, yapabildiğimce ilgilenmeye çalışmıştım. Bir süre onun bulunduğu yerden ayrılmam gerekmişti. Gecenin bir yarısı döndüğümde ilk işim Cesur’un durumunu sormak olmuştu. İyileşmişti, şükür. Ertesi sabah koşarak gelmişti yanıma. Elinde bir demet kır çiçeği ile. Severmişim. Kır çiçekleri topluyorum ve yakama çiçek takıyorum diye adımın “romantik heval”e çıktığını da ondan öğrenmiştim. O buna kızacağımı beklerken ben romantik olmanın çok da kötü bir şey olmadığını anlatmıştım ona. Beni dikkatle dinlemiş ama sonradan “Bize göre değil romantizm filan” demişti; kendince alaya almıştı benim doğaya hayranlığımı. Ama işte o gün, teşekkür etmek için koşa koşa elinde bir demet kır çiçeğiyle gelmişti yanıma… Aslolan yoldur, yürümektir deyip belirsiz geleceklerin üzerine üzerine yürümeye devam ettim sonra. Haberini aldığımda, dizlerimin bağı çözüldü. Çocuktu. 12, 13 yaşında ya var ya yoktu…
“Karşı koyanı olmadıkça, Tanrının bir yanı eksik geliyor bana” demiş Camus. Değil midir ki hayat, zıtların birliği ve mücadelesi diyalektiğidir neticede… Her şey, kendi zıddında bulur anlamını. Ama ben olsam, “adalet” derdim. Adaleti olmayan bir Tanrı’ya isyan ve itiraz hakkımız vardır, “kulu” olsak da…
Zulamdaki günlüğüme ay ışığı altında notlar düşerken, nedense hiç beceremediğin halde, şiir yazdığımı düşünürdü arkadaşlarım. Belki uzaktaki sevgiliye özlem, belki sevda, hasret işte…
Oysa ben yıldızların ne kadar kocaman, parlak olduğuna dair yazardım ve gökyüzüne ne kadar yakın olduğumuza dair. Toprağa dair yazardım. Dağlara, güne, güneşe dair… Uzun ve canımızı yakan bir kışın ardından, gözalabildiğine beyaza kesmişken dünya, bir arkadaşın müjdesine dair yazardım mesela; “Toprak açtı! Toprak açtı! Toprak açtı!” Gösterdiği yönde, yüksek bir tepenin yamaçlarına vuran gün ışığının altında, mis gibi toprak… Demek, baharı doğuracaktı zaman bir kez daha. Yine. Yeniden…
***
Olur bazen, bir stran vesile olur ve birbirinin içine geçmiş anılarla birlikte bugün ve bugünün bağrında büyüyen gelecek duygusu taşar gözlerinden; biraz hüzünden, biraz sevinçten, görecek günler var heyecanından biraz da…
Albert Camus için “karamsar” derler; oysa o, “Nedir bütün bu gürültü… Sessizce sevmek ve yaratmak varken…” diyendir.
Duru, temiz, akıcı, billur gibi, bahar gibi, düşler ülkesinde bezenmiş özgürlüğün renkleri gibi, mavi ve yeşil gibi uçsuz bucaksız, göğsünde çırpınan kuş misali kalbin gibi, sevmek gibi durduk yere, öylesine, hayat gibi…
> Pazar günü seçim var. Eliniz vicdanınızda olsun oyunuzu kullanırken. Enseyi bilmem de, vicdanlarımızı karartmayalım. Özgür irademizle netleştirelim tercihlerimizi; irademizi gölgelerden arındıralım. Usuldendir; hayırlı olsun…
Söz konusu olan, yanıtlardan çok sorularla sarılı bir terör saldırısı olunca, böyle bir “gizemli” başlıklar atılıyor sıklıkla… Oysa, Rusya’nın başkenti Moskova’daki terör saldırısını, eldeki somut verilere dayanarak, olabildiğince rasyonel zeminde analiz etmek gerekiyor.
Zira, ne olursa olsun, dört teröristin bu kadar büyük bir saldırıyı gerçekleştirebilmesi gerçekten düşündürücü, ürkütücü.
1999’dan itibaren Rusya’da Çeçen saldırganlarca gerçekleşen terör eylemleri, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in hegemonyasını geliştirmesine basamak olduğundan, bu saldırı da “iç istihbaratın işi mi” diye sorgulanıyor. Rusya gibi, özgür ve objektif basının kalmadığı, son derece opak bir yapıya dönüşen bir otoriter güvenlik devletinde, “gerçeğin” ne olduğunu bilebilmek, öğrenebilmek çok zor.
Saldırının gerçekleştiği Krokus Konser Alanı, Moskova’nın Çevre Yolu’nun hemen dışında, bir tür banliyö kasabasında. Yani aslında ana güvenlik bölgesinde değil. Her ne kadar, Krokus’un bulunduğu yolun aşağısında çevik kuvvet polisi OMON’a ait güvenlik birimi olsa da, onların da olay yerine ulaşması yaklaşık 35 dakika sürmüşe benziyor. Konser alanındaki terör eylemi ise, 20-25 dakikalık bir süre almış gibi gözüküyor.
Krokos’un sahibi olan, Rusya’nın en büyük emlak yatırımcılarından, Azeri kökenli Araz Ağalarov’un grubundan yapılan açıklamalarda, olay esnasında konser alanında güvenlik görevlileri olmadığı yalanlandı. Öldürülenlerden en az birinin, Krokus’un özel güvenliği olduğunu da biliyoruz.
Putin’in, başkanlık seçimlerinde sandıktan %87’lik bir oy desteği çıkarıp, güç gösterisi yaptıktan sonra, yeni bir ulusal askeri seferberlik için böyle bir saldırıya ihtiyacı var mıydı? Tartışılır…300 bin kişilik yeni bir silah altına alma mobilizasyonu gerçekleştirilebileceği ve Kherson gibi Ukrayna’nın bir kentinin alınmaya çalışabileceği zaten konuşuluyordu.
Ukrayna, bir vekâlet gücü kullanmış olabilir mi? HUR (Ukrayna Askeri istihbaratı) ve SBU (Ukrayna Güvenlik Servisi), savaşta ellerinden geleni yapıyorlar. Tıpkı, Rusya’nın askeri ve istihbarat güçlerinin Ukrayna’ya karşı elinden geleni yaptığı gibi…Buna karşılık, Ukrayna’ya askeri yardımın ABD Kongresi’nden ivedilikle geçmesi yönündeki tartışmaların alevlendiği şu dönemlerde, Kiev’in böyle gizli kapaklı işlere girişmesi kendi aleyhine olur.
Türkiye’de, Gazze Savaşı’na olan ilginin Ukrayna’nınkinine ilgiyi azalttığı ve dikkat çekmek için Kiev’in böyle bir “operasyona” girişmiş olabileceği de iddia edildi. Bu hiç doğru değil; Batı medyasında son bir aydır gündem, Ukrayna Savaşı’nın yıldönümü ve geciken yardım tartışmaları nedeniyle, Gazze’den bile çok Ukrayna’ya odaklı.
Elbette, Putin ve Kremlin, “fırsatı kaçırmayıp”, başlıca sorumlu olarak Ukrayna’yı gösteriyor. Bunu sürdürüp, Kiev’i şeytanlaştırmak için söylemleri sertleştireceklerdir de… Ancak bunun arkasında Rusya’nın iç güvenlik açığına yönelebilecek kendi kamuoylarındaki öfkeyi ve endişeleri önleme kaygısı da yatıyor olabilir.
IŞİD’ı hafifseme hatası
IŞİD’ın bu saldırının arkasında olduğunu gösteren iki sağlam kanıt var: IŞİD, yapmadığı saldırıları üstlenmiyor. Bu saldırıyı, üç kez üstlendi. İkinci olarak da, bu terör örgütü; Rusya’yı Afganistan, Çeçenistan ve Suriye’deki savaşlarda “Müslümanları hedef almakla” suçluyor ve “başlıca hedeflerinden biri” olarak görüyor.
IŞİD’ın Afganistan, Pakistan ve Orta Asya’daki şubesi “Horasan İslam Devleti”, uzun süredir “Rus haçlılarını”, başlıca düşmanlarından biri olarak görüyor. Son yıllarda, Rusya’da çeşitli terör saldırıları da gerçekleştirdiler zaten. Rusya’da güvenlik güçleri de, IŞİD tehlikesinden bihaber değiller:
14 Şubat’ta da, Rusya’nın Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Ermenistan ile beraber içinde olduğu Kolektif Güvenlik Anlaşması Teşkilatı (KGAÖ) Müşterek Kurmay Başkanı Albay Andrey Serdyukov, IŞİD ve benzeri köktenci örgütlere yönelik uyarıda bulunmuştu. Serdyukov, KGAÖ’nün Tacik-Afganistan sınırını güçlendirmek için güvenlik tedbirlerini arttıracağı ve özel bir fon tesis edeceğini de söylemişti. Bu uyarı ilk değil ve rutin biçimde yapılıyor.
Ancak, Mart başından beri IŞİD odaklı güvenlik meseleleri Rusya’da artıştaydı. 3 Mart’ta, İnguşetya’nın Karabulak kentinde altı IŞİD üyesi, saatler süren bir çatışma sonucu ölü ele geçirildi. 22 Mart’ta da, gene aynı kentte 30 IŞİD militanı tutuklandı. 7 Mart’ta Rus istihbarat servisi FSB, Moskova’nın batısında Kaluga’da, Moskova’da bir sinagoga saldırı yapmayı planlayan iki Kazakistan kökenli militanı çatışmada öldürmüştü.
Rusya’nın açmazı
IŞİD’ın Horasan Yapılanması üzerine çalışan araştırmacılar, örgütün özellikle Tacikler arasında üye ve sempatizan sayısını arttırdığına dikkat çekiyorlar. Rusya’da da, “göçün” ve yabancıların arttığına dair negatif algılar var: bu algının hedefi de, Orta Asya’dan gelen “misafir işçiler”.
Ukrayna Savaşı nedeniyle, savunma fabrikalarının tam kapasite çalışmasıyla beraber bir iş gücü sıkıntısı da doğuyor. Öte yandan, Orta Asya ülkeleri, Ukrayna Savaşı ile beraber Rusya’nın yörüngesinden uzaklaşıyor. Moskova’nın, Orta Asya ülkelerinden gelenleri terör tehdidi olarak göstermesi, bu bölgeyle arasını daha da bozar. Dahası, Batı ambargoları nedeniyle doğrudan ticareti imkansızlaşan her türlü yedek parça, malzeme, mikroçip ve diğer tüm ilintili kaçakçılığında Orta Asya sınırları önemli rotalar. Rusya Federasyonu’nun kendisinde de, nüfusun yüzde 10’unun Müslüman olduğu unutmayalım.
Türkiye’de derin çalkantılarla geçen 2007 yılı, dünyada da küreselleşme sürecinin şah damarına yaklaşmakta olan büyük bir krizin sarsıcı işaretlerini veriyordu.
2007’nin Şubat ayında işaretlerini vermeye başlayan konut (mortgage) krizi, Haziran’dan itibaren ivme kazandı.
Ağustos’ta kriz yoğunlaştı.
Fransa ve AB’nin etkin bankalarından BNP Bank Paribas ve AXA, mortgage kredi fonlarını durdurdu.
IKB iflas etti, İngiltere’de “Northern Rock” gibi bankalar mali krize girdi.
ABD’de gayrı menkul krizi reel ekonomiye de yansımaya başladı.
Chrysler ve kısa dönemli kredilere bağımlı gıda işleme sektörü gibi sektörler bu durumdan olumsuz etkilendi.
***
Ama turpun büyüğü heybedeydi ve 2008 yılı dünyayı sarsacaktı.
Türk basını gelenin ve gelmekte olanın yeterince ayrımında görünmüyordu.
Aslında 2008 Krizi ile ilgili haber ve yorumları toparlamak başlı başına iyi bir çalışma olabilir diye düşündüm.
***
Küreselleşme, nimetini ve külfetini eşit dağıtmayıp da krizlerle boğuşmaya başlayınca, “neo-liberal” kavramı da gündeme yerleşti.
Türkiye’de özellikle ulusalcı anlayışın hedefi oldu.
“Bilgi çağının” sermaye ve emeğin konumlarını sarsmış olması, küresel yeni iktisat politikaları girişimlerine yol açması geçmişe tutunmak isteyenleri rahatsız etti.
***
“Bugünün dünya ekonomik düzenine biçim veren neoliberal yaklaşımlar, 1970’lerde ortaya çıkmaya başladı ve 1980’lerden itibaren yaygınlık kazandı.
Sovyet sisteminin dağılmaya başlamasıyla birlikte bu yaklaşım, iktisatçı John Williamson tarafından, 1989 yılında Washington Uzlaşısı (Washington Consensus) adı altında 10 ilke altında toplandı ve bu ilkeler o tarihten sonra neoliberal yaklaşımın 10 emiri haline geldi.
Giderek bağımsızlıklarını yitiren ve ABD Hazine Bakanlığı’nın güdümü altına giren IMF ve Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelerle program kredisi ilişkisi kurduklarında bu çerçeveyi dayattı.”
***
“Washington Uzlaşısının on temel ilkesini şöylece sıralamak mümkün:
(1) GSYH’ye oranla büyük sayılacak mali açıkları önleyecek bir maliye politikası izlenmeli.
(2) Kamu harcamaları, sübvansiyonlardan, ilköğretimin, temel sağlık sisteminin ve altyapı yatırımlarının desteklenmesi gibi büyüme odaklı ve fakirleri koruma amaçlı alanlara kaydırılmalı.
(3) Vergi tabanının yaygınlaştırılmasını ve ılımlı marjinal vergi oranlarını sağlayacak bir vergi reformu yapılmalı.
(4) Faiz oranları piyasada belirlenmeli ve reel faiz çok yüksek olmasa da pozitif bir değer taşımalı.
(5) Döviz kurları rekabetçi olmalı.
(6) Kota gibi niceliksel kısıtlamaların kaldırılmasını öngörecek biçimde ithalat serbestleştirilmeli, ticareti korumaya dönük kararlar düşük ve tekdüze tarifelere dayandırılmalı.
(7) Ülkeye yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımları serbestleştirilmeli.
(8) Kamu iktisadi teşebbüsleri özelleştirilmeli.
(9) Güvenlik, çevre koruma, tüketiciyi koruma ve finansal kuruluşların ihtiyat amacıyla gözetimini hedefleyen kurallar dışında kalan ve piyasaya girişi ve rekabeti engelleyen kurallar kaldırılmalı.
(10) Mülkiyet hakları için yasal güvenlik sağlanmalı.”
***
Mahfi Eğilmez durumun iktisadi analizini şöyle yapıyordu:
“Washington Uzlaşısı adı altında toplanan on ilke, özellikle gelişmekte olan ülke iktisatçıları tarafından ağır biçimde eleştiriliyor.
Oysa bu ilkelerin çoğu son derecede doğru ilkeler. Bu on ilke arasında yalnızca özelleştirme ve sübvansiyonların (özellikle tarıma yönelik olanlarının) kaldırılması gibi öneriler tartışılabilir.
Ötekilerin tartışılır yanı yok.”
***
Piyasanın kurallarının tavizsiz işlemesi, bireyin girişimciliğinin önünün açılması, beyinsel yaratıcılığın önündeki devletin ekonomik gücünün geri çekilmesi, yeni çağa uygun ayarlamalar yapılması hedefleniyordu.
Ancak insanlığın geniş bir kesiminin bu yeni çağa ayak uydurması ve inovasyona açık bir rol oynaması hiç de kolay değildi.
Nitekim uyanlar kanatlandılar, uyamayan büyük kitleler yere çakıldı.
Otoriter rejimlerin, şarlatan siyasetin, faşizan ırkçı söylemlerin önü açıldı.
“Neo-liberal politikalar” klişesi de bu konjonktürde şeytanlaştırıldı.
***
Geçen gün de yazdığım gibi Neo-Liberal politikalar piyasa ekonomisinin kurallarını içeriyor.
Bu politikaları eleştirenlerin piyasa ekonomisi dışında bir alternatif önerisi mi var, önce bunu netleştirmeleri gerekir.
Eğer var ise bu nedir ve nerede nasıl uygulanıyor?
Eğer böyle bir önerileri yok ise o zaman tartışma iktisatla ilgili değil demektir.
Zaten anlamsız olan da ekonomi bilimini siyasal bir itiş kakışa malzeme etme gayretkeşliği ve garipliği.
Bilim dışı hamasetle uğraşmak yerine bilgi çağının ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik arızaların tedavisi, sosyal politikalarda ve siyasal yaklaşımlarda yapılacak düzeltmelerde aranmalı.
***
Sanayi Sonrası Dönem, oturacağı temeli inşa etmeden paldır küldür geliverdi.
Düşünün ki “dünya, Milattan (0 yılından) 2004 yılına kadar, yani 2004 yılda toplam 43 trilyon dolar GSYH yaratmış.
2019 yılının GSYH’si ise 86 trilyon dolar.
Bir başka deyişle dünya 2004 yılda yarattığı GSYH büyüklüğünü son 15 yılda ikiye katlamış.”
***
Teknolojinin göz kamaştıran gelişimi, toplumsal yapının ağır aksak yol almasının çok önünde koştu.
Bilim ve teknoloji olarak çok ileri, toplumsal olarak ise bu gelişmelere oranla gerilerde kalmış bir insanlık resmi çıktı.
Ve bunun çilesi, huzursuzluğu….
Siyasetin yetersizliği de bu resmi koyulaştırdı.
Küreselleşmenin nimetlerini ve külfetlerini eşit paylaşmayan bir çağ yaşamaya başladık.
***
Sanayi Devrimi dönemindeki yürek burkan acılar, çerçevesi daha modernleşmiş, karanlığı daha azalmış bir dönemde yeniden yaşanıyor.
Bilgi çağı, yerleşmiş kurumlarıyla, nimet-külfet dengesiyle koşmaya başladığında sanayi devriminden çok daha ileride kazanımlar getirecek.
Ancak o zamana kadar insanlar yanmasın…
***
Gramsci’nin dediği gibi eskisi ölmüş yenisi ise tam doğmamış.
Dünya kaynıyor.
Külfet ve nimet adaleti sağlanmadıkça da kaynamaya devam edecek.
***
Dünya yeni bir çağın bütün altüst oluşunu, acıyla, kanla, diktatörlerle, savaşlarla yaşıyor.
Bizim basın ise yaşananların analizini yapmadığı gibi yaşanan gerçeklerin çoğunu yansıtmıyor bile.
Hem acı çekiyoruz hem de niye acı çektiğimizi bilmiyoruz.
Bir türlü seçim gündeminden ve geriliminden çıkamayan ülkemizde yerel seçim savaşlarında son düzlüğe girildi.
2024 yerel seçimlerindeki taraflar için İstanbul’u ve deprem bölgelerini kazanmak büyük önem taşıyor. İstanbul’un rantı malum. Hal böyleyken, izlediğimiz yarış, halka daha iyi hizmet vermek için mi, yoksa bu rantı kazanmak mı daha ağır basıyor, tartışmaya açık.
Deprem bölgeleri için de aynı durum söz konusu. Bölgede öne çıkan il ise Hatay ve Hatay’da Mehmet Öntürk’le Lütfü Savaş kıyasıya yarış halindeyken onları Gökhan Zan takip ediyor.
İstanbul adayları denince akla ilk gelen isimler, Ekrem İmamoğlu ve Murat Kurum. Fakat çok dile getirilmeseler de belirli bir oy oranları olan partilerden adaylar da mevcut bu yarışta: DEM Parti adayları Meral Danış Beştaş ve Murat Çepni, TKP adayı Orhan Gökdemir, İyi Parti adayı Buğra Kavuncu ve Yeniden Refah Partisi adayı Mehmet Altınöz, bu isimler arasında.
Daha önce de yazmıştım; paralı anket yolsuzluklarının vakayı adiyeden sayıldığı bir süreçte iller ve oy dağılımı hakkında elimizdeki tek kabul edilebilir veri, Mayıs 2023 seçim sonuçlarıdır. Bu sonuçlara göre de İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ve Murat Kurum başa baş gidiyor.
İstanbul oylarının önemli bir kısmının, kutuplaşma oyları olduğunu da belirtmek gerek. Zira malum laik-muhafazakâr kutuplaşması yaşanmasa, siyasete güvenin yerlerde süründüğü bugünlerde hem Kurum’un hem de İmamoğlu’nun oyları beklenen düzeyde olmazdı.
Murat Kurum doğru aday mı?
Murat Kurum, bakanlık döneminde çok iyi tanınmayan bir isimken, İstanbul’a aday olduğu andan itibaren kamuoyunun dikkatleri ona çevrildi.
Kurum, 6 Şubat 2023 depremleri sırasında Çevre ve Şehircilik bakanıydı. Dolayısıyla 6 Şubat depremlerinde yitirilen canlarımız ve kayıplarda da direkt sorumluluğu bulunuyor.
Bir anda kitlelerin önüne çıkıveren Kurum’un hitabet gücü ve İstanbul’a hâkimiyetinin düşük seviyede olduğu da aynı hızla anlaşıldı. Açıkçası; sürekli gafları, tutukluğu ve donukluğuyla gündeme gelen Kurum, bakanlık yaparken, yani uzaktan daha donanımlı görünmekteydi.
Rakibi İmamoğlu’nun eksiklerini iyi tespit eden bir ekiple çalışan Kurum’un vaatleri, ulaşım ve depreme hazırlık ekseninde toplandı. Aynı zamanda, beş yıllık İmamoğlu döneminin ardından aday olduğu için “eskinin” vadedip de yapamadığı her konuda bir açılım yapmaya çalıştı. Kurum’un seçim kampanyasını ise birebir Erdoğan yürüttü ve o da İmamoğlu’nun “yarı zamanlı başkanlık yaptığını ve belediye kaynaklarını kişisel hırsları için kullandığını” öne çıkardı. Tabii Türkiye çapındaki tüm mitinglerinde, özellikle CHP’li belediyeler tarafından yönetilen illerde -ilk kez Hatay’da söylediği gibi- ancak merkezi yönetimle yerel yönetimin aynı elde toplanması suretiyle iyi hizmet götürülebileceğinin de altını çizdi.
Tablo buyken, bakanlık ve milletvekilliği geçmişi olmasına rağmen düşük profilli bir aday görünümü veren Kurum’un alacağı oylar, ağırlıklı olarak Erdoğan’ın oyları olacak her zamanki gibi. Görüyoruz ki Erdoğan, İstanbul’u asi, başına buyruk ve kendi politikalarına sahip bir isme bırakmak istemedi ve biz Kurum’u tanıdıkça neden aday olarak tercih edildiği de aşikâr hale geldi.
22 yıllık Ak Parti iktidarının ve iktidardan kaynaklanan tüm sorumların temsilcisi olarak da görülen Kurum, Erdoğan’ın oylarını almasına rağmen muhalif kesim tarafından ise neredeyse vaatlerine hiç bakılmadan, tercih edilmeyecek.
Elbette; 6 Şubat depremlerinde yaşanan yıkımın sorumluları arasında yer alan bir adayın, “İstanbul depreme hazır değil.” şeklinde propaganda yapması da oldukça tuhaf bir durum.
Öte yandan tüm devlet mekanizmasının, Kurum’a destek verecek şekilde pozisyon alması ise seçimlerde eşitsiz şartlarda yarışan İmamoğlu’na, eksiklerini perdeleyecek bir mağduriyeti şimdiden yarattı.
İmamoğlu ileri mi gidiyor?
İmamoğlu şimdiye kadar İstanbul’a yaptığı hizmetleri, özelde kreşleri ve kent lokantalarını öne çıkararak sürekli anlatsa da İstanbul’un ulaşım sorunu, metrolar ve metrobüslere yönelik sıkıntılar halen sürüyor ve pek çok İstanbullu, bu kapsamdaki hizmetleri yetersiz buluyor.
Erdoğan ve İmamoğlu arasında süren “Metroları kim yaptı?” polemiklerini de bir yana bırakırsak. İmamoğlu’nun keskin bir şekilde “İstanbul’u tarikatlardan temizlediğini ve koruduğunu” söylemesi, laik seçmeni tam kalbinden vurdu. Aynı zamanda, “iktidarın tüm devlet olanaklarını kullanarak kendine karşı birleştiğini, yarışın eşit koşullarda verilmediğini ve iktidarın tüm engellemelerine rağmen İstanbul’a hizmet ettiğini” de seçim kampanyasında vurguladı. İmamoğlu’nun önemli avantajlarından biri ise -ben tam tersini düşünsem de seçmeninin gördüğü-sempatikliğiydi.
Fakat İmamoğlu’nun önündeki en önemli sorun, CHP yetkililerinin “İstanbul il binasının satın alınması sırasında ödenen kapora olduğunu” iddia ettikleri çanta çanta paranın video görüntüleri oldu.
Bu paraların neden banka üzerinden değil de çantalarla teslim edildiği, mal sahibinin TL olarak teslim aldığını söylemesine rağmen görüntülere yansıyan dolar ve Euro’lar, İmamoğlu’na yakın isimlerin ve bizzat şirketinin bir çalışanının da ortamda bulunması, gözleri İmamoğlu’na çevirdi.
Her ne kadar eski CHP İstanbul il başkanı Canan Kaftancıoğlu, her zamanki mertliğiyle tüm sorumluluğu üzerine aldığını söylese de paraların kaynağı, neden bağış makbuzu düzenlenmediği ve bu çantalar vasıtasıyla yapılan “ödemeye” dair şaibeler, henüz ortadan kalkmış değil. Erdoğan ise tam da bu yüzden ve beklediğimiz şekilde, katıldığı tüm seçim mitinglerinde malum para çantalarının altını çizdi.
Bıçak sırtında olan ve başa baş giden İstanbul parkurunu eğer İmamoğlu kazanırsa, siyasi kariyerinin çok güçleneceği, 2028 seçimlerinde ise en parlak cumhurbaşkanı adayı olacağı aşikar. Yerel seçimler sonrası partisi CHP’nin yönetimini ele geçiremezse alternatif bir merkez parti kurma hesabı içinde olduğu da İmamoğlu hakkında çok sık dile getirilen iddialar arasında. Neredeyse Erdoğan’ın izinden gidiyor da denebilir, önce “babayı öldürdü”, sonra da belki yeni parti kuracak…
Tabii Murat Kurum’un depreme hazırlık söylemleri gibi İmamoğlu’nun “Bundan böyle güzel olacak” minvalindeki sloganları için de, beş yıldır şehri yönettiği düşünüldüğünde, aynı tuhaflık söz konusu diyebiliriz.
Kurum vs İmamoğlu konusunu kapatmadan; halkla ilişkileri, hitabetleri, hırsları, kurnazlıkları ve vizyonları açısından Erdoğan ve İmamoğlu’nu; donuklukları, tutuklukları, gafları ve sıradanlıkları anlamında da Özgür Özel ile Murat Kurum’u aynı kulvarda gördüğümü belirtmek isterim.
DEM Parti ve Meral Danış Beştaş
DEM Parti, pek çok şehirde aday çıkarmasına rağmen, Başak Demirtaş’ın İstanbul adayı olmak için yaptığı açıklamadan bu yana, CHP’ye yakın gazeteci bloğu tarafından “AK Parti’yle anlaştılar, oyları bölecekler.” açıklamaları ardı ardına yapıldı. DEM Parti, İstanbul adayı olarak Meral Danış Beştaş ve Murat Çepni gibi muhalif kamuoyunun sevgi ve takdirini kazanmış iki ismi açıkladıktan sonra da bu yorumlar hız kesmedi.
Oysa DEM Parti, Mayıs 2023 seçimlerinde CHP adayı Kılıçdaroğlu için en çok çalışan ve ona fire vermeden oy kazandıran partiydi. Sonuçta ise Kılıçdaroğlu’nun, Ümit Özdağ ile gizli bir protokol imzaladığını öğrenen DEM Parti seçmeni, büyük bir kırılma yaşamıştı.
Bu noktada parti yetkililerinin de sürekli belirttiği gibi tabanın istekleri ve partiye yönelik eleştirileri değerlendirilerek aday çıkarma kararı alınmıştı. DEM Parti seçmenleriyle yaptığım her görüşmede de benzer söylemleri duydum. Seçmen, CHP ile birlikte yol yürümek istemediğini ve CHP’ye güvenmediğini ısrarla belirtiyordu. DEM Parti seçmeninin CHP’yi, AK Parti’den daha yakın ve kabul edilebilir görmesi gibi bir durum ise söz konusu değil. Zaten Erdoğan’ın, Ankara ve Kayseri mitinglerinde “DEM Parti tabanı, CHP ile ortaklığı istemiyor.” vurgusu da bu konu hakkında bilgi sahibi olmasından kaynaklanıyor olabilir.
Öte yandan DEM Parti, İstanbul’da belli ilçeler için kent uzlaşısı temelinde CHP ile anlaşmaya varıldığını açıklarken, pek çok ilçede CHP belediye meclis üyeliklerine aday yerleştirdikleri de sol çevreler tarafından iddia ediliyor. Tablo buyken DEM Parti için “Ak Parti ile anlaştı.” demek, altı boş bir itham veya iddia olmak dışında bir şey ifade etmiyor.
Selahattin Demirtaş ise Şubat ayında yaptığı açıklamayla barış ve çözüm için DEM Parti’nin her siyasi partiyle görüşebileceğini, vurgulamıştı. Diyarbakır Newroz’unda ve sonrası süreçte Leyla Zana’nın, seçimden sonra barış süreci için adım atılacağını ilan etmesi ve Ahmet Türk’ün, barış konusunda Erdoğan’ın belirleyici bir rol oynayabileceği şeklindeki yorumları da, herhangi bir anlaşmaya işaret etmekten çok partinin barış ve çözüm amacıyla Türkiye’deki iktidar partileriyle görüşmeden yana, esnek bir tutum içinde olduğunun göstergesidir. Ve aslında bu tutum da tüm dünya örneklerinde olduğu gibi olumlu bir yönelimdir.
Sosyal medyada sıkça tartışılan “Cezaevindeki Kürt siyasetçiler serbest bırakılacak, Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit kaldırılacak, DEM Parti’nin kazandığı belediyelere kayyım atanmayacak maddeleri kapsamında AK Parti’yle anlaştılar” mevzuna gelirsek; eğri oturalım doğru konuşalım, bu üç madde de aslında demokratik bir ülkede olması gerekenlerdir zaten.
DEM Parti üzerinde, sanki çok kirli anlaşmalar yapılmış gibi bir imaj ve algı oluşturmaya çalışmak yerine eğer ki bu talepler üzerine bir anlaşma yapıldıysa gerçekleştirilmelerinin Türkiye demokrasisine yarayacak bir adım olduğu, cezaevlerinden tahliyeler olacaksa bu isimlere Gezi tutuklularının da dahil olacağı unutulmamalı. Tabii şu hassas konunun altını tekrar çizelim, böyle bir anlaşma yapıldığına dair ortada hiçbir emare yokken, ısrarla iddia edilenlere dair söylüyorum bunları.
Aynı zamanda DEM Parti’nin aday çıkarma nedenlerinden birinin, İstanbul’da oylarının durumunu ölçmek olduğunu ve yeni ortaya atılan, CHP ile yaptıkları iddia edilen protokol metnini yalanladıklarını da ekleyelim.
Sonuç olarak her siyasi parti gibi DEM Parti’nin de illerde aday gösterme hakkı vardır ve Meral Danış Beştaş ile Murat Çepni, dürüst temiz, vizyonlu ve yüksek profilli adaylardır. AK Parti ve CHP arasında seçim yapmak istemeyen, ikisini de düzen partisi olarak niteleyen muhalif seçmen açısından da adaylıkları memnuniyetle karşılanmıştır.
Bakın, aynı kapsamda TKP’nin adayı Orhan Gökdemir’i de değerlendirebiliriz. Yazarlık ve gazetecilik geçmişiyle tanınan Gökdemir, muhalif seçmen tarafından dürüst ve ilkeli bir aday olarak görülüyor. Gökdemir’in adaylığı, yarışta kazanma şansı olmasa da, TKP’nin iddiasını ortaya koyması ve Gökdemir’in şahsi nitelikleriyle düşünüldüğünde olumlu bir gelişme.
Yeniden Refah Partisi ve Fatih Erbakan
Yeniden Refah Partisi ise bu süreçte AK Parti’nin en çok tepkisini toplayan partilerden biri oldu. Partinin, Erdoğan’ın yumuşak karnı olan milli görüş geçmişi, makbul muhafazakârlık dengesini, henüz başaramasa da tutturmaya çalışması ve en önemlisi lideri Fatih Erbakan’ın, ülke siyasetinin tarihsel isimlerinden Necmettin Erbakan’ın oğlu olması bir araya gelince, Ak Parti’de rahatsızlık yarattı.
Yeniden Refah Partisi’nin ve adayı Mehmet Altınöz’ün, İstanbul seçimlerinde kazanma şansı olmasa da Fatih Erbakan ve partisi, gelecekte çok sık karşımıza çıkacak zira geçmişten gelen bir damardan besleniyorlar. Hatta 2028 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Ekrem İmamoğlu ve Fatih Erbakan’ın ciddi bir yarış içine gireceğini dahi şimdiden söyleyebiliriz. İstanbul’daki oyları yüzde 5 bandında seyreden Yeniden Refah Partisi’ni bugünden kadraja almak ve Türkiye’nin siyasi geleceğinde önemli bir rol oynayacağını öngörmek yanlış olmaz.
Evet, mevzubahis İstanbul olunca, seçim yerelde de olsa siyasi önemi oldukça artıyor. Bu nedenle 31 Mart günü herkesin gözü kulağı öncelikle İstanbul’da olacak. Her kim kazanacaksa da, şu anda başa baş giden yarışta küçük bir farkla öne geçecek.
Gerek bugünlerde gerekse de 31 Mart günü asla duymak istemediğimiz cümleleri ise şimdiden belirtelim ki CHP yetkilileri sinir uçlarımızla bir daha oynamasınlar: “Bu son seçim.”, “Şeriat gelecek.”, “Aramızda kalsın kazanıyoruz.”, “Anketlerde öndeyiz.” ve “Ben… geliyorum.”
Vietnam bir tek parti ülkesi ve ülkede rekabetçi bir siyasi ortam yok. Buna karşılık, son dönemlerde ülke politikasında hayli hareketli dönemler yaşanıyor. Vietnam’ın Devlet Başkanı Vo Van Thuong istifa etti. Thuong, Vietnam’ın bir yıldan kısa bir süre zarfında “yolsuzluk” iddiaları nedeniyle istifa etmek zorunda kalan ikinci devlet başkanı.
İstifa tam bir şok. Çünkü 53 yaşındaki Başkan Vo Van Thuong, Komünist Parti’nin yükselen yıldızıydı ve kendisine Vietnam’ın gelecekteki lideri gözüyle bakılıyordu. 79 yaşında ve hasta olan Komünist Parti Genel Sekreteri Nguyen Phu Trong’un müttefiki ve potansiyel halefi Thuong’un istifası, ülkenin gelecekteki siyasi dengelerini de tamamen değiştiriyor. Devlet medyası Thuong’un ayrılışını duyururken, karıştığı usülsüzlüklerin “Komünist Partinin itibarı üzerinde kötü bir iz bıraktığını” söyledi. Thuong’un istifası ile ilgili, Komünist Parti’den ise sadece, Thuong’un “parti üyelerinin yapamayacağı şeylere ilişkin düzenlemeleri ihlâl ettiği” şeklinde bir açıklama geldi. Devlet Başkanı’nın istifası, Vietnam’ın ortasında yer alan Quang Ngai eyaletinin eski Parti Yöneticisi’nin yolsuzluk şüphesiyle tutuklanmasından günler sonra geldi. Thuong da, bu eyaletin eski Parti Yöneticisi idi.
Kızgın Fırın’ın alevleri
Vietnam’da iktidardaki Komünist Parti, “Kızgın Fırın” adı verilen bir yolsuzlukla mücadele kampanyasına girişmişti. İstifa eden Thuang’dan önceki Devlet Başkanı Nguyen Xuan Phuc da, yolsuzluk iddialarıyla “Kızgın Fırın”a Vietnam siyasetindeki diğer bir büyük isim olmuştu. Phuc’un da, COVİD Pandemisi döneminde yolsuzluklara karıştığı iddia edilmişti.
Şimdi, Asya’nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olan Vietnam’daki liderlik boşluğunun nasıl doldurulabileceği merak konusu. Neticede, Vietnam’ın hızla büyüyen ekonomisi dünya tedarik zincirlerinde giderek daha önemli bir rol oynuyor.
Tıpkı Çin gibi, “kapitalist eğilime sahip komünist bir ülke” olarak tarif edebileceğimiz Vietnam, Apple gibi dünyanın önde gelen çok uluslu şirketlerin tedarik zincirlerinde kilit öneme sahip. Ülke ekonomisi, 2023’te yüzde 5 büyüdü. Bloomberg anketine göre ekonominin ilk çeyrekte bir önceki yıla göre %6,9 oranında büyüyeceği de tahmin ediliyor. Vietnam’ın ortalama GSYİH’nin artışı 2000 ile 2022 arasında da yıllık yaklaşık %7 oldu. Bu dönem içinde, birçok büyük ekonominin ve bölgesel emsallerinin küçüldüğü 2020 ve 2021’deki Pandemi döneminin de yer aldığını unutmayalım. COVID-19 döneminde bile, Vietnam ekonomisi yıllık %2,5 oranında büyümeye devam etti.
2011’den beri iktidarda olan Komünist Parti Genel Sekreteri Trong’un, 2026’da üçüncü dönemini tamamladığında, yerini başka bir ismin alması bekleniyor. İki yıl sonra 81 yaşına gelecek Trong’un, dördüncü dönemde de ülkenin en üst düzey siyasi figürü olması zor. Trong sonrası döneme geçişi kolaylaştırmak için girişilen “Kızgın Fırın” adlı yolsuzluk soruşturmaları, bir yandan gerçekten de bir “temizliğe” neden oluyor. Öte yandan ise, Komünist Parti içindeki hizipler arasındaki mücadele keskinleşiyor. Çin’de Devlet Başkanı ve Komünist Parti Genel Sekreteri Xi Jinping de, 2012’de iktidara geldikten sonra, kapsamlı bir yolsuzlukla mücadele süreci başlatmıştı. Çin’deki süreç, Vietnam’ın aksine ülkedeki liderliğin konsolidasyonu ile sonuçlandı.
2021’den bu yana Vietnam’ın yolsuzluk karşıtı hamlesi, dört Politbüro üyesini, iki başbakan yardımcısını, iki bakanı ve bir düzineden fazla eyalet liderini görevinden etti. 2024 başından bu yana da, ülkenin çeşitli eyaletlerinin yöneticileri yolsuzluk suçlamasıyla tutuklandı.
Control Risks’in Vietnam baş analisti Linh Nguyen, “Genel Sekreterin bunu 2016 yılı civarında başlattığında bunun bu kadar çok üst düzey politikacının bu şekilde cezalandırılmasına yol açacağını öngörebileceğinden şüpheliyim” dedi. “Yolsuzlukla mücadele komitesine ve Kamu Güvenliği Bakanlığına yetki devrederek otoritesini kaybettiğini hissediyorum.”
Vietnam’ın yeni lideri kim olacak?
Devlet Başkanı Thuong’un istifası ertesi yerine, Başkan Yardımcısı Vo Thi Anh Xuan, “Başkan Vekili” olarak atandı. Xuan, Vo Van Thuong’un selefi Phuc’un 2023’ün başlarında istifa etmesinden sonraki ikinci “Başkan Vekilliği” görevi oldu.
Öğretmenlikten siyasete geçen Xuan, Güneydoğu Asya ülkesinde bir kadının üst düzey bir siyasi göreve yükselmesinin nadir bir örneği. Ancak Xuan’ın bu görevde geçici olarak bulunduğunu unutmamak gerek.
Trong’un yolsuzlukla mücadele kampanyasına liderlik eden ve bazı analistler tarafından muhtemelen Thuong’un yerini alacak favori olarak görülen kişi, 66 yaşındaki Kamu Güvenliği Bakanı To Lam.
İşin ironik yönü Lam’ın kendisi de şaibelerden uzak değil: İsmi, 2021’de “Salt Bae” olarak bilinen Nusret Gökçe’nin, Londra’daki bir restoranda kendisine altın varaklı bonfile sunduğu görüntülerin ortaya çıkmasıyla manşetlere tırmanmıştı. Lam’ın, “altın bonfile” görüntüleri, Vietnam’da yoğun biçimde tartışıldı ve “yolsuzluğun işareti” olarak algılandı.
Kimi yorumcular, Vietnam’ın Devlet Başkanı’nın kim olduğunun çok da mühim olmadığını iddia ediyor. Bu kanaatlerine gerekçe olarak, ülkede yönetimin-özellikle de, ekonomi yönetiminin “konsensus”a dayalı olmasını gösteriyorlar. Bu nedenle, Vietnam’ı kim yönetirse yönetsin, ekonominin “iyi gideceğini” ve istikrarın da süreceğini düşünüyorlar. Öte yandan, Komünist Parti’nin Vietnam’daki elli yıllık iktidarında ilk kez bu derecede bir siyasi belirsizlik yaşandığı da öne sürülüyor. Komünist Parti Genel Sekreteri Trong, Soğuk Savaş döneminden bu yana ülkenin en uzun süre iktidarda kalan lideri olduğundan, şimdi olduğu gibi değişim sancıları yaşanması da doğal.
Bay Fogg, alışılmışın dışında erken bir saatte eve dönerek yeni kâhyasını gafil avladı. “Hazırlanın,” dedi, “Dover treni 20:45’te kalkıyor. Dover-Calais gemisine gideceğiz.” Dover-Calais hattı, Manş Denizi üzerinden İngiltere ile Fransayı birbirine bağlıyordu.
Bay Fogg, yeni kâhyanın durumu kavramakta zorlandığını gördü. Açıklama yapmaktansa komut vermeyi tercih etti. Bay Fogg için komutlar vakit kaybını önleyen bir açıklama şekli idi. “Benim için küçük bir çanta yeter,” dedi. “İçine iki yün gömlek, üç çift çorap koyarız. Siz de aynısını yapın. Gerisini yoldan alırız. Yağmurluğumu ve seyahat battaniyemi indirirsiniz. Sağlam papuçlar tercih edin.“
Jean Pass, söylenilenleri hızla uyguladı. Bay Fogg yanına dünya demiryolları hakkında bir rehber ve kasasından 20.000 pound aldı. Çantaları Jean Pass yüklendi ve evden çıktılar. Sokak kapısı iki kere kilitlendi. (Kapıyı kimin kilitlediği ve anahtarın kimde kaldığı bilinmiyor.)
Sokağın köşesinde bir araba durağı bulunuyordu. Arabaya binip Güney-Batı Demiryolu’na bağlanan Charing-Cross Garı’na doğru yola çıktılar. Sekizi yirmibir geçe, araba garın parmaklıklı kapısının önünde durdu. Jean Pass, arabacının ödemesini yaparken adamın eline bir not ve fazladan para sıkıştırdı. Evde alelacele hazırladığı bir not idi. Notun üzerinde iletileceği adres ve kişinin adı yazılıydı: Mary Higgins, Gümüş Yüzük Mefruşatevi, Cornhill caddesi. Arabacı notu muhtemelen yarın iletecekti ve Mary en erken yarın, Jean’ın 80 günlüğüne Beyefendi ile Londra’dan ayrıldıklarını öğrenebilecekti.
Bay Fogg, Jean’a Paris için iki adet birinci sınıf bilet alması talimatı verdi. Saat 20.45’te bir düdük sesi yankılandı ve tren harekete geçti. 2 Ekim Çarşamba akşamı Londra’dan ayrıldılar.
Dover treninde Bay Fogg’un ve Jean Pass’ın tanımadığı David Coperfield (*) adında genç bir yolcu vardı. Avam Kamarasında stenograf ve gazete muhabiriydi. Büyük halası Miss Betsey Trotwood, Dover’da yaşıyordu. Genç David, halasının rahatsızlığı haberini almış apar topar trene atlamıştı. Bu detay Bay Fogg’un hikâyesini ilgilendirmiyordu. Bay Fogg’un hikâyesi de o an için genç David’i ilgilendirmiyordu. Çünkü henüz ortada bir hikâye yoktu. Bir takım insanlar 20.45 treni ile Londra’dan Dover’a gidiyorlardı. Yolcuların bir kısmı, Dover’den tekne ile Manş’ı geçecek ve Paris trenine bineceklerdi. Ama bütün bu olup bitenler rutin şeylerdi ve herhalde bir hikâyenin etkileyici olabilmesi için rutin dışı şeyleri içermesi beklenirdi. Mesela genç David Copefield’in, yıllar önce Londra’daki yalnız ve acılı bir çocukluktan kaçıp bacak kadar boyu ile onca yolu yürüyerek Dover’daki halasına sığınması gibi.
Bay Fogg ve Jean, Dover’dan deniz yoluyla Calais’e geçtiler. Oradan Paris treni ile yola devam edip 3 Ekim Perşembe, sabah 7:20’de Paris’e ulaşacaklardı. Bay Fogg ile seyahat edince yola, yolculara, çevreye dair detaylar siliniyor, geriye hedefine giden bir İngiliz centilmeninin kararlılık dediği sıkıcı hal kalıyordu.
Aynı yollarda başka bir yolcu: Nellie Bly
Bayan Nellie Bly’da bazı küçük farklarla –mesela 1872 yılından 17 yıl sonra yola çıkmak gibi – Bay Fogg ve Pass’nun yolculuk için yaptıklarının hemen hemen aynısını yaptı. Çalıştığı gazetenin Londra bürosunca refakatçi olarak yanına verilmiş meslektaşı ile Charing-Cross Garı’ndan Dover trenine bindi. Yol boyunca uyudu, Dover’da uyandı. Manş’ı aşacak tekne için giysilerini değiştirdi. Bir hamal çantasını iskeleye, tekneye taşıdı. Hava soğuktu ama Nellie küf kokulu kamaraya tıkılmaktansa güvertede kalmayı tercih etti. Güvertede iki İngiliz kadın daha vardı. İskelede bekleyen, uğurlamaya gelmiş arkadaşları ile konuşuyorlardı. Tekne hareket edip iskele uzaklaşırken birbirlerine bir şeyler daha söylediler. Sonra herkes kendi yoluna gitti.
Tekne kaptanının yanında Charlie Marlow (**) adında bir denizci, kaptan ile sohbet ediyor, bir iş görüşmesine gitmekte olduğunu anlatıyordu. Afrika’da bir nehir teknesi kaptanlığı için çağrılmıştı. Önceki kaptan yerlilerle dalaşırken ölmüş. Bir alışveriş sırasında aldatıldığını düşünmüş, kıyıya çıkıp köyün reisine sopayla girişmiş. Köylüler donup kalmışlar reisleri gözlerinin önünde dayak yerken. Sonunda adamın biri, galiba reisin oğlu, ihtiyarın çığlıkları karşısında çaresiz kalıp mızrağının ucuyla korka korka dürtmüş kaptanı. Mızrak da kayıvermiş kaptanın kürek kemikleri arasından.
Nelliy Bly’ın teknesi, Manş Denizi’ni geçti ve Fransa sahillerinde Boulogne limanına demir attı. Burası Bay Fogg ve Jean Pass’nun karaya çıktığı Calais limanından biraz daha güneyde idi. Bay Fogg Paris’e doğru yol alırken, Nellie, refakatçı meslektaşı ile önemli bir ziyarette bulunmak için Amiens trenine bindi.
Amiens’e ulaştıklarında meslektaşı Nellie’ye gazete merkezinin bir notunu iletti. Bu ziyarette Pierre-Jules Hetzel’in adı kesinlikle geçmeyecekti. Hetzel, Jules Verne’nin eski editörüydü. Editör ile Verne’in arası berbattı. Nellie Bly ve meslektaşı, Jules Verne ve eşini ziyaret etmek üzereydiler.
“Bunu neden şimdi söylüyorsun?” diye sordu Nellie Bly.
“Bana verilen talimat bu” diye cevapladı meslektaşı.
Çok önemli bir ziyaret
Nellie Bly ve meslektaşı, akşamın erken saatlerinde, Amiens tren garında, Jules Verne, Madam Verne ve Parisli bir gazeteci olan Bay R. H. Sherard tarafından gayet samimi ve sıcak karşılandılar. Arabalara binip Verne ailesinin evine doğru hareket ettiler.
Eve vardıklarında Madam Verne, kış akşamının erken gölgesinde alaca bir renge bürünmüş olan oturma odasında, şöminedeki odun yığınına kendi elleriyle bir kibrit çaktı. Jules Verne konukların paltolarını aldı. Madam Verne, Nellie Bly’ı şöminenin yanındaki bir sandalyeye götürdü ve karşısındaki sandalyeye oturdu. Güzel beyaz bir Angora kedisi Nellie Bly’ın dizlerine süründü ve Madam Verne’in kucağına çıktı. Nellie Bly, o geceye dair notlarında en özel satırları Madam Verne için yazmıştı:
“Madam Verne, yumuşak pembe dudaklarında bir gülümsemeyle, zarif, beyaz elleriyle düzenli bir şekilde okşadığı kedisine bakarken, parlak siyah gözleri kocasıyla benim aramda gidip geliyordu. Odun ateşinin etrafındaki gruptaki en çekici figür oydu. Lekesiz bir tene sahip genç bir yüzü vardı. Bu yüze, bir sıra güzel dişi ortaya çıkaran güzel kırmızı dudakları ve iri, büyüleyici siyah gözleri eklediğinizde, Madam Verne’in güzelliğinin silik bir resmini elde etmiş olursunuz. O gün benimle karşılaştığında fok derisinden bir ceket giymişti, başında da siyah kadifeden küçük bir başlık vardı. Evin içinde giysilerini çıkarırken, kısa ve dolgun vücuduna çok yakışan, önden düz siyah bir perde ile yan örgüler halinde yerleştirilmiş sulu ipek bir etek giydiğini gördüm. Korsesi siyah ipek kadifedendi. Madam Verne’in boyunun bir buçuk metreyi geçmediğini tahmin ediyorum; Bay Verne ise bir buçuk metre civarındaydı. Bay Verne kısa ve hızlı bir şekilde konuştu, Bay Sherard da çekici ve tembel bir sesle söylenenleri benim için tercüme etti.”
*
Haftaya: Verne ailesine veda ve Nellie’nin uzun yolculuğu başlıyor
(*) David Coperfield karakteri, Charles Dickens’ın aynı adlı romanından
(**) Charlie Marlow karakteri, Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” adlı romanından
Hatay’daki seçim atmosferi ve gidişatı başından beri enteresan gelişmelere sahne oluyordu ama son olup bitenler, seçime en alakasız duranların bile “Ne olmuş, ne olmuş” heyecanıyla gözlerini o tarafa çevirmesini sağladı: Gökhan Zan’a kim ne teklif etmiş, ortalığa düşen ses kayıtları montaj mı değil mi. TİP’in çelişkileri, tutarsızlıkları. İşbilir Lütfü Savaş bu işin neresinde. Ya AKP ne durumda, vs. Neyse Aslıhan takipte, izliyoruz biz de.
Tamam Hatay’da acayip işler oluyor ama dikkatler özellikle İstanbul seçimlerinde. “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” gibi bir önemi var işin. Sayın İmamoğlu bir kez daha kazanırsa, 2019’da üst üste iki kez, üstüne de 2024, sadece İstanbul’un belediye başkanı olmayacak, ülkenin yakın geleceğine hazırlanan başkan muamelesi görecek. Bu, görünen köy. Dolayısıyla partisi değilse bile İmamoğlu ve kurmayları, bu ciddiyetle çalışıyor, yükleniyorlar. Galiba rakiplerinden de memnunlar; Sayın Murat Kurum AKP tabanında bile arzuladıkları heyecanı yaratamadı bugüne değin. Kulislerde Reis ve kurmaylarının da Kurum’un performansından pek memnun olmadıkları söyleniyor; kulis habercilerinin yalancısıyım.
31 Mart’a sayılı günler kala anket savaşları da kızıştı haliyle. Gerçi son seçimlerde hemen hepsi çuvalladı, ama olsun, yine de seçmenin nabzını tutmak açısından anketler taraflara fikir veriyor. Fakat benim kanaatim odur ki bu anketler esas olarak seçmeni, tabii ki özellikle kararsız seçmeni manipüle etmek için yapılıyor. Kime oy versem kararsızlığı yaşayan seçmene kim önde gidiyor, kim geriliyor mesajı vererek kendi lehlerine tercihte bulunmasına etkide bulunmak istiyorlar. “Bu işlere harcayacak parası, bütçesi olmayanlar ne yapsın peki?” diye soracak olanlara, maalesef seçimlerin eşit şartlarda yapıldığı bir dünya olmadığını hatırlatarak hak verebilirim sadece.
Bazı anketlere bakıyorsunuz; İmamoğlu önde ve farkı giderek açıyor. Başka bazı anketlere bakıyorsunuz; Kurum önde ve o da farkı giderek açıyor. Diğer parti ve adaylar da aşağı yukarı benzer bir sıralama ile bu iki adayın ardı sıra diziliyorlar…
2019 seçimlerinde Kürt seçmen kritik bir rol oynamıştı. Bunu herkes teslim ediyor ve gerçek de zaten tastamam bu. Bu seçimlerde aynı şey yaşanır mı? Bu soruya düşünmeden hemen yanıt vermek olanağı yok. O halde düşünelim…
Bir kere bu seçimlerde DEM Parti, aday çıkardı. Başak Demirtaş aday gösterilseydi, bugünkünden çok daha farklı bir tablo ile karşı karşıya olurduk. Kürt seçmen, 2023 milletvekili seçimlerinde, İstanbul’da Yeşil Sol Parti’ye yüzde 8 oranında destek verdi. Kürt seçmenin İstanbul’daki ağırlığı, yüzde 8 ila yüzde 10 dolaylarında. Bu oranla belediye seçimlerinde başarılı olması mümkün değil; ama blok halinde şu veya bu seçeneğe yönelmesi, seçimleri kazandırmak veya kaybettirmek gibi kritik bir rol üstlenmesini beraberinde getiriyor.
Gördüğüm, gözlemleyebildiğim kadarıyla Kürt seçmende DEM Parti adayları etrafında (Meral Danış Beştaş ve Murat Çepni) yumruk gibi kenetlenen bir tutum yok. Beştaş ve Çepni kısıtlı imkanlarla çalışıyorlar ama bırakalım başka çevrelere ulaşmayı kendi seçmen tabanlarında bile bir heyecan yaratabildiklerini görmüyorum.
Mümkündür ki “Nereden biliyorsun?” diye soranlar olur.
Bu nedenle “halkın yazarı sahadan bildiriyor” moduna girdim ve en azından ulaşabildiğim Kürt seçmenler nezdinde (araya Çepni’nin Türk, Karadenizli seçmenleri de karıştı biraz) seçmenin nabzını tuttum: Düşük atıyordu ve kafalar karışıktı.
Batmanlı bir garson: Kesinlikle sandığa gitmeyeceğim. Kimin bize ne faydası var? Bizimkilerin çıkardığı adaylara bak, laf olsun diye. Neden Selahattin’i aday göstermediler? (“Adam hapiste, eşini kast ediyorsun herhalde” demem üzerine, “Olsun! Önemli olan mesaj vermek” dedi.)
Midyatlı bir pazarcı: Valla heval hiç sandığa gidesim yok. Ama gitsem İmamoğlu’na vereceğim. Sen ne diyorsun? (“Kararsızım” dedim.)
Ovacıklılar kahvesindeki Dersimliler: Ma İmamoğlu’na vereceğiz, kime vereceğiz? Bizim Kılıçdaroğlu’nun başını yedi ama piro da haketti, görmedin mi kazansa ipleri o faşoya teslim edecekmiş! (Ümit Özdağ kastediliyor) Ama Maçoğlu bizim burada olsa (Kartal) ona verirdik. Ma adamımızdır. Dersim’i bırakmasa iyiydi, ama ne diyelim…
Samsunlu bilgisayarcı, eski solcu: Çepni’ye vereceğim abi. Tanıyorum, kral adamdır. Bir kazansa var ya. Seni de tanıştırayım mı? Dur arayayım. (“Gerek yok” dedim.)
Tokatlı emekli, Alevi: Başak Demirtaş olsaydı kesin ona verirdim. Şimdi İmamoğlu’na vereceğim. Ama üşenip sandığa gitmeyebilirim de, bakalım…
Siirtli, emekli, Arap: Ne yapmış İmamoğlu da ona vereyim? Bu yollar, metro, metrobüs, her gün hava atıyor ama o mu yapmış? Ama Kurum’a da veresim yok, çok çapsız çıktı o da. Son dakikada belli olur benim oyumun rengi.
Sivaslı, Kürt, Alevi, solcu: Aslında tek yol devrim ama işte görüyorsun Türkiye’nin halini. Gerçi dünyanın hali de b.tan. Tarihi, toplumsal, siyasal konjonktürün bu kadar karşı devrimci güçlerin lehine olduğu başka bir dönem yoktur! Bu şartlar altında taktik olarak İmamoğlu’na vermek lazım diye düşünüyorum. Ama boykot taktiği de meşrudur. Lenin boykot taktiğini savunduğu zaman Bolşevikler güçlü müydü güçsüz müydü? Bunu araştırayım ben…
Diyarbakırlı, Kürt, liberal: Şimdi şöyle, meseleyi etraflıca masaya yatırmak lazım önce. Kim kazansa ne olur, kim kaybetse ne olur? Demokrasi standartlarının biraz olsun gelişmesine kimin kazanmasının veya kaybetmesinin katkısı ne olur? Deva Partisi aday çıkarmış mıydı?
Velhasıl, DEM Parti tabanında biraz “sandığa gitmeyeceğim”, biraz DEM Parti, biraz İmamoğlu ve çokça da kararsızlık gözlemledim. Heyecan yoktu ve insanlar seçimin şu veya bu aday lehine sonuçlanmasıyla çok da ilgili değillerdi; Bizim için ne değişecek ki? (Zorladım da ama Kurum diyen kimse bulamadım çevremde. Siirtli arkadaştan umutluydum ama o da sandığa gidecek gibi görünmüyordu.)
İmamoğlu tercihi biraz daha ağır basıyor görünse de Kürt seçmende blok halinde şu veya bu adaya destek eğilimi yok.
Arada söylemiş olayım: ROK’un geçen yazımda bahsettiğim promosyonlu “Meral Danış Beştaş’a oy verin” çağrısından kimsenin haberi yok. Ben anlattığımda da ciddiye alan olmadı.
—Newroz 2024, barışa dair umutlarımızın canlanmasına vesile olsun. Kutlu olsun.
> Öncelikle belirtmemiz gerekiyor ki eğer CHP, Hatay büyükşehir belediye başkan adayı olarak, deprem ve yolsuzluk suçlarından soruşturmaları bulunan Lütfü Savaş’ı, Hatay halkının tepkisine rağmen, ısrarla dayatmasaydı belki biz şimdi bu konuları tartışmıyor olacaktık. Ne TİP, Hatay için bir aday gösterecek ne de Gökhan Zan aday olacaktı.
> Ben Hatay’ı ve Lütfü Savaş takımının suçlarıyla yolsuzluklarını yazmaya başladığımdan bu yana; gerek Lütfü Savaş’a yakın isimler gerek mafya odakları gerek MHP milletvekili tarafından tehdit edildim. Sayabildiğim kadarıyla birbiriyle ilgisiz yedi tane iftira sadece bana atıldı. Hakaretler ve rüşvet tekliflerinin ardı arkası kesilmedi. Arı kovanına çomak sokmanın bir bedeli olacaktı elbette, dert etmedim. Sonuçta ne okur sormaktan ne de ben yazmaktan vazgeçtik.
> Tüm bu gelişmeler, Hatay tablosunu daha net görmemizi sağladı. 15 yıllık Lütfü Savaş hanedanlığı artık partiler üstüydü ve birbirine rakip gibi görünen partilerin temsilcileri, yerel oligarşik yapıda iç içe geçmiş, aynı yolsuzluk ve suçların tarafları olmuştu. Çürüme, yolsuzluk, ahlaksızlık, çek senet mafyası, kara para aklama, uluslararası casusluk… Hatay’da kol geziyor, Hatay halkı ise sayısız acı ve mağduriyet içinde inim inim inliyordu. Peki, bunları CHP bilmiyor muydu? Bilmediklerine inanmak zor.
> Bugüne kadar yazdığım her yazıya dair belgelerle kanıtları yayınlarken ve hepsini CHP’ye de ulaştırırken ben, CHP neden sustu? Tek başına bu “Suçlu bizdense görmezden geliriz.” tutumu dahi CHP’yi şaibenin ortasına oturtmaya yeterlidir.
> CHP içindeki kaynaklarımdan aldığım bilgiye göre; Lütfü Savaş, sürecin en başından bu yana Ekrem İmamoğlu ve CHP genel merkezinin üzerinde uzlaştığı bir adaydı. 6 Şubat anmaları sırasında Hataylıların tepkisinin ülke kamuoyuna yansıması üzerine Ekrem İmamoğlu, Lütfü Savaş’ın karıştığı suçların İstanbul’daki seçmenin tavrını da etkileyeceğini öngördü ve o günden itibaren Savaş’la arasına mesafe koydu. Özgür Özel ise neredeyse kendini Lütfü Savaş’a siper etti. Nihayetinde seçim sonuçları ihalesi, genel başkan olarak ona kalacaktı. Hal böyleyken ‘Gökhan Zan’ın seçimlere girmemesi kimin işine yarıyor?’ sorusunun cevabı açıktı aslında.
> Dünkü yazımda bahsettiğim gibi; Özgür Özel’in düzenli aralıklara TİP’e yönelik “Biz sizi Gebze’de destekliyoruz ama siz bize Hatay’da kaybettireceksiniz.” açıklamaları yapması ve Hatay’a dair son anket sonuçlarının yayınlanmasının hemen ardından malum ses kaydının basına servis edilmesi, CHP cephesine dair şüpheleri artırdı.
> Soruşturma dosyasında Turgay Kocakaya’nın finansörü olarak adı geçen Mehmet Güzel, bizzat Lütfü Savaş’ın danışmanıydı. Gökhan Zan’ın, 17 Mart 2024 tarihinde yaptığı suç duyurusunun eklerinde bulunan bir Whatsapp yazışması da bunu doğruluyor. Soruşturmaya konu bir belge olduğu için yazışmayı yayınlayamıyorum lakin okura kimin kimle iş yaptığını az da olsa anlamaları açısından kısa bir bilgi vermek isterim.
> Turgay Kocakaya ve Mehmet Güzel arasında geçen ilgili whatsapp yazışması oldukça uzun. Bu uzun yazışmada, Turgay Kocakaya Mehmet Güzel’e Gökhan Zan’la ilgili, moraline ve ne yaptığına dair ayrıntılı rapor veriyor. Ve en önemlisi yazışmanın bir yerinde “Zaten elinizde sadece 8 saniyelik bir kayıt var, onda da Zan benden sponsor bulmamı istiyor ve ‘Araç giydirme yapalım, seçim kampanyası yapalım.’ gibi şeyler söylüyor.” diyor. Peki, soruyoruz; bizzat ses kaydı yayıcısı, hakaret, iftira ve kişisel verileri paylaşma şüphelisi Turgay Kocakaya, “Sadece 8 saniyelik” normal bir konuşma kaydının varlığından bahsediyorsa, şimdi bize servis edilen, kanal kanal dolaştırılarak dinletilen kayıtlar neyin nesi ve nasıl oluşturuldular?
> İşte tam burada ön kabullü, peşin hükümlü davranmamanın ve hakikatin peşinde koşmanın önemi tekrar ortaya çıkıyor. İddianame çıktığında hepiniz bu yazışmaları göreceksiniz. Ben sadece bir satırını paylaştım ve sorumun tek yanıtı var: Bu ses kaydının gerçekliği, sadece adli merciler tarafından belirlenebilir zira yayanın da, onu finanse ettiğine dair soruşturma altında bulunan Mehmet Güzel’in de gayet şüpheli yazışma kayıtları mevcut. Gerçeği soruşturmanın sonucunda öğreneceğiz.
> Gökhan Zan, 19 Mart 2024 tarihinde katıldığı Enver Aysever’in Youtube yayınında; “Hatay’daki kanaat önderlerinin ricasıyla randevu talebinde bulundum ve CHP genel başkan yardımcısı Ali Mahir Başarır’ın Çankaya’daki evinde, yanımızda Hatay CHP milletvekili Servet Mullaoğlu da varken, görüştük. Başarır bana; ‘Lütfü Savaş’ın boşluğunu bir tek sen doldurabilirsin. Lütfü Savaş, Hatay’da aday olsun, sen de Defne veya Arsuz’da aday ol, onu tamamla.’ dedi. Bense Defne veya Arsuz için bana teklifte bulunmanız büyük gurur lakin ben Lütfü Savaş’la asla yol yürümem. Eğer Hatay için temiz ve dürüst bir aday seçerseniz, ben de Defne veya Arsuz teklifinizi elbette kabul ederim, cevabını verdim.” açıklamasını yaptı.
> 20 Mart 2024’te ise Özgür Özel, CHP genel başkanına yakışmayacak bir üslupla ve neredeyse Hatay gerçeklerini yok sayarak; “Hatay halkı aslında Lütfü Savaş’ı seviyor, algıyı provokatör Gökhan Zan yarattı, tüm kötülüklerin ebesi Gökhan Zan.” minvalinde açıklamalarda bulundu. Zan’ı henüz netleşmeyen bir iddiayla yargısız infaz ederek, ses kayıtları onunmuş gibi hedef gösterdi. En önemlisi de ”Gökhan Zan, bizden Defne ve Arsuz’u istedi, ‘Lütfü Savaş’la yol yürürüm.’ dedi, biz kabul etmedik. TİP’i de Zan’ın adaylığı konusunda uyardık.” açıklamasını yaptı. Tabii “gözündeki ışığı gördüm” şeklinde Nebativari manasız beyanları da vardı. Garip olan, Özel’e göre Hatay’ın tek sorunu, Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kayıtları ve Zan’ın provokasyonlarıydı. Lütfü Savaş’ın 15 yıllık oligarşik hanedanlığının belgeli, kanıtlı yolsuzlukları, soruşturmaları, suçları, söz konusu bile değildi. Enteresan.
> Şimdi önümüzde; bir Özgür Özel’in İsmail Saymaz’a yaptığı açıklamalar, bir de Gökhan Zan’ın anlattıkları var. Bu düğümün odak noktası ise Servet Mullaoğlu. Buradan kamuoyu adına Servet Mullaoğlu’na sesleniyorum: Ali Mahir Başarır’ın evinde gerçekleşen görüşmenin içeriğini kamuoyuna seçimden önce açıklamak, artık sizin Hatay halkına karşı sorumluluğunuz, gerçekleri ortaya çıkarma görevinizdir. Bu düğümü çözmenizi, o görüşmede nelerin konuşulduğunu, kamuoyuna açıklamanızı talep ediyorum.
> CHP ve TİP arasında geçtiği iddia edilen “Biz size Gebze ve Samandağ’ı verelim, siz de Gökhan Zan’ı geri çekin.” pazarlığına dair iddialar ve şaibeler de sıkça konuşulurken, kendi adıma sosyalist kökenleriyle Erkan Baş’ın asla bu tür kirli işlere, kendine teklif edilse dahi, gireceğine ihtimal vermememe rağmen CHP ve TİP yetkililerinin, iddialara dair açıklama yapması gerekiyor.
> CHP ve Lütfü Savaş konusunu kapatmadan ekleyelim: Hatay büyükşehir belediye başkanı ve adayı Lütfü Savaş ile Hatay büyükşehir belediyesi yetkilileri hakkında, benim yayınladıklarımdan çok daha önemli iddialar bulunduğu, ulaştığım bilgiler arasında. Muhtemelen Nisan ayı, Hatay için gerçeklerin ortaya çıktığı bir tarih olacak.
AK Parti cephesinde neler oldu?
> Ses kaydı kumpası öncesi yayınlanan son seçim anketlerine göre AK Parti adayı Mehmet Öntürk, Hatay’da ilk sıradaydı. Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydı basına servis edildikten sonra, en sert açıklamalar ise AK Parti cephesinden geldi.
> Olayın bir kumpas olduğunu, ardında Lütfü Savaş’ın bulunduğunu, Hatay’daki seçimlerin manipüle edilmeye ve Hatay siyasetinin kirletilmeye çalışıldığını açıkladılar. Ses kaydında adı geçen Ak Parti Hatay milletvekili Adem Yeşildal ise 19 Mart 2024 tarihinde; “Bugün itibarıyla Hatay siyasetini kirletmek isteyenlere karşı Hatay cumhuriyet başsavcılığına suç durusunda bulunulmuştur. Failler, azmettiricileri ve bu iftiraları yayanlar, yargı önünde hesap vereceklerdir.” açıklamasında bulundu.
> Hatay AK Parti yetkilileri, kumpasın sadece Gökhan Zan’a değil, özünde kendilerine kurulduğunu düşünüyor ve bu işin peşini bırakmayacak kararlılıkta görünüyorlardı.
> Ayrıca Turgay Kocakaya adlı şahsın evi, 20 Mart 2024 günü emniyet görevlilerince arandı ve hakkında adli işlem başlatıldı.
Gazeteciler cephesi
> Ses kaydının montaj olup olmadığının araştırılmasını beklemeden, cümle aralarına yarım ağızla “iddia” kelimelerini de yerleştirerek, kayıt gerçekmiş gibi yayın yapan gazetecileri de gördük bu süreçte. Dünkü yazımda bu tuhaf operasyonel tutumdan bahsetmiştim. Lakin bir mevzu daha var ki; kumpas olduğu şüphesi kuvvetli bu olaya, küçük de olsa bir ışık tutabilir.
> 0 Mart 2024’te gazeteci Erk Acarer’in sosyal medyada üç ileti yayınlamasıyla; üç gün önce yani 7 Mart 2024’te Oya Lale Ozan Aslan ve ona Lütfü Savaş tarafından bir ses kaydı iletildiğini, bu kaydı yaymaları için para teklif edildiğini, onlarınsa bu ahlaksız teklifi şiddetle reddettiklerini, öğrendik. Acarer’in iletilerine göre; 7 Mart’ta teklifi reddedip tepki gösterdikten sonra, konuyu kapanmış kabul etmişlerdi.
> 10 Mart’ta ise Lütfü Savaş takımı tarafından Hatay’da bir dedikodu yayıldı. O dedikodu şöyleydi: “Erk Acarer’e Gökhan Zan’ın ses kaydını ilettik. Acarer bize ‘İnceliyorum, inceledikten sonra yayınlayacağım.’ dedi.” Lütfü Savaş cephesi bu dedikoduyla Gökhan Zan’a da ulaşmış ve Acarer’in yapacağını iddia ettikleri bu yayın öncesi, ona adaylıktan çekilmesi için baskı yapmışlardı.
> Acarer, iletilerinde etik olarak Oya Lale Ozan Aslan’ın adını geçirmese ve aracıların kimliğini ifşa etmese de bu bilgiler kısa zamanda dolaşıma girdi. Oya Lale Ozan Aslan, kendi Youtube yayınında “Bu haber ilk bize geldi, reddettik “ açıklamasını yaptı.
> Kendi adıma, üç gün boyunca sosyal medyadan Oya Lale Ozan Aslan’a çağrıda bulunmuş ve aracıların isimlerini ifşa etmesini talep etmiş, benden bilgi isteyen gazeteci arkadaşlarımla ise kaynaklarımdan gelen tüm bilgileri açıkça paylaşmıştım. İki gazetecinin yapacağı ifşa, hem basın etiği ve paralı dosyaların gazetecilere teklif edilebilmesinin önünü kesmek acısından hem de ses kaydı muammasını çözebilmek için önemli bir adım olacaktı.
> 20 Mart 2024’te Erk Acarer’le yaptıkları ortak yayında Oya Lale Ozan Aslan; “Aracılar; ses kaydını yaymamız karşılığında bize para verileceğini, biz bu parayı almasak dahi en tepenin ödeme yapacağını ve bu parayı aracıların alacağını, bu teklifi Erk Acarer’e de iletmemi söylediler.” şeklinde konuya dair ayrıntılar verdi. Lakin yine bu aracılar kim, hangi belediye, hangi parti veya hangi isimler konusunda bir bilgi sunulmadı.
> Gazeteci Cengiz Erdinç ise ilgili yayından sonra X’te Acarer ve Aslan’a yönelik şu iletiyi paylaştı: “Arkadaşlar, ikiniz de değerli gazetecilersiniz. Olay bu noktaya gelmişken, size bu ‘ahlaksız teklifi’ yapan isimleri, aracıları ‘en tepedeki kimse’ onu, günüyle, saatiyle açıklamanız gerekir. Gazeteci olarak bu yükümlülüğünüz…”
> Şimdi gözler tekrar Acarer ve Aslan’dan gelecek açıklamaya çevrildi. Ben de bu iki dürüst ve başarılı gazeteciden, para peşindeki ahlaksız teklif aracılarının isimlerini ve partilerini açıklamalarını bekliyorum.
Evet, ancak iki yazıda “özetleyebildiğim” gelişmeleri toparlarsak; tüm bu tablodan çıkardığım kadarıyla önümüzdeki aylarda Hatay’a dair hiçbir bilgi sır olarak kalmayacak ve gerçekler tek tek açığa çıkacak. Kirli oyunlar, tezgâhlar, yolsuzluklar, kara para ve uyuşturucu ile kirletilen Hatay, yepyeni bir başlangıç yaparken, suçlular elbette yargılanacak.
İçinde bulunulan belirsizliğe; 31 Mart seçimleriyle Hatay halkı ve suçları, suçluları araştıran adli merciler son verecek. Takipçisiyiz.
Not: Dünkü yazıma dair Gökhan Zan bir düzeltme iletti. Zan, Ahmet Şık’ın montaj ses kaydını 16 Mart Cumartesi günü kendine dinlettikten sonra, savcılığa gitmek için istediğinde ona vermediğini, 17 Mart Pazar günü kaydı, Ahmet Şık’tan değil farklı kaynaklardan temin ederek savcılığa gidip suç duyurusunda bulunduğunu, söyledi.
Rusya’da seçimler, beklenenin bile ötesinde Vladimir Putin’in gövde gösterisine dönüştü. Rusya Merkez Seçim Komisyonu Pazartesi günü yaptığı açıklamada, tüm seçim bölgelerinin neredeyse yüzde 100’ünün sayılmasıyla Vladimir Putin’in oyların yüzde 87,29’unu kazandığını açıkladı. Komisyon başkanı Ella Pamfilova da, yaklaşık 76 milyon seçmenin Putin’e oy verdiğini, bunun da Rus liderin şimdiye kadarki en yüksek oyu olduğunu belirtti.
Sonuç, Putin’in en az 2030 yılına, yani 77 yaşına gelene kadar iktidarda kalacağı anlamına geliyor. Rusya’nın Sovyet diktatörü Joseph Stalin’den bu yana en uzun süre iktidarda kalan lideri olacak Putin, böylece ülkesinin en az 30 yılına damgasını vuracak. Tabii, iktidarı bir altı dönem daha; 83 yaşına kadar da uzayabilir.
Diğer bir deyişle, “olağanüstü” bir durum olmadıkça, artık Putin ölene kadar Kremlin’in başında.
Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı tamamıyla işgale başlamasından sonra, zaten cılız olan muhalefet ve muhaliflik Rusya’da fiilen yasa dışı ilan edildi. 2022 Mart’ında çıkarılan sansür kanunları; “Rus Silahlı Kuvvetleri, diğer Rus devlet kurumları ve bunların operasyonları ve Rus Silahlı Kuvvetlerine yardım eden gönüllülerin faaliyetleri” hakkında “güvenilmez” ve “itibarı zedeleyecek” haberleri paylaşmayı veya yaymaya karşı için hapis ve diğer cezaları getiriyor. Üstüne üstlük, muhalefet adaylarının çoğunun ölmesi, hapse atılması, sürgüne gönderilmesi veya adaylığı yasaklanması sonucu, Putin’in siyasi rakibi de kalmadı. Sandıkta Putin’e karşı yarışan adaylar da, Kremlin tarafından özenle seçilmişti. Putin’in yakın rakibi, Komünist Parti’den Nikolay Kharitonov, yaklaşık %4,3’lük bir destek alabildi. Rusya’nın bu seçimlerinde, ilk kez uluslararası herhangi bir gözlemci de yer almadı.
İlk kez “Navalny” dedi
Rusya’nın seçimlerinin Putin’in en fazla “ses veren” muhalifi Alexey Navalny’nin, Rusya’nın en kuzeyinde, Sibirya’da uzak bir hapishanede ölmesinden sadece bir ay sonra düzenlendiğini hatırlatalım. Putin, Rusya tarihindeki en muazzam “seçim” zaferine imza atmanın etkisiyle olacak, ilk kez en dişli muhalifinin adını da telaffuz etti. Daha önce, Navalny’nin adını hiç ağzına almayan ve “o malum kişi” gibi ifadeler kullanan Putin, basın toplantısında kendisine yöneltilen bir soruya, ilk kez merhum rakibin ismini kullanarak yanıt verdi.
Navalny’nin ölümünden sonra yakınları, Rus muhalifinin Batı’daki bazı Rus mahkumlarla takas edilmek üzere olduğu öne sürmüştü. Rus oligark Roman Abramoviç’in, Putin’e takas teklifini götüren ve Kremlin’le müzakereleri yürüten kişi olduğu da iddia edilmişti.
Almanya’da suikastler düzenlemekten ömür boyu hapse mahkum olan Rus istihbaratı FSB’nin ajanı Vadim Krasikov’un Navalny’ye karşı iade edilecek başlıca isim olduğu söyleniyordu.
Putin, seçim zaferinden sonraki basın toplantısında Navalny’nin takası konusunun gündemde olduğunu teyit etti. Ve kendisine sorulan soruya karşılık şöyle yanıt verdi:
“Yöntemin dışından bazı isimler, Navalny’yi Batı ülkelerindeki cezaevlerinde tutulan belirli kişilerle takas etme fikrinden bahsetti. Bu fikri destekledim…Tek şartım, Navalny’nin Rusya’ya dönmemesiydi. Fakat ne yazık ki ne olduysa oldu.”
Böylelikle Putin, Navalny’nin adını ilk kez zikrederken, muhalifinin ölümüyle bir ilgisi olmadığını da öne sürmüş oldu.
Yine de, Navalny’nin ölümü gizemini koruyor. Navalny’nin yakınlarının kesin bir dille ifade ettiği gibi Putin’in “ölüm emrini” verdiyse, bu durum Rusya liderinin ülkesi içinde ve dışında daha da “sertleşmeye” gidildiğinin önemli bir işaretiydi. Başkanlık seçimlerini de, “muzaffer” atlatan Putin’in otoriterliğini daha da konsolide edeceği bir dönem başlıyor gibi gözüküyor.
Oligarklara ve “seçkinlere” Navalny mesajı mı?
Putin, Navalny’nin “ortadan kaldırılmasıyla”, müzakereci rolünü üstlendiği iddia edilen oligark Roman Abramoviç gibi Batı tarafından yaptırımlara uğramanın asıl rahatını bozduğu “zengin seçkinlere” bir mesaj da vermiş olabilir. İngiltere, İsviçre gibi ülkelerde sürdürdükleri ayrıcalıklı hayatlar bozulan ve önemli bir kısmı, Abramoviç gibi Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşıyor. bir yandan da, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası İngiltere’nin kendisine karşı uyguladığı yaptırımları aşmaya çalışıyordu.
Tüm bu süreçte, Navalny’nin “ortadan kaldırılması” söz konusu olduysa; bu, Rusya’nın kendi içi ve dışına “korku salmayı” amaçlayan bir mesaj gibi gözüküyor.
Şöyle ki, Financial Times’da Eylül 2023’te röportajı yayınlanan “Rusya’nın en zengin insanı” Andrey Melniçenko; o mülakatta, ne Batı ne de Rusya’yı gücendirecek mesajlar vermemeye çalışıyordu. Ki; Melniçenko, Putin’in davetine icabet ederek Ukrayna’nın işgali öncesi Rus oligarklarla yapılan bir “yuvarlak masa” toplantısına katıldığı için, Birleşik Arap Emirlikleri’ne sığınmıştı. Diğer bir oligark Oleg Tinkov, Ukrayna Savaşı’na yönelik alenen “negatif bir tutum” alırken, Melniçenko’ya; “iki koltuğa aynı anda oturamazsın-tarafını seç” demişti.
“Batı” ile kendisi arasında “müzakere” yürütmeye çalışanlara da, Putin aynı mesajı vermek istiyor gibi gözüküyor: “Tarafını seç…”
Otoriterliğin derecesi artınca…
Bu mesaj, Rusya’nın sıradan vatandaşlarına günlük olarak veriliyor zaten: yanlışlıkla Ukrayna’nın renkleri mavi-sarının yanyana geldiği bir kıyafet giymek, herhangi biçimde Ukrayna’ya desteği veya savaş karşıtlığını çağrıştıracak ufacık bir sembol, söylem bile dava konusu olabiliyor.
Sosyolog Boris Kargarlitsky, beş yıllık bir hapis cezası ile Sibirya’ya yollanmadan önce kaleme aldığı bir yazıda şöyle diyordu:
“Şu anda Rus sosyal ağlarında akıp giden haberler, Franz Kafka veya George Orwell’in modern taklidi gibi. Bu haberler arasında, Ukrayna bayrağıyla istenmeyen çağrışımlar yapacak biçimde, yıllar önce yanlışlıkla çitlerini sarı ve maviye boyayan veya düşüncesizce mavi kot pantolon ve sarı ceketle sokağa çıkan kişilere uygulanan çok sayıda para ve adli ceza gibi örnekleri de bulabilirsiniz. Olay öyle bir noktaya geldi ki polis, bir kutu elmayı da ihbar etti. Elmalar, aynı pakette ‘düşman renklerinin’ bulunması nedeniyle suçluydu. Belki, dışarıdan bakınca bunlar gülünç gelebilir. Ancak yanlış kıyafetler giydiğiniz, sosyal ağlarda ‘kışkırtıcı’ bir gönderiyi beğendiğiniz veya bir güvenlik görevlisi yolda görünüşünüzü beğenmediği için tutuklanabileceğiniz ve yargılanabileceğiniz bir yerde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışın.”
Bu satırlar, ne yazık ki, Türkiye’ye de yabancı değil…Otoriterliğin derecesinin artmasının bir ülkeyi nereden nereye getirdiğini Rusya örneği üzerinden incelerken, Türkiye’nin de “kalan demokrasisine” nasıl özenmek ve sahip çıkmak gerektiğini düşünmeden edemiyor insan…
Hafta sonu TİP, Hatay büyükşehir belediye başkan adayı Gökhan Zan’ı adaylıktan çektiğini kamuoyuna duyurdu. Gökhan Zan cephesinden ise adaylıktan çekilmediği, Ak Parti ve Ak Parti zihniyetine karşı yoluna devam edeceği, açıklaması geldi. Kısaca Zan; yasal hakkını kullandı halen aday ve seçime girecek. Tüm bu karmaşaya neden olan ise Turgay Kocakaya ve kuzeni Mihal Kocakaya tarafından TİP’e gönderilen ve Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydıydı.
Aynı gece pek çok yayın organı tarafından, henüz tarafların demeçleri dahi doğru düzgün ortaya çıkmadan Gökhan Zan direkt suçlu ve şüpheli olarak lanse edildi. Oysa kaydın ona ait olması ihtimali kadar, montaj olma ve kumpas ürünü olarak servis edilme şüphesi de vardı.
Bu tür haberlerin sahipleri; haberlerini TİP’in “Biz kaydı kriminal olarak incelettik ve montaj olmadığı ortaya çıktı” açıklamasına göre yaptıklarını belirttiler.
Ses kaydı süreci nasıl gelişti?
Şimdi karmaşaya ya da ön kabule teslim olmadan, hakikatin peşinden gidelim ve konuları tek tek değerlendirelim:
> Hataylıların cep telefonlarına yurtdışı meşeli (?) telefon numaralarından gönderilen ve televizyon kanarlarına servis edilen ses kaydında Gökhan Zan’ın Turgay Kocakaya adlı bir şahıs aracılığıyla Hatay AK Parti yetkililerinden para ve konum talep ettiği duyuluyordu. Gökhan Zan, bu iddiayı aynı gece yalanladı. Arkadaşı olarak gördüğü Turgay Kocakaya’nın çeşitli zaman dilimlerinde ve aralarındaki sohbetlerde ortam kaydına aldığı sesini, Lütfü Savaş ve yanındakilere ileterek bu montaj kaydın oluşturulmasını sağladığını, öne sürdü. Zan’ın açıklamasına göre Turgay ve Mihal Kocakaya, Şubat ayı içerisinde ona “Senin için montaj ses kaydı hazırladık.” diyerek 5 milyon TL istemek suretiyle şantaj yapmış, Zan ise bu şantaja boyun eğmeyince şahıslar farklı yollara yönelmişlerdi.
> Peki, kimdi bu Turgay Kocakaya? Zan’ın 6 Şubat depremleri sırasında tanışıp arkadaş olduğu ve arada sırada buluşup yemek yediği, kendini bazen akademisyen, bazen de coğrafya öğretmeni olarak tanıtan fakat akademik kariyeri hakkında açıklama yapmaktan imtina eden bir kişi. Zan’a göre, bu kişi ona arkadaşı olarak yaklaşmış, tuzak kurmuş, sesini kaydetmişti.
> Sonrasında ise bu kayıtlar, Kocakaya’yı Zan’ın yanına gönderenler tarafından deep fake yöntemiyle işlenmiş ve dinlediğimiz ses kaydı oluşturulmuştu.
> Zan, Turgay Kocakaya’nın başından bu yana aslında Lütfü Savaş tarafından yanına gönderildiğini ve bu oyunu Savaş’ın adamlarının tezgâhladığını da aktarıyor.
> Hataylılardan gelen bilgilere göre ise Kocakaya şantaja başladığı ilk etapta Lütfü Savaş’ın danışmanı Mehmet Güzel’in oteline yerleştirildi ve Hatayspor yönetim kurulu üyesi İbrahim Ethem Sunar’dan 15 bin TL aldıktan sonra, X platformunda hem kendi hesabından hem de bot hesaplar açmak suretiyle Lütfü Savaş’ı öven ve Gökhan Zan’ı kötüleyen iletiler paylaşmaya başladı. Üç kaynaktan gelen bu bilgileri halen araştırıyorum ve yakında sonuçları açıklayacağım.
> X platformundaki takipçileri, o güne dek Gökhan Zan’ı destekleyen Kocakaya’ya, 180 derecelik bu dönüşünün nedenini sorduklarında ise Kocakaya Gökhan Zan’ı suçladı.
> Kocakaya’nın iletileri; Gökhan Zan’a ait bir ses kaydı olduğu ve Zan’ın Hatay Ak Parti yetkilileriyle para ilişkilerine girdiği üzerineydi.
> Zan’ın açıklamalarına göre; iletilerin ve şantajların başladığı dönemde Zan, yaşananları TİP’in Hatay’da bulunan yetkilisi milletvekili Ahmet Şık’a anlattı. Şık ise ona; “Olur böyle şeyler, iftiralar hep atılır, siyaset böyle, biz yanındayız.” minvalinde cevaplar verdi.
> Kocakaya’nın hakaret ve iddiaları devam edince Zan, 7 Mart 2024’te Kocakaya’nın iletilerinin ekran görüntülerini alarak bu kişiyi savcılığa şikâyet etti. Öte yandan belirsiz bir ses kaydı ile tehdit edilip şantaj yapıldığı, adaylıktan çekilmeye zorlandığı halde, böyle bir kaydı eline geçmediği için varsayım üzerinden ses kaydı şikâyetinde bulunmamıştı.
> Geçtiğimiz Cumartesi günü TİP milletvekili Ahmet Şık, Gökhan Zan’ı çağırarak ona ilgili ses kaydını dinletti. Zan, kaydın montaj olduğunu ve kayıtla birlikte hemen savcılığa giderek şikâyette bulunmak istediğini Şık’a iletti. Zan’ın demeçlerine göre Şık, ona kaydı vermeyi reddetti ve hem “Sen çok yoruldun, adaylıktan çekil istersen.” dedi hem de “Şikâyet için Pazartesi’ye kadar bekleyelim ve birlikte yapalım.” teklifinde bulundu. Bu teklifleri reddeden Zan, Pazar günü Şık’ın ses kaydını vermeye ikna olması sonucu avukatıyla birlikte Hatay savcılığına giderek ikinci suç duyurusunda bulundu.
> Zan, suç duyurusundan sonra yaptığı basın açıklamasında henüz partisinin kendi hakkında yaptığı açıklamadan habersizdi. Basın açıklaması bittikten sonra TİP’in onu adaylıktan çektiğine dair açıklama yaptığını öğrendi.
> Şahsi instagram hesabını TİP’in yönettiğini bildiren Zan, o gece TİP’in İnstagram hesabına erişimini ve kendini kamuoyuna karşı savunmasını engellediğini, kendi hesabına ancak VPN yardımıyla girip videoyu yayınlayabildiğini de açıkladı.
Kayıttaki şaibeler
> Mevzubahis kayıt çelişkilerle doluydu. Zan’la 24 Ocak 2024 tarihinde yani henüz TİP’in adayı olmadan önce yaptığım ve P24’te yayınlanan röportajda Zan bana; “Ak Partili spor bakanının, Mayıs seçimleri sonrası ona bakan yardımcılığı ve 81 ilde kuracakları spor tesislerinin başına geçmesi” teklifinde bulunduğunu, kendininse “Birlikte yürüyeceğim bir parti değilsiniz.” diyerek teklifi reddettiğin aktarmıştı. Bu beyana Ak Parti cephesinden bir yalanlama gelmedi. Ayrıca o dönem Zan, CHP hariç tüm partilerin ona çeşitli tekliflerle geldiğini de aynı röportajda aktarmıştı. Zan’ın gönlünde yatan ise aidiyet duyduğu CHP’ydi.
> Peki, 2023 Mayıs ayında bakan yardımcılığı teklifini ve diğer teklifleri reddeden Zan, 11 ay içinde ne olmuştu da birden bire -ses kaydına göre- Ak Parti’den para ister hale gelmişti? İşte malum ses kaydının çelişkilerinden biri buydu.
> Bir diğer çelişki ise konuşmaların akışı ve Zan’ın telefonu “Anladım” kelimesiyle açmasından verdiği cevaplara kadar kopukluklar içermesiydi. Turgay Kocakaya’nın, İskenderun’da oturdukları bir kafede sohbet esnasında sorduğu “Seçimi kazanamazsan ne yapacaksın?”sorusuna verdiği cevabı kaydettiğini ve bu bölümün malum ses kaydına montajlandığını öne sürdü Zan. Bu da kayıt açısından ciddi bir şüpheydi.
> Ses kaydında Kocakaya’nın “Şu anda Ak Parti il binasındayım, tuvaletten konuşuyorum.” dediği de duyulmaktaydı. İstanbullular ve Ankaralılar bilmeyebilir belki lakin Hatay’da partilerin il binaları yoktu. Ak Parti il binası denen yer, sadece küçük bir konteynerdi. Tuvalet de bu konteynerin içinde bulunuyordu. Herhangi biri, büyük bir binadayım ve tuvalete geçip gizli bir görüşme yapıyorum, dendiğinde bu sözlere inanabilirdi evet. Lakin bir Hataylı bu açıklamanın gerçekdışı olduğunu anlar ve sorardı elbette. Zan da bunu bildiğine göre neden Kocakaya’nın açıklamasına hiç tepki vermemiş ve normal karşılamıştı? Bu da bir şüpheydi. Ayrıca ses kaydının yayınlanmasından sonra bana ulaşan pek çok CHP ve TİP seçmeni kaynağım, aynı çelişkinin altını çizdi.
> 19 Mart günü gazeteci Enver Aysever’in Youtube yayınına canlı bağlanan Turgay Kocakaya bu defa da görüşmeyi bir villada yaptığını aktardı ve bu açıklama da ses kaydı açısından bir çelişkiydi.
> TİP’in bazı gazetecilerin haberlerine dayanak yaptığı ilk beyanına göre “ses kaydı kriminal incelemeden geçirilmiş, montaj olmadığı anlaşılmıştı.” Peki, TİP neden kaydı hangi kuruma, merciye, hangi tarihte incelettiğini ve inceleme raporunu kamuoyuna sunmuyordu? Hakikatin peşindeki gazeteciler olarak bizler bu soruyu sorarken, 19 Mart 2024’te TİP Genel Başkanı Erkan Baş “Ses kaydının gerçek olup olmadığını bilmediklerini” T24’e açıkladı. Bu açıklamaya dek TİP’e dayandırılarak yapılan haberler ise yalanlanmış oldu. Ortada ses kaydına ilişkin kriminal bir inceleme ve rapor yoktu. Bu durum ses kaydına dair şüpheleri artırdı.
TİP’e dair çelişkiler
> CHP’nin Hatay’da Lütfü Savaş’ı Hatay halkına aday olarak zorla dayatması sonucu ve Hataylıların tepkisi üzerine TİP, bence yerinde bir hamleyle, Gökhan Zan’a adaylık teklif götürmüş ve Zan da bu teklifi kabul etmişti. Lakin belirtelim; TİP teklif götürmese de Zan zaten bağımsız aday olacaktı. Peki, ortada Turgay Kocakaya ve kuzeni gibi şaibeli şahısların beyanı ve ilettikleri şüpheli bir ses kaydı dışında hiçbir delil, kanıt, belge yokken, TİP nasıl bu iddiaya dayanarak Gökhan Zan’ı adaylıktan geri çekti?
> Bu karar çok tartışıldı zira bu mantığa göre hakkında herhangi bir iddia ve iftira bulunan tüm adayların, TİP tarafından çekilmesi gerekiyordu. Hatırladığımız kadarıyla TİP İstanbul milletvekilleri Ahmet Şık ve Sera Kadıgil hakkında da Mayıs seçimleri döneminde pek çok iddia sosyal medyada güçlü bir şekilde dile getirilmişti. Eğer sadece bir iddianın varlığı, aday çekmek için yeterliyse neden bu iki vekil o dönem adaylıktan çekilmemişti?
> Eğer adayın parti geçmişi gündem yapılacaksa Gökhan Zan’ın neden İyi Parti’ye geçmek zorunda kaldığını, özünde CHP’li olduğunu en iyi TİP biliyordu ve öte yandan hakkında iddialar bulunan Sera Kadıgil de CHP geçmişinden gelmekteydi. Anlamak güç.
> TİP’in Samandağ ve Arsuz ilçe örgütleri, adaylık sürecinin başından beri Zan’ın İyi Partili olduğunu söyleyerek, onun büyükşehir adaylığına karşı çıkmıştı. Hatta genel merkeze “Gökhan Zan bizim ilçemizde çalışma yapmasın ve adaylarımızla yan yana görülmesin.” diye taleplerini iletmişlerdi. TİP genel merkezi bu isteğe boyun eğdi. Oysa Gökhan Zan zaten ne devrimciydi ne de hızlı bir solcu. CHP kökenli, Lütfü Savaş ve Kemal Kılıçdaroğlu tarafından vekilliği engellenerek İyi Parti’ye itilmiş sosyal demokrat bir kişiydi sadece. Solcular için vazgeçilmez olan ‘faşizme karşı tüm halkları, kimlikleri, bireyleri kapsama ve dönüştürme’ perspektifini ilçe örgütlerine anlatmak yerine, armudun sapı, üzümün çöpü dayatmasını kabul eden TİP genel merkezi Zan’ı, Samandağ ve Arsuz’daki parti çalışmalarının ve mitinglerin hiçbirine katmama kararı aldı. Peki, o zaman Zan’ı neden aday göstermişlerdi, sesini çıkarmadan evinde otursun diye mi?
> Açıkçası TİP, Gökhan Zan’a üvey evlat muamelesi yaparak dışladı oysa Zan, Hatay’da en az TİP kadar seviliyordu.
> Geçen hafta bana ulaşan CHP seçmeni Samandağlılar; “CHP’li Belediye başkanı Refik Eryılmaz’ın, Samandağ ön seçiminde seçilememesi nedeniyle, CHP’nin değil TİP’in adayını desteklediğini, hatta TİP meclis üyeliklerine 15 kişi yönlendirdiğini, Eryılmaz’ın akrabası ilçe başkanının ise sandık görevlilerini TİP’lilerden belirlediğini” iletti. CHP seçmeni tedirgindi. Hafta sonu yaşanan ses kaydı gelişmesi üzerine Samandağlılarla tekrar görüştüm ve iddialarını yineleyerek, bana bir isim listesi sundular. Dediklerine göre TİP Samandağ, ön seçimden bu yana “İlçede TİP, Hatay’da Lütfü Savaş” diyerek çalışma yapıyor, kendi adayları Gökhan Zan’ı değil, Lütfü Savaş’ı destekliyordu.
> Hafta içi bana ulaşan Samandağ Değişim İttifakı’ndan Erkan Düzce ise “Bu iddiaların yalan olduğunu, meclis üyelerinin hepsini ittifak olarak birlikte seçtiklerini, Refik Eryılmaz’la hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını, CHP sandık görevlilerinin TİP’lilerden oluşmadığını, Hatay’da ise Lütfü Savaş’ı desteklemediklerini” aktardı. TİP’in, Samandağ ve Arsuz’a Gökhan Zan’ı götürmeme kararını doğrulayan Düzce’ye, Gökhan Zan’a ait olduğu iddia edilen ses kaydına ve TİP’in tavrına dair düşüncesini de sordum. Düzce; “TİP kesin kanıt olmayan bir ses kaydı yüzünden değil, ‘İlçe örgütlerimiz Zan’ı istemiyor’ diyerek Zan’ı adaylıktan çekseydi daha uygun olurdu. Pusulalar da çıktığı için ortada kesin bir kanıt olmadığından adayın arkasında durmalıydı.” cevabını verdi.
> Arsuz’a gelirsek, benzer bir durum bu ilçe için de geçerliydi. TİP Arsuz ilçe örgütü başından beri Gökhan Zan’ın ilçelerinde çalışma yapmasını istemedi ve TİP genel merkezi de bu isteğe göz yumdu.
> Hal böyle olunca TİP’in kesinliği netleşmemiş ve montaj olma şüphesi yüksek bir ses kaydına dayanarak Zan’ı çekilmeye zorlaması, Zan kabul etmeyince de “adayımız değil” açıklaması yapması tartışmaya açık hale geliyor. Her ne kadar Erkan Baş, Zan’ın “kazanamazsam ne yapacağımı düşünmeliyim” beyanını kararlarına gerekçe olarak gösterse de Zan, her katıldığı yayında bu sözü Turgay Kocakaya ile dostane bir sohbetin TİP tarafından kendine sorulması üzerine söylediğini açıklıyordu.
> Şimdi Samandağ ve Arsuz’dan bana ulaşan birçok kaynak; “TİP’in Samandağ ve Gebze karşılığında Hatay’ı Lütfü Savaş’a hediye ettiğini, CHP ile TİP arasında bir anlaşma yapıldığını lakin Gebze’de Erkan Baş’ın kazanmasının mümkün olmadığını, Gökhan Zan’ı göz göre göre harcadıklarını” düşünüyor.
> Bu iddialara, Özgür Özel’in sürekli yaptığı “Biz Gebze’de TİP’in önüne aday çıkarmıyoruz ama TİP bize Hatay’da kaybettiriyor.” açıklamaları, Gökhan Zan’ın oy oranı yükselişe geçip Özel’in tekrar bu minvalde bir açıklama yapmasının ardından malum ses kaydının basına servis edilmesi trafiği de katılınca şüpheler oluşuyor.
> Hataylı yerel gazeteci Mustafa Dilek’in yorumu ise şöyle; ”TİP’in Hatay, Samandağ ve Arsuz’daki çalışmalarından, Gökhan Zan’a karşı dışlayıcı tavırlarından, Barış Atay’ın Gökhan Zan’la yan yana gelmek istememesinden zaten TİP’in Gökhan Zan’ı adaylıktan çekmek için bahane aradığı belliydi. Bence ses kaydı buna bahane oldu. Ortada kesin kanıt yokken hemen bu açıklamayı yapmaları da bu yüzden. Ben başından beri seçimden 15 gün önce TİP’in Gökhan Zan’ı çekeceğini öngörmüştüm.”
> Son olarak bu şüphelere, olaylı gecede TİP’in Gökhan Zan’ın şahsi İnstagram hesabına erişimini neden engellediği muammasını da ekleyebiliriz.
Not: Ses kaydı yayıcısı şüpheli Turgay Kocakaya’nın geçtiğimiz ay gece 03.00’te benim fotoğrafım ve kişisel verilerimin bulunduğu “terörist bağyan gasteci” başlıklı bir banner’ı X’te yayınladığını, ekran görüntülerini aldığımızı ve şahıs hakkında avukatım Tugay Bek’in suç duyurusunda bulunduğunu, şahsın bu paylaşımı X’ten sildiğini, iki bot hesabın da İçişleri Bakanlığının bana ilettiği maile göre siber suçlar masası tarafından inceleme altında olduğunu, kamuoyuna duyurmak isterim.
Yarın: Hatay seçim savaşları-2: CHP, Lütfü Savaş, paralı dosyalar
100 Yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük bir kısmına şahit olmuş iseniz, güncel gelişmelerdeki umutlu ihtimalleri daha heyecansız izlemeyi öğreniyorsunuz. Umut dopinglerine kolayından kapılmıyorsunuz.
Nihayetinde yüz yıldır demokratikleşmeyi reddeden bir Cumhuriyet var… O nedenle de hiçbir temel sorununu çözemiyor. Bu yüzden güncel siyasal propagandanın salvoları artarken biz de gittikçe ağırlaşan bir yaşamın kölesi oluyoruz.
***
Yerel seçimlere 10 gün kala Kürt Sorununun çözüm ihtimali etrafında yüksek bir umut enerjisi oluştu. 1 Nisan’dan sonra bu enerjinin nasıl ve nereye evrileceği daha netleşecek.
***
Temkinli ve tecrübeli bir Türkiye vatandaşı olarak 2007 yılında Kürt meselesinde neler oluyormuş diye baktım. 2007 yılında ülkeyi ve medyayı sarsan Dağlıca Baskını var. Yaşananları sanal ansiklopediden aktarayım:
“21 Ekim 2007 tarihinde saat 00.20’de PKK‘nın, Hakkâri ilinin Yüksekova ilçesine bağlı Dağlıca köyünde konuşlu Türk Silahlı Kuvvetleri Komando Taburuna karşı ağır silahlarla düzenlediği saldırıdır.
Devlete yakın kaynaklara göre Kuzey Irak‘tan gelen yaklaşık 150 kişilik bir PKK grubu, sınıra 4 kilometre uzaklıkta olan Komando Taburuna ağır silahlarla saldırmıştır.
İlk iddialara göre 16 askerin öldüğü, 10 askerin de kayıp olduğu haberi gelse de sonradan, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 12 ölü ve 10 kayıp olarak açıklanmıştır.
Genelkurmay Başkanlığının açıklamasına göre çatışmanın ardından yapılan takip operasyonlarında 34 PKK militanı etkisiz hâle getirilmiştir.”
***
Sonrasını da Ekim 2007 gazetelerinin haberlerinden okuyalım:
“Kaçırılan askerler 16 gün sonra terör örgütü tarafından serbest bırakıldılar. Serbest bırakılan 8 asker Diyarbakır ve Van’da istihbarat birimleri tarafından sorgulandıktan sonra askeri savcılık tarafından sorguya alındı.
Askerler çıkarıldığı Askeri Mahkeme’de askerlik disiplini zayıflatmak, emre itaatsizlikte ısrar ve yurt dışına firar suçlarından tutuklanarak askeri cezaevine gönderildiler.”
***
“Dağlıca saldırısından sonra hükümet sınır ötesi operasyon için Meclis’ten tezkere kararı aldı.
Tezkere kararından sonra Başbakan Erdoğan 5 Kasım’da ABD’ye giderek Başkan Bush ile görüştü.
Görüşmede PKK terör örgütü ortak düşman olarak ifade edildi. ABD yönetimi Türkiye’ye istihbarat paylaşımı yapma kararı aldı.”
***
“Türk Hava Kuvvetleri Kuzey Irak’taki PKK kamplarını bombaladı.
Irak’ın kuzeyindeki Zap, Avaşin, Hakurk bölgeleri ile derinlikteki Kandil Dağı’nın Irak tarafında kalan kesimlerinde tespit edilen terör örgütüne ait hedefler, 16 Aralık Türk Hava Kuvvetleri savaş uçaklarının saat 01.00’den itibaren uyguladığı geniş kapsamlı hava harekâtı, ardından da Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlı uzun menzilli silahlarla vuruldu.
Bu saldırıdan sonra 22 Aralık’ta ikinci bir hava saldırısı yapıldı. F-16’larla PKK’lı teröristlerin gizlendikleri kampları ve mağaraları yok etti.
Operasyon sonrası Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre 175 yer bombalandı, yaklaşık 200 terörist etkisiz hale getirildiği açıklandı.”
***
2007 yılından bu yana 17 yıl geçti… 17 uzun yıl.
Dağlıca baskınının neredeyse aynısını yeniden yaşadık… Kuzey Irak’ta Pençe Kilit operasyonunda 22 Aralık 2023’de 12 askerin şehit edilmesinin ardından 12 Ocak 2024’de de 9 asker daha şehit edildi.
1 ayda 21 askerin şehit edilmesi üs bölgelerinde zaafiyet tartışmalarına yol açtı.
Ve Dağlıca sonrası “alınan önlemler” ile ilgili neler okuduysak neredeyse tıpa tıp aynılarını bu yıl yeniden okuduk.
***
Bugünlerde ABD’de Suriye ve Kürt Sorunu ile ilgili tartışmalar var… ABD’nin Suriye’den çekilip çekilmemesi konuşuluyor.
Türkiye ile Irak arasındaki görüşmelerin ardından Irak’ta PKK konusunda tavır değişikliği söz konusu.
İç politikada “masaya oturma” etrafında enerjisi artan bir siyasi hareketlenme bulunuyor.
Farklı yorumlar, umut ile umutsuzluk arasında gidip gelen toplumsal bir salıncakta sallanıp duruyor.
***
Hep söylüyorum… Basın tarihi çok öğretici.
2007 yılı ile 2024 arasında yaşananlar açısından milim değişen bir şey yok. Benzer baskınlar, benzer ölümler, benzer tepkiler, benzer açıklamalar.
Niye hiçbir şey değişmiyor?
Çünkü gerçek bir hukuk devleti olmayı, demokratik cumhuriyete dönüşmeyi ısrarla reddediyoruz.
***
Evrensel hukuku ve demokratikleşmeyi inkâr eden Ankara ile sorunlar yıllardır çözülemiyor… Aynı acılar yaşanıp duruyor.
Tek umut, bu yük taşınamaz hale geldiği için yaşadığı sefalete daha fazla dayanamayan toplumun içinden doğacak demokrasi talebinde.
Sorunlar çözülecekse bu sayede çözülecek.
Yok eğer bu toplum kendi içinden böyle bir talep çıkaramazsa o zaman hep birlikte acıların içinde boğulup gideceğiz.
ABD ve medya yasaklarının, yan yana gelmeyecek kavramlar gibi gözüküyordu. Ama söz konusu olan, “ulusal güvenlik” kaygısı olunca, ABD tarihinin en ciddi medya yasağı yolda olabilir. Temsilciler Meclisi, TikTok’un Amerika’da yasaklanmasını öngören önemli bir yasa tasarısını 14 Mart’ta kabul etti.
Fakat, daha TikTok’un Amerika’da yasaklı hale gelmesinin önünde uzun bir süreç var; hatta, bu durum hiç gerçekleşmeyebilir de…
Uygulamanın Çinli sahibi ByteDance tarafından, ABD’li bir alıcıya satışının yapılmasını zorunlu kılan yasa tasarısının kanunlaşma süreci hâlâ başlangıç aşamasında. Öncelikle tasarının, Senato’dan onay alması gerekecek. Senato, konuya Temsilciler Meclisi’nden daha şüpheci yaklaşıyor. Yasama sürecindeki bir sonraki adım, tasarının Senato’nun değerlendirilmesine sunulması. Senato, tasarıda değişiklikler yapabilir. Pek çok senatör, şu anda yazıldığı şekliyle yasayla ilgili endişeleri olduğunu açıkladı. Örneğin, yasa tasarısının metninde açıkça TikTok ve ByteDance isimlerinin yer alması nedeniyle bazıları bunun Anayasa’nın, Kongre’nin yasama yoluyla belirli varlıkları hedeflemesini engelleyen bir bölümünü ihlal edebileceğinden endişe ediyor. Demokratların lideri New York Senatörü Chuck Schumer, tasarının oylamaya sunulup sunmayacağına dair bir açıklama yapmadı. Demokratlardan, Senato Ticaret, Bilim ve Ulaştırma Komitesi başkanı olan Washington Senatörü Maria Cantwell, “Senato’nun, Anayasa’ya uygun ve özgürlükleri de koruyan bir yol bulmaya çalışacağını söyledi.
Karmaşık bir süreç
Tasarı, Senato’dan geçerse, Başkan Biden’ın yasayı imzalaması gerekecek. Biden geçen hafta Kongre’nin onaylaması halinde tasarıyı imzalayacağını söylemişti. Ancak, Biden onayladıktan sonra bile TikTok’un yasaklanması söz konusu olmayabilir.
ByteDance’in uygulamayı satın alacak birini bulması için altı ayı olacak. ByteDance, bu süre içerisinde kendisini memnun edecek bir alıcı bulursa yasak, otomatikman ortadan kalkacak. Aksi takdirde, uygulama mağazalarının ve internet hizmeti sağlayan şirketlerinin artık TikTok’u indirme veya uygulamaya güncelleme gönderme olanağı sunmasına izin verilmeyecek.
TikTok, on milyarlarca dolarlık değere sahip: bu nedenle de satışı da kolay değil. ByteDance’in bulacağı alıcının hem ABD hem de Çin’deki yetkililerden onay alması da gerekecek. Dünyanın en başarılı “unicorn”u olan TikTok’un dünya genelindeki toplam değeri, 250 milyar dolara yakın bir değeri var. ABD’deki 170 milyona yakın TikTok kullanıcıları, toplamdakilerin sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor ama uygulamanın kârının önemli bir kısmını oluşturuyor.
TikTok’un ABD’deki girişimini satışa zorlama, ByteDance’in önüne zorlu sorular getirecek:
>Uygulamanın çekici yönlerinden biri, küresel çapta içeriğe erişim sağlaması. Tüm yasama süreci hayata geçerse ByteDance, TikTok’un yalnızca Amerika operasyonlarını satmaya veya devretmeye mecbur edilecek. Mevzuat, satış sonrasında ABD ve TikTok’un diğer küresel iştirakları arasında bağlantı kurulmasını yasaklıyor. Bu da, ABD’li bir TikTok’un ana şirketin algoritmalarına veya uygulamanın diğer küresel sürümlerine erişime ihtiyaç duyması durumunda karışıklıklara yol açacak.
> Çin hükümeti de, TikTok’un satışını engelleyebilir. Karşılık olarak Çin’in de, TikTok’un algoritmasının transferini engelleme olanağı verecek adımlar atması muhtemel.
> TikTok’un ABD iştirakı satışa zorlanırsa, gerçek değerinin altında satılacak; bu da, ABD ve Çin’in dengelenmeye çalışılan ilişkilerini gerecek.
Mahkeme süreci de söz konusu
Temsilciler Meclisi’nin tasarısı gerçekten de yasalaşırsa, TikTok veya bir başka taraf, muhtemelen konuyu yargıya taşıyacak. Bu hukuki mücadele sürerken de, olası bir yasak ertelenebilir. Ve, mahkeme kararı sonucu yasa tamamen iptal de edebilir.
Öte yandan, ABD’nin TikTok müptelası veya TikTok’tan kazanç sağlayan kesimleri de, Temsilciler Meclisi’nin başlattığı sürece son derece tepkili. TikTok gerçekten yasaklanırsa, ABD’de “isyan çıkacağını” bile iddia edenler var.
“Uygulama Fabrikası” lakaplı ByteDance, yazılım mühendisi Zhang Yiming tarafından 2012 yılında Pekin’de kurulmuştu. Şirket, algoritmalar konusunda dünyanın lider şirketi olarak görülüyor çünkü TikTok, Douyin ve Toutiao gibi amiral gemisi uygulamaları, uygulamalarını kullanıcılar için çekici hale getiren akışlar sağlayan özelliklere sahip.
Şirketin kurucusu Zhang, Çin’in Güneydoğusu’ndaki Fujian’da, Tianjin Nankai Üniversitesi’nde yazılım mühendisliği okudu. ByteDance’i kurmadan önce, Microsoft’ta kısa bir süre de dahil olmak üzere birçok teknoloji şirketinde çalıştı.
Zhang, 2021’de ByteDance’in yöneticiliğinden ayrıldı; şirketin yönetimini, kurucu ortağı ve üniversiteden oda arkadaşı Liang Rubo’ya devretti. Zhang, bu kararının sebebini açıklarken, “ideal bir yönetici olmak için gereken sosyal becerilere sahip olmadığını” ve gözlerden uzak biçimde şirketin uzun vadeli stratejisini düşünmeye zaman ayırmayı tercih ettiğini söyledi.
ByteDance’in yaklaşık yüzde 60’ı Carlyle Group, General Atlantic ve Susquehanna International Group gibi küresel kurumsal yatırımcılara, yüzde 20’si çalışanlara ve geri kalanı da Zhang’a ait. TikTok’un satışı, ByteDance’in uluslararası yapısı nedeniyle de komplike bir tablo arz ediyor. Uluslararası TikTok’un Singapurlu CEO’su Shou Zi Chew, şirketin yasağı önlemek için, “tüm yasal haklarını” kullanacağını söyledi.
ByteDance, 2020’deTikTok’un ABD’deki varlıklarını satmasını talep eden başkanlık kararnameleri yayınlayan Donald Trump yönetimi sırasında hedef haline gelmişti. Ancak, Trump’ın kararları federal mahkemeler tarafından engellendi. Yasak konusu ilk gündeme getiren Trump, şimdi ise TikTok’un yanında yer alıyor. Bunun sebebi de, başta Facebook ve Instagram’ın sahibi Mark Zuckerberg olmak üzere, ABD’li sosyal medya devlerine olan hıncı. Trump, TikTok’un yasaklanmasının, “Zuckerberg’gillere” yarayacağını da öne sürdü. Dahası, Trump’ın bir dönem sadık destekçilerinden eski Maliye Bakanı Steve Mnuchin de, TikTok’u satın almak isteyebileceğini açıkladı.
ABD siyasetinde Çin etkisinden endişe ettiklerini söyleyenler, yağmurdan kaçarken doluya tutulup, bir yakınına satılması halinde Trump etkisinde bir TikTok ile de karşılaşabilirler.
TikTok’un hikâyesi
ByteDance’ın ilk büyük başarıyı yakalayan uygulaması Toutiao, 2012’de piyasaya sürülmüştü. Toutiao, her kullanıcıya kişiselleştirilmiş bir içerik akışı sağlamak için makine öğrenimi algoritmalarından yararlanan veri toplamaya dayanan bir uygulamaydı. TikTok’un Çin’deki kardeş uygulaması Douyin, 2016’nın sonlarında piyasaya sürüldü ve ByteDance’in 100 milyondan fazla kullanıcıya sahip ikinci uygulaması oldu. Şirket, aynı dönemlerde Douyin’in TikTok adlı uluslararası bir versiyonunu da piyasaya sürdü. ByteDance, iki uygulamanın baştan itibaren iki farklı ürün olarak pazarlandığını söylüyor. Çin iç pazarına yönelik Douyin ve uluslararası piyasa için hazırlanan TikTok, aynı logoyu ve benzer kullanıcı arayüzü tasarımını paylaşıyorlar.
Çoğu büyük Çin şirketinde olduğu gibi, Çin Komünist Partisi’nin de 2014 yılında ByteDance’te bir parti şubesi kurması, Pekin’in şirket üzerindeki etkisine ilişkin şüpheleri arttırdı. Komünist Parti, 2019’da Byte Dance’in yerel yan kuruluşu Beijing ByteDance Technology’de yüzde 1 hisse alarak, yönetim kurulunda da yer edindi.
TikTok, firmanın ABD kullanıcı verilerini Çin hükümetiyle hiçbir zaman paylaşmadığını veya paylaşma talebi almadığını söyledi. TikTok, endişeleri gidermeye çalışmak için Oracle (ORCL.N) ile ittifak kurdu ve 2020’den itibaren Amerikalı kullanıcı verilerini ABD’li firmanın bulut altyapısında barındırmaya başladı.
Bay Fogg her gün, Reform Kulüp olarak anılan seçkin beyefendiler kulübüne giderdi. Yeni uşağını, kâhyasını, kıç toplayıcısını işe aldığı gün yine kulübe girdi, şapka ve bastonunu hizmetlilere teslim etti, şömine yakınında bir koltuğa oturdu ve gazetesi Morning Chronicle’ı açtı. The Morning Chronicle 1769 yılında Londra’da kurulmuş ve ünlü yazar Charles Dickens’ın da çalışmış olduğu bir gazeteydi. 1862’de yayını durdurulmuş, son baskısını 1865 yılında yapmıştı. Acaba Bay Fogg, 1872 senesinde Reform Kulüpte oturduğu koltukta gazetenin eski bir nüshasını mı okuyordu?
Fakat daha önce Bay Sheridan’ın ölüm tarihinin 1814 mü yoksa 1816 mı olduğuna dair bir tereddüt halinde Bay Verne’in beyanını esas aldığımız gibi, gazete’ye dair bir tereddüt halinde de Bay Verne’in beyanını esas alırız. Aksi takdirde, milyonlarca okuyucuya ulaşmış, kitapları Eğitim Bakanlıklarınca okul müfredatlarına alınmış dünya çapında meşhur bir şahsiyeti yanılgı içinde göstermek düşman kazanmamıza sebep olabilir.
Bir süre sonra Bay Fogg’un oyun arkadaşları kulübe geldiler ve kısa bir selamlaşmadan sonra her zamanki kağıt oyunları için masada yerlerini aldılar. Emektar bir kulüp hizmetlisi siyahlar içinde kıyafeti ve tabanları yumuşak kumaştan ayakkabıları ile sessizce gelerek masaya oyun kağıdı destesini bıraktı. Kulüp hizmetlilerinin sessizce dolaşmalarını sağlayan kumaş tabanlı ayakkabıların benzerleri Osmanlı Sultanının saray hizmetlilerinin ayağında da vardı. Acaba Osmanlı saray hizmetkârlarının papuçları Konstantiniyye’de mi üretiliyorlardı yoksa İngiliz üretimiydiler de ithal mi edilmişlerdi? Belki vakti gelince Manschester tekstil sanayicilerine sorup cevap alabileceğimiz bir konuydu bu. Fakat soylu mekanlarındaki hizmetlilerin sessiz ve adeta görünmez olmasına dair bu aşırı titizlik niyeydi? Onların getirip önünüze bıraktıklarını afiyetle yer içerken varlıklarının görünür olması acaba neyi bozuyordu?
Bay Fogg ve arkadaşları oyunlarına başlamışlardı. Konu oraya nasıl geldi ise dünyanın küçülmekte olduğuna dair bir sohbet açıldı. Oyunculardan biri, “Dünya artık eski dünya değil, küçüldü, yine de etrafını dolaşmak en az üç ay alır” şeklinde bir cümle kurdu. Bay Fogg, kendinden emin pürüzsüz bir ses ile “80 gün” dedi. İfadesi o kadar kesin ve keskin kenarlıydı ki, o iki kelime masanın ortasına fil gerisi boyutlarında bir iddia olarak düştü. Masadakiler “Mümkün değil, yapılamaz” dediler. Bay Fogg “Mümkündür, yapabilirim” dedi.
Oyunculardan biri, bankacı John Sullivan, bir ara Bay Fogg’a hak verir gibi oldu. “Rothal ve Allahabad arası Hint Yarımadası Demiryolları açıldığından beri 80 gün yeterli olabilir” dedi, “Morning Chronicle’ın hesapları da aynı yönde.”
“Ama kötü hava koşulları!?” dedi mühendis Andrew Stuart. Bir mühendis için makul bir soru idi.
“Hepsi dahil” dedi bay Fogg.
“Hindular ve kızılderililer rayları sökseler de mi? Trenleri durdurup vagonları soysalar da mı? Yolcuların kafa derilerini yüzseler de mi?” diye devam etti mühendis. Şimdi, mühendisten ziyade beyaz adam dünyası dışındaki dünyaların tekinsiz olduğuna dair uydurma hikâyelerle büyümüş bir ergen gibi konuşuyordu ki bu yönü ile öyle idi zaten.
“Hepsi dahil” dedi yine Bay Fogg sinir bozucu sakinlikte bir ses ile. Buna rağmen masada kimsenin sinirleri bozulmadı. Çünkü -mühendisin heyecanını bir kenara bırakırsak- herkes İngiliz soğukkanlılığına sahipti ve zaten hepsi de İngiliz ve centilmendiler.
Şu ana kadar söze karışmayan diğer oyuncular; bir diğer bankacı Samuel Fallantin, bira yapımcısı Thomas Flanagan (ki Flanagan oyuncu değil, oyunu seyreden yancı idi) ve masanın ağır topu, İngiltere Bankası yöneticilerinden, kulübün en saygın ve en zengin şahsiyetlerinden Gauther Ralph, oynanmakta olan kağıt oyunu esnasında masada ikinci bir oyunun gelişmekte olduğunu farkettiler.
Mühendis, bu kez sakin yaklaştı. “Teorik açıdan haklısınız fakat uygulamada…” “Uygulamada da öyle” dedi Fogg. “Sizi bunu başarırken görmek isterim.” dedi mühendis. “Birlikte gidelim” dedi Fogg.
Fogg’un mühendisi tahrik etmek gibi bir niyeti yoktu. Söylediklerine inanan ve inanmadığı cümleyi kurmayan, netlik, kesinlik yanlısı biriydi sadece. Bu özelliği vakit kaybını sevmeyen biri olması ile ilgiliydi. Vakit, Bay Fogg için herşeyin özü idi. Bay Fogg, saat, cetvel, pergel, büyüteç, deney tüpü, meridyen ve paralellere bölünmüş bir yer küre, bir termometre, barometre ve hisse senetleri karışımından oluşmuş biriydi. Bu kadar yoğun bir karışımın, bir mermi çekirdeği yalınlığına veya çuvaldız zarafetine bürünebilmesi anlaşılabilir bir şeydi.
Mühendis kendi ayağı ile mermi çekirdeğine doğru koştu, “Bu koşullarda bir yolculuğun gerçekleştirilmesinin imkânsız olduğuna 4.000 sterlin bahse girerim” dedi. Fogg sakinleşme talep etti, mühendis kabul etmedi. “Peki” dedi Fogg, “Baring Kardeşlerde 20.000 sterlinim var.”
Fogg, masaya Baring’s Bankasına ait 20.000 sterlinlik bir çek bıraktığında mühendisin öne sürdüğü miktarı beş ile çarpmıştı. Bu tavır, masadaki diğer oyuncuları da bahise davet etmek anlamına geliyordu. Bunu niye yapmıştı? 4.000 sterlin’in yolculuk masraflarını karşılamayacağını mı düşünmüştü? Düşünmüş müydü, hesaplamış mıydı? Hangi ara?
Tartışmanın başında, bu yolculuk için 80 günün yetebileceğine dair Bay Fogg’u destekleyen bankacı Sullivan, bir orta yol bulmak amacıyla, “Ama bu süreyi geçmemek için matematiksel olarak demiryollarından buharlı gemilere ve buharlı gemilerden demiryollarına atlamak gereklidir” dedi.
“Ben de matematiksel olarak atlarım” diye cevapladı Bay Fogg.
“Bu bir şaka olmalı” dedi Sullivan, söyleyecek başka bir söz bulamamıştı.
“İyi bir İngiliz, bahis gibi ciddi bir konuda asla şaka yapmaz” diye cevapladı Bay Fogg, “80 günde, yani bin dokuz yüz yirmi saatte veya yüz on beş bin iki yüz dakikada ya da daha az sürede katedeceğime dair isteyen herkesle yirmi bin sterlin bahse giriyorum.”
Masadakiler bir an için sessiz kaldılar. Hiç kimse “nasıl bir insan ile yaşıyoruz?” sorusunu aklına getirmedi. Çünkü insanın bir benzerini sorgulaması kendini sorgulamasına sebep olabilirdi. Bir koyup kaç alacaklarını hesaplamayı tercih ettiler. O kısa an içinde İngiltere Bankası yöneticilerinden Gauther Ralph, “dünya ile oynayan para ile oynar” diye geçirdi içinden. Ve hep bir ağızdan “kabul” dediler. Böylece dünyayı turlamak Bay Fogg için kaçınılmaz oldu.
Bir kulüp hizmetlisi, Beyefendilerin boş kadehlerini topladı. Yerde bir not kağıdı farketti. Notta, “Hizmetli sessiz olmazsa aranızdaki mesafeyi koruyamazsınız. Mesafeyi koruyamazsanız istediğiniz gibi yönetemiyebilirsiniz” cümlesi yazılıydı. Beyefendiler iddianın heyecanı içinde dalgalanıyorlardı. Kimse not ile ilgilenmedi. Hizmetli notu cebine attı.
*
Haftaya: Kısa bir hazırlık ve yola çıkış
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan 8 Mart günü Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) tarafından düzenlenen toplantıda konuşurken 31 Mart yerel seçimlerini kastederek, “Benim için bu bir final, yasanın verdiği yetkiyle bu seçim benim son seçimim, çıkacak netice benden sonra gelecek kardeşlerim için bir emanetin devri olacak” dedi.
Sayın Erdoğan’ın kurduğu cümle içerisinde “son seçimim”, “final” sözcüklerinin geçmesi, farklı nedenlerle herkesi heyecanlandırdı.
İyi Parti hızlı adımlarla eriyerek dümeni Cumhur İttifakına kırma çabasında olsa da hala çeşitli “Tayyip gitsin de…” çevreleri, bir an “Acaba?” diyerek sosyal medyayı hareketlendirdiler. Daha önce de, hatırlarsınız, Sayın Erdoğan “Milletimiz tamam derse…” demiş ve bunun üzerine X’de #Tamam hashtagi günlerce trend topic olmuştu (2018).
Belli ki bu konuşmanın hedef kitlesi, seçime günler kala hala arzu edilen “coşku” seviyesinin gerilerinde seyreden AKP camiasıydı. Alakası var mı bilmiyorum ama gece gündüz (evet gece de!) yollarda “dombra” yayını yapan seçim araçlarından yükselen ses daha da artırıldı sanki.
“Heyecan” çok da uzun sürmedi: AKP sözcüsü Ömer Çelik ve Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un, “Sayın Reis’in bir işaretine bakar, hemen TBMM’yi toplayıp gereğini yaparız” mealindeki açıklamaları, heyecanı yatıştırdı. Öyle ya, Reis “Bir dönem daha” dediğinde hangi yasa, kanun, anayasa, mevzuat ve dahi parlamento bunun önünde durabilirdi ki?
Erdoğan’ın sözlerinden “Artık cumhurbaşkanlığına aday olmayacağım” anlamı çıkaranların canları sıkılacak belki ama, kağıt üzerinde mümkün gibi görünen bu ihtimal, oldukça zorlama ve bir parça da hayal.
Yorumcuların işine karışmak gibi olmasın ama Sayın Erdoğan aynı konuşmasında, “Malum 31 Mart Türkiye’de bir dönüm noktası” da demişti ve aslında mevzunun bam teli de buydu: 31 Mart bir “dönüm noktası” ve “Bu seçim benim için final” yan yana okunduğunda Reis’in biraz atalet halinde olan taraftarlarını canlandırmak niyetinde olduğu gayet net anlaşılıyor. Mevzu cumhurbaşkanlığına tekrar aday olmak istememesiyle ilgili değil yani.
İstanbul’da Murat Kurum’un yürüttüğü kampanyanın pek de başarılı gitmiyor görünmesi, Erdoğan’ı, aslında İstanbul’u kastederek söylediği “dönüm noktası” hassasiyetiyle “sahaya” ağırlığını koymaya zorluyor.
Fakat tam da bu durum beraberinde ciddi bir riski göze almayı gerektiriyor. 2019 Mart ve Haziran seçimlerinin ardından, adını bile anmadan “O zat” diye hitap ettiği Ekrem İmamoğlu bir kez daha İBB Başkanlığına seçilirse, Murat Kurum’dan ziyade Recep Tayyip Erdoğan’a karşı “zafer” kazanmış olacak. Böyle anlaşılacak, böyle yorumlanacak ve İmamoğlu, siyasi tarihimize “Son 22 yılda Recep Tayyip Erdoğan’ı seçimlerde yenilgiye uğratan tek adam” olarak geçecek. Taraflar bunun farkında tabii ki.
***
Gördüğüm kadarıyla bir de Rasim Ozan Kütahyalı farkında.
Dem Parti İBB Başkan adayı Meral Danış Beştaş’ın X’teki paylaşımını alıntılayarak şöyle yazmış ve profiline de sabitlemiş geçen gün (12 Mart):
“Eğer 31 Mart’ta Meral Danış Beştaş, % 9 oy oranını yakalayabilirse;
1- İmralı’ya tecrit kaldırılacaktır.
2- Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve hapisteki Kürt siyasetçiler serbest kalacaktır.
3- Kürt belediyelerine kayyum atanmayacaktır.
Mühür İstanbul Kürtleri’nin elindedir…”
ROK, apaçık Kürt seçmeni İstanbul’da Dem Parti adayları etrafında yumruk gibi kenetlenmeye davet ediyor. Sadece davet de değil görüldüğü gibi, promosyon kabilinden özendirme ödülleri de var. Ama açık seçik şartlarını da belirtmiş: Söze “Meral Danış Beştaş en az yüzde 9 oy alacak” diye başlamış zaten. Neden 6, 7 veya 8 değil de 9? Hesap kitap meselesi tabii.
Bir de davetin kapsama alanını İstanbul olarak vurgulamış; diğer seçim bölgelerinde herkes kafasına göre takılabiliyor, sıkıntı yok…
2019 seçimlerinde “İmralı’dan mektup geldi” hamlesi ile Osman Öcalan’la TRT röportajı iş görmeyince, belli de olmaz ama bu seçimde herhalde bu tür ters teptiği anlaşılan yollara başvurmayacaklar.
Kürt seçmenin İmamoğlu’ndan uzak durması nasıl sağlanacak peki?
CHP Grup Başkanvekili ve Afyon Belediye Başkanı Adayı Burcu Köksal’ın “Bizim belediyeye Kürtler giremez!” dercesine yaptığı ırkçı çıkış biraz “umut” yaratmadı değil AKP cenahında. Ne var ki Ekrem İmamoğlu da öğrenmiş görünüyor bu işi; açık seçik bir ifadeyle Köksal’ı kınadı, istifaya davet etti.
Şu “para sayma” görüntüleri de fos çıktı galiba. Görüntüler 2019 yılına ve CHP il binasının satın alınmasına ilişkin imiş. Yaratılmak istenen “İmamoğlu’nun adamları para istifliyor, yolsuzluk var” algısı pek etkili ve inandırıcı olmadı yani.
ROK’un çıkışı “imdada” yetişmiş oluyor bu durumda: İmamoğlu’na değil kendi partinizin adayına oy verin ey Kürtler! Selahattin’i bırakacağız, yanında Kavala’yı da. İmralı’da tecrit son bulacak, Öcalan’a yeni bir TV, aile ve avukat açık görüşü imkanları getirilecek, Türk Tarih Kurumu ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin yeni yayınları verilecek. “Fiziki özgürlük” için söz veremiyoruz ama ona da bakacağız. Ha, bir de kayyumları asli görevlerine iade edeceğiz…
Tabii ROK, bu çıkışında inandırıcı olmak adına yarın öbür gün “İstanbul’da oylar Meral Danış Beştaş’a!” kampanyası başlatabilir. Kampanyasının sloganı da muhtemelen bağıran bir fotoğrafı eşliğinde “Benim oyum Dem Parti’ye! Ya senin?” olur.
Gelgelelim Kürtler tarihler boyu başlarına hep olmadık işler geldiği için, özellikle doğrudan veya dolaylı devletten gelen bu tür adımlara karşı, yoğurdu üfleyerek yemeleri gerektiğini bilen bir halk.
Dahası, “Madem öyle” deyip tam tersi bir davranış sergilemeleri olasılığı da var. 2019 seçimlerinde öyle olmuştu…
“E hani yazının özlü sözü?” diye soranlara gelsin: Ji her hesinî şûr çênabin (Her demirden kılıç yapılmaz).
“Hem Kuzey Kutbu hem de Güney Kutbu üzerinde çalışmak için 1.73 milyar dolarlık bir araştırma programı olan dördüncü Uluslararası Kutup Yılı, Paris’te başlatıldı.”
Böyle bir habere rastlasanız ne yaparsınız?
***
Mart 2007 yılı haberleri içinde kaybolmuş bu kısa cümle çok ilgimi çekti.
“Uluslararası Kutup Yılı” ne demek?
Hem de 4.’sü…
***
“Uluslararası Kutup Yılları (UKY), kutup (Arktik ve Antarktika) bölgelerinin benzersiz ortamlarına (flora ve fauna, buz ve buzullar, iklim ve coğrafi yapı gibi) odaklanan, ulusal ve genellikle kısa ömürlü keşif gezilerinin yerine, disiplinler arası, çok taraflı ve uluslararası iş birliğine dayanan bilimsel programlardır.”
Kısacası insanlığın yerküreye kutuplar üzerinden sahip çıkma hikayesi.
***
Son 142 yılda dünyanın dört bir yanından bilim insanları kutup bölgelerinde bilimsel araştırma ve keşif programları gerçekleştirmek için dört kez bir araya gelmiş, “Uluslararası Kutup Yılı” konferansları tertiplemişler.
Her “kutup yılı”, bilimde uluslararası iş birliğinin önemli bir simgesi olmuş.
Bilim insanlarının ve hükümetlerin uluslararası iş birliğinde kazandıkları deneyim, diğer uluslararası bilimsel iş birliklerine zemin hazırlamış.
***
Bilim insanları kutup bölgelerinde bilimsel araştırma ve keşif programları gerçekleştirmek için ilki 1882 yılında olmak üzere dört kez bir araya gelmiş.
Uluslararası Kutup Yılı Toplantısı’nın ikincisi, birincisinden ancak 50 yıl sonra 1932 yılında, üçüncüsü 1957’de ve dördüncüsü de 2007 yılında gerçekleşmiş.
***
Carl Weyprecht, 1838 ila 1881 yılları arasında yaşamış olan Avusturya-Macaristan donanmasında bir deniz subayı. Aynı zamanda da bir kâşif.
Arktik kâşifi ve bilimsel kutup araştırmaları için uluslararası iş birliğinin ilk savunucusu olarak bilinmekte.
Bunun gerçekleştiğini görecek kadar yaşamamış olmasına rağmen, ilk Uluslararası Kutup Yılı’nın organizasyonuyla anılagelmiş.
Bu fikrini 1872-1874 tarihlerindeki Arktik seferi sonrası, 1875’te Viyana Bilimler Akademisi toplantısında dile getirmiş.
Weyprecht, kutup bölgeleri dünyanın fiziksel durumu hakkında önemli bir araştırma alanı sunduğunu söylemiş.
***
Dört yıl sonra Weyprecht, 1879’da Roma’da düzenlenen Uluslararası Meteoroloji Kongresi’nde (günümüzdeki adıyla Dünya Meteoroloji Örgütü) tüm hükümetlere, kutup bölgelerinde bilimsel gözlemler yapmak amacıyla kutup keşif gezileri düzenlenmesi ve Arktik’te bir yıl boyunca aynı anda farklı gözlemlerin gerçekleştirileceği istasyonlar kurulması önerilerinde bulunmuş.
Kongre konuyu tartışmak için bir Uluslararası Meteoroloji Komisyonu atamış ve özel bir konferans toplama talimatı vermiş.
***
Birinci Uluslararası Kutup Yılı toplantısı öncesinde birçok uluslararası kutup konferansları düzenlendi…
Bunlar arasında 1881 yılında yapılan Üçüncü konferans en önemli konferans olmuş…
1 Ağustos 1881’de St. Petersburg’da toplanmış ve katılımcı ülkeler tüm istasyonlarda gözlemlerin başlama tarihini 1 Ağustos 1882, bitiş tarihini ise 1 Eylül 1883 olarak belirlemiş.
Böylelikle tarihte ilk kez, 11 devletten -ABD, Almanya, Avusturya-Macaristan, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İsveç, Kanada, Norveç ve Rusya- bilim insanları, 13 ay boyunca araştırma gerçekleştirmek için bir araya gelmiş.
Erişimi zor bölgelere keşif gezileri düzenlenmiş, kutup aşan (transpolar) noktalarda kış kampları ve gözlemevleri oluşturulmuş. Arktik’te 12 ve Antarktika’da iki keşif istasyonu kurulmuş.
***
Basın tarihi treninin durduğu 2007 yılında, 1 Mart’ta Paris’te yapılan 4. Uluslararası Kutup Yılı toplantı haberini bizim gazetelerin ilk sayfalarında bulamadım.
Halbuki Arktik ve Antarktika’daki gözlemlerde Türkiye dâhil 63 ülkeden binlerce bilim insanı yer almış.
200 proje gerçekleştirilmiş.
Bu projelerin hedefleri arasına eğitim, sosyal yardım ve bilim sonuçlarının halka iletilmesi ve yeni nesil kutup araştırmacılarının eğitilmesi bulunuyormuş.
Ama bizim basın bunların hiçbiriyle ilgilenmemiş.
***
Kutuplar eriyor… Küresel iklim krizi derinleşip yoğunlaşıyor.
Avrupa Birliği’nin Copernicus uydu izleme sistemiyle yapılan ölçümlere göre geçen ay, dünya genelinde şimdiye kadar kaydedilen “en sıcak şubat” oldu.
Copernicus’tan yapılan açıklamaya göre, dünya genelinde geçen ay ortalama yüzey hava sıcaklığı 13,54 santigrat derece olarak ölçüldü.
Aslında ciddi ve sinsi bir felaket adım adım yaklaşıyor.
***
150 yıl önce “kutupları gözlemleyelim” diyen bir adamın gördüğü ve herkese anlatmaya çalıştığı sorunu şimdi bütün dünya bizzat yaşıyor.
Dünyanın bu sorunu fark etmesi epey zaman aldı.
Bu gecikmede tabii basının görevi söz konusu ama bu da tartışılabilecek bir gazetecilik ikilemi:
Basın sadece toplumun dikkat ettiği konuları mı haber yapmalı yoksa toplumun ilgilenmediği önemli konuları toplumun dikkatine sunmak da onun işinin bir parçası mı?
Eğer basın gelmekte olan bu felaketi çok önceden ciddiyetle incelese, duyursa, toplumun bu konuda siyasetçileri zorlamasını sağlasa belki bugün daha farklı bir küresel iklimde yaşıyor olabilirdik.
***
Tabii benim bu söylediklerim medyanın evrensel ilkeleri ve tutumuyla ilgili.
Bizim ülkenin yerel medyasına gelince…
Onlar, bırakın evrensel sorunlarla ilgilenmeyi Türkiye’nin sorunlarıyla bile ilgilenmiyorlar.
Sokakta, pazarda, markette yaşananlar henüz “siyasetçilerin” nutukları kadar dikkati çekmiyor.
Bu yüzden de bizim ülke kutuplardan da hızlı eriyor.
Rusya’da, 15-17 Mart 2024 tarihlerinde başkanlık seçimi yapılıyor. Seçimlerin kazananı şimdiden belli: Ülkenin sekizinci başkanlık seçiminin galibinin yine ve yeniden Vladimir Putin olması bekleniyor. Yine de, prosedürel olarak hiçbir adayın oyların yarıdan fazlasını alamaması durumunda, 7 Nisan 2024’te ikinci tur yapılacak. Her halükarda, kazananın; yani Putin’in yeni görev dönemi 7 Mayıs 2024’te başlayacak. Böylece, 5. dönemine başlayan Putin, Jozef Stalin’den sonra ülke tarihinde en uzun devlet başkanlığı yapan kişi olacak.
Putin’in kazanacağını biliyoruz: o zaman, bu seçimlerin önemi ne? Putin, Rusya’nın siyasi sisteminin “efendisi” olarak, azametini sergileyerek kazanmak zorunda. Bunun için de, federal bürokrasinin üst kademeleri ve bölgesel yöneticilerin yarattığı baskıyla güçlü bir katılım oranı yakalaması ve ezici düzeyde yüksek oy alması gerek.
Rusya gibi otoriter bir sistemde, Putin’in hedefine ulaşması kolay görünebilir. Evet; seçilme hedefine ulaşması konusunda sorun yok. Zira, seçimlerde kendisine karşı yarışan gerçek bir rakibi bulunmuyor.
Seçimlerde, Putin’in en büyük rakibi, aşırı milliyetçi Rusya Liberal Demokrat Partisi (LDPR), lideri Leonid Slutsky. Ve Slutsky, 19 Aralık 2023’te aday olurken şöyle diyordu: “Putin, seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanacak. Ben de, Rusya’nın Başkanı’nın oy kaybına neden olmayacağım”.
Öte yandan, Komünist Parti başkanı Gennady Zyuganov aday olmayı reddetti ve yerine 75 yaşındaki Nikolai Kharitonov, Komünistlerin adayı oldu. Kharitonov da aday olurkenki açıklamasında, “Görevimiz seçim kampanyası sırasında halkı bir araya getirerek tüm cephelerde zafer elde etmek” diyordu. Tüm cephelerle kastedilen tabii ki, Ukrayna Savaşı ve hedefin de, bu süreçte Putin’in elini güçlendirmek olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Kremlin genç rakibi istemedi
71 yaşındaki Putin’in en genç rakibi, Rusya parlamentosu Duma’nın başkan yardımcısı Vladislav Davankov. 1984 doğumlu Davankov, muhafazakar bir isim; ancak, merkez sağ Yeni İnsanlar Partisi’nin (Новые люди-Novyye lyudi) kurucularından. Parti, Ukrayna Savaşı’nda ateşkes ve barış görüşmelerini savunan, Duma’da temsiliyeti olan yegâne siyasi hareket. Yeni İnsanlar, Ukrayna Savaşı nedeniyle silah altına alınmaya bazı istisnalar getirilmesi için kanun tasarıları sunmuştu.
Genç Davankov’un, Ukrayna Savaşı’na karşı olanların oylarını alabileceğini öne sürenler var. Açıkça savaş karşıtı olan aktivist Boris Nadezhdin’in adaylığı, adına toplanan imzaların geçersiz sayılıp engellenmişti. Nadezhdin’in destekçilerinin Davankov’un oylarını yüzde 10’unun üzerine taşıyarak, kendisini Putin’in ardından en yüksek oy alan aday haline getirebileceğini öne sürenler var. Sadece kendisine gelen oylarla, Davankov’un yüzde 3 civarı bir oyda kalması muhtemel. Fakat, Davankov’un “avantajı” gençliği. Bu seçimlerde, bir şekilde “şaşırtıcı” bir başarı elde edip, Putin’e karşı yüzde 10’luk bir başarı gösterse bile; Rusya siyasetinin geleceğindeki yerini garantileyebilir. Putin, bu oylamadan sonra 2030’a kadar seçimlerle uğraşmak zorunda değil: ancak, 77 yaşını devireceği bir sonraki seçimlerde artık meşruiyetini koruması iyice zorlaşacak. Geleceği gözeten Putin’in Davankov’un adaylığına itiraz ettiği ama Yeni İnsanlar’ın nüfuzlu lideri, liberal işadamı Alexei Nechaev’in, bazı oligarkların da desteğiyle bu genç ismin oy pusulasında yer almasını sağladığı söyleniyor.
Öte yandan, siyasetin “ağır topların” adaylığı söz konusu olabilseydi; Putin için daha prestijli bir zafer söz konusu olabilecekti. Bahsettiğimiz “ağır toplar”, Yeni İnsanlar’ın lideri Alexei Nechaev veya Komünist Parti’nin lideri Zyuganov: Kremlin, her ikisinin de aday olmasını istiyordu ancak, kendileri yanaşmadı. Bu durum da, başlı başına kriz göstergesi.
Neticede, Kremlin’in Putin’e karşı toplamda yüzde 20’lik bir muhalefeti tolere etmesi etmesi mümkün. Hatta, bu düzeyde bir muhalefet, Putin’in de arzuladığı bir şey. Çünkü, tamamen “tavşan adaylardan” oluşan bir seçim “yarışı” yerine; bir “tık” olsun rekabetin olduğu oylamada katılımı arttırmakta daha kolay. 2018 başkanlık seçimlerinde Putin, yüzde 67,5 katılım oranını tutturmuş ve yüzde 76,7 oy almıştı. Şimdiki seçimlerde, her iki “rekorun” da kırılması gerekiyor. 2018’in katılım ve oy oranlarının aşılması, Putin’in hala “özel askeri operasyon” olarak adlandırdığı Ukrayna Savaşı’na onay olarak lanse edilebilecek.
Ukrayna Savaşı ertesi “görev onayı” yoklaması gibi
Bu seçimler, Putin’in ülkesini böyle büyük bir savaşa soktuktan sonraki “görev onayı”nın ölçülmesi gibi. Sandıktan Putin’in arkasında buluşan ulusal birlik gösterisine dönüşecek bir sonuç çıkması, sadece onun değil; savaşın meşruiyetini de daha da güçlendirecek. Kremlin, ayrıca işgal altındaki beş Ukrayna eyaletinde de oylamayı, “halkın Rusya ile yeniden birleşmekten duyduğu derin memnuniyetin” kanıtı olarak yansıtacak.
Fakat, sonuçlar ne olursa olsun, Yeni İnsanlar’ın lideri Alexei Nechaev veya Komünist Parti’nin lideri Zyuganov gibi, Putin’e rakip olamayacak ama bir nebze olsun ağırlığa isimlerin bile Rusya’nın “sandık oyununda” figüran olmayı reddetmeleri dahi başlı başına bir gösterge.
Seçimlerden sonra, Rusya üzerine çalışan siyasi analistlerin “yönetilen demokrasi” (managed democracy) diye adlandırdıkları sistemi pekiştirmek için Kremlin’in harekete geçmesi olası. Bu da, “korku düzeyinin arttırılması” ve Ukrayna Savaşı’na, ülkedeki yönetime yönelik en ufak eleştirisi olanın cezalandırılması anlamına geliyor.
30 Aralık 2022’de Ankara Çukurambar’daki ofisinden çıkarken, motosikletli bir infaz timi tarafından öldürülen eski ülkü ocakları genel başkanı Sinan Ateş cinayetindeki sır perdesi halen aralanmadı.
Şimdiye kadar dosya kapsamında;
> Tetikçi Eray Özyağcı’nın cinayet öncesi firari durumda olmasına rağmen gayet rahat davrandığı,
> Eray Özyağcı’yı, İstanbul’dan Ankara’ya özel harekât polislerinin getirdiği,
> Suikastı Hasan Ferit Gedik cinayetinden ceza alan ve aynı Özyağcı gibi firari durumda olan Doğukan Çep’in organize ettiği iddiası,
> Suat Kurt’un cinayet öncesi Çukurambar’da keşif yaptığı,
> Eski ülkü ocakları genel merkez yöneticisi Tolgahan Demirbaş’ın cinayet sonrası tetikçi Eray Özyağcı’yı kaçırdığı iddiası,
> Tolgahan Demirbaş’ın cinayet büro amiri M.E.A. ile yaptığı görüşmelerde, ondan Sinan Ateş’in adres ve konum bilgilerini isteyip Ateş için “İpini çekmişler.” ifadesini kullandığı,
> M.E.A.nın bu bilgileri Tolgahan Demirbaş’a verdiği ve cinayetten sonra ise Sinan Ateş dosyasında görev aldığı,
> Tolgahan Demirbaş’ın MHP Mersin milletvekili Olcay Kılavuz’un evinde yakalandığı fakat bu iddiayı ifadesinde reddettiği gibi detaylar ortaya çıkmıştı.
Soruşturmada yaşanan savcı değişikliklerini ve cinayetin üzerinden bir yıldan fazla süre geçmesine rağmen halen hazırlanamayan iddianameyi de düşündüğümüzde; Sinan Ateş dosyası, kamuoyunun gündemde tutması ve takibiyle ite kaka, ağır aksak yürütülüyor diyebiliriz.
En önemli ve gizemli konu ise; bu cinayetin siyasi ayağı ve infaz timini hangi yapının yönlendirdiği.
Asıl üzerine gidilmesi gereken konu tam da bu.
Ramazan Kubat: Bir gün önce takip edildim
Dosya bu durumdayken ulaştığım yeni bir bilgiye göre; Sinan Ateş’i hedef alan ve öldüren yapı, cinayetten bir gün önce CHP eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanı ve eski MHP Ankara il başkan yardımcısı Ramazan Kubat’ı da hedef almıştı.
Konuya dair görüştüğüm Ramazan Kubat, bilgiyi teyit ederek, Sinan Ateş’in 20 yıllık arkadaşı olduğunu, onu çok sevdiğini belirtti ve Ateş cinayetinden önce ciddi tehditler aldığını, bu kapsamda avukatıyla birlikte şikâyette bulunduğunu, aktardı.
Kubat ayrıca; Ateş cinayetinden bir gün önce motorlu bir kişi tarafından takip edildiğini, beraberinde farklı araçlardaki arkadaşları da olduğundan bu takibi birlikte atlatmaya çalıştıklarını, çeşitli kavşaklardan dönerek en son aracıyla bir benzin istasyonuna girdiğini, motorlu kişinin ise aynı istasyona girerek benzin almaya veya alışveriş yapmaya gerek dahi duymadan sadece onu beklediğini, benzin istasyonundan çıktığında ise motorun aracına yaklaşmaya çalıştığını fakat arkadaşlarının araçlarıyla araya girmesi sonucu motorlu kişinin uzaklaştığını, sözlerine ekledi.
Bu bilgilere göre; motorlu kişinin takibini, arkadaşlarının yardımıyla atlatan Ramazan Kubat, yüksek ihtimalle öldürülmek için hedef alınmıştı. Belki de gerçek hedef oydu. Zira aynı dönemde Kubat’ın eşinin de takip edildiği ve haklarında bir istihbarat çalışması yapıldığı, iddia edilen bilgiler arasında.
“CHP’ye geçmem rahatsızlık yarattı”
CHP’ye geçtikten ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanı olduktan sonra hedef alındığını belirten Kubat; “Ben kendimi herhangi bir ideolojiyle tanımlamıyorum. Sadece Türk milliyetçisiyim. Ömrüm ülkü ocaklarında geçti. O camiadayken malımla, mülkümle, paramla herkese yardım ettim, emek harcadım. CHP’ye geçtikten sonra ise Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi’ni kurduk ve 61 ilde teşkilatlandık. Her ilde, binlerce kişinin katılımıyla toplantılar düzenledik. Beni tanıyan ve seven pek çok Türk milliyetçisi, akın akın bu toplantılara geldi. Bu durumun bir rahatsızlık uyandırdığı aşikâr.” dedi.
“Kirli bir yapı söz konusu”
Kubat, Sinan Ateş cinayetinin siyasi ayağı hakkında bilinen pek çok yoruma ise katılmıyor ve; “Olcay Kılavuz’un adı bu cinayette çok fazla geçiyor lakin Kılavuz’u tanırım, ülküdaşını öldürecek biri değildir. Aynı şey Devlet Bahçeli için de geçerli. Bahçeli’nin böyle bir cinayete ortak olduğuna veya emrini verebilmiş olacağına inanmıyorum.” diyor.
Tehdit edilip hedef alınmasının ve Sinan Ateş cinayetinin arka planında; çeşitli siyasi partilerin içine sızmış şahısların da yer aldığı büyük bir yapının söz konusu olduğunu söyleyen Kubat; Ateş dosyasının, kamuoyunun baskısıyla yürüdüğünü de sözlerine ekliyor.
Kubat’a; Sinan Ateş’in, Mersin Limanı’ndaki uyuşturucu trafiği hakkında bilgi sahibi olduğu ve bu nedenle uyuşturucudan çıkar sağlayan gruplar için tehdit olarak algılanıp hedef alındığı, şeklindeki iddialara dair görüşünü de sordum. Kubat; bu iddiaların magazinsel ve hedef saptırma amaçlı olduğunu düşünüyor.
Kubat’a; İyi Parti lideri Meral Akşener’in Sinan Ateş’e sahip çıkması konusunda düşüncesini sorduğumda ise; İyi Parti ve Meral Akşener’in bu cinayete dair tavırlarını samimi bulmadığını, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise, insani değerleri yüksek bir kişi olduğundan, Sinan Ateş’in öldürülmesine en çok üzülen isimler arasında bulunduğunu, hatta bu duruma bizzat şahit olduğunu, belirtti.
Kubat’ın isteği; adaletin yerini bulması ve cinayetin ardındaki, onu da hedef alan kirli yapının ortaya çıkarılması. Bu konuda adalete güvenmek istiyor.
Soruşturma derinleştirilmeli
Şimdi ortaya çıkan tabloya baktığımızda; Sinan Ateş cinayeti soruşturmasının, hiçbir odağın engellemesine ve manipüle etmesine izin verilmeden, güvenilir bir ekip tarafından derinleştirilerek sürdürülmesinin çok önemli olduğu görülüyor.
Zira bu cinayetin perde arkasında; Kubat’ın da belirttiği gibi, sadece tek bir siyasi ayak veya partinin değil, farklı siyasi partilerin içine sızmış kişilerin yer aldığı kirli bir yapının ortaya çıkma olasılığı mevcut. Elbette ki olası bu yapının ülke için büyük bir tehdit oluşturma durumu da gözden kaçmamalı.
İleride, böyle bir yapının var olup olmadığını ve olası hedefleri konusunu, ulaştığım bilgiler doğrultusunda ele alacağız.
Asya Pasifik’in 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü gerçekten kutlayanlar, Tayvanlılar oldu. Kadınların şiddet mağduru olmasını engellemek amacıyla yapılan kapsamlı yasal değişiklikler, 8 Mart’ta yürürlüğe girdi.
Tayvan için 2023 senesi, kadınların uğradıkları tacizleri gündeme getirdiği uluslararası “#MeToo” hareketinin ülkede fırtına gibi estiği bir dönemdi. Siyaset de, tabandan gelen rüzgârın etkisiyle, kadınları taciz ve şiddetten koruyan üç temel kanunda; “Cinsiyet Eşitliği Eğitim Yasası”, “İstihdamda Cinsiyet Eşitliği Yasası” ve “Cinsel Tacizi Önleme Yasası” ve ilgili mevzuatta ilerici değişiklikler gerçekleştirdi.
#MeToo hareketinin Tayvan’da kamuoyunda yarattığı heyecan, Mayıs 2023 sonlarında Netflix’te yayınlanan “Fırtınalı Seçim” (Wave Makers-人選之人—造浪者) adlı dizinin etkisiyle başladı. Dizi, siyasette dönen entrikalarla beraber, genç kadınların işyerinde ve siyasette yaşadıkları taciz olaylarını da konu alıyordu. Kadın oyuncuların çoğunlukta olduğu dizide, üst düzey bir kadın siyasetçi, kampanya esnasında cinsel saldırıya uğrayan bir stajyer kadının yaşadıklarını gündeme getirmeye karar veriyordu.
31 Mayıs’ta Chen Chien-jou adlı eski bir Demokratik İlerici Parti (DPP) çalışanı Facebook’ta, o zamanki partinin genel sekreter yardımcısı olan Hsu Chia-tien’in kendisine ofislerinde cinsel tacizde bulunmaya çalıştığını paylaştı. Chen, paylaşımlarını “Fırtınalı Seçim” dizisinin etkisiyle yaptığını da açıkladı. Dahası, yaşadıklarının “bir istisna” olmadığını ve birçok parti çalışanı kadının kendiyle aynı duruma düştüğünü de belirtti. Chen’i taciz etmeye çalışan Hsu 1 Haziran’da istifa etti ve Tayvan’ın Çalışma Bakanı Yardımcısı Tsai Mu-lin, cinsel istismar vakalarını örtbas etmeye çalışmak ve kadınlara karşı saygısız davranmakla suçlanınca istifa etmek zorunda kaldı.
İfşa dalgası
Chen’in ifşaatı ve Hsu’nun istifasıyla beraber, sosyal medya üzerinde siyasetçilerin ve toplumda diğer güçlü figürlerin tacizleriyle ilgili paylaşımların ardı arkası kesilmedi. Tayvan Cumhurbaşkanı ve eski DPP Başkanı kadın siyasetçi Tsai Ing-wen’in yanı sıra, Parti Başkanı ve o dönem başkan adayı olan Lai Ching-te, parti adına birçok kez özür diledi. Suçlamaların asıl odağında hükümetteki DPP olsa da, Tayvan’ın ana muhalefet partisi Kuomintang (KMT) da, taciz ifşaatlarından nasibini aldı. Haziran’da Kuomintang’ın üç milletvekiline karşı cinsel istismar davaları açıldı.
#MeToo skandalları siyasetle de sınırlı kaldı; yargı ve eğitim sistemlerinin yanı sıra medya ve sanat dünyasını da hızla etkisi altına aldı. Kamuoyunda yükselen öfkeyi yatıştırmak için, Tayvan parlamentosu Yuan, 15 Haziran’da “Cinsel Tacizi Önleme Yasası”, “Cinsiyet Eşitliği Eğitim Yasası” ve “İstihdamda Cinsiyet Eşitliği Yasası”nda Temmuz ortasına kadar değişiklikler yapmayı kabul etti. Ve Tayvan’ın milletvekilleri, ideolojik farklılıklarını bir yana bırakıp cinsel tacize karşı ortaklaştı. 2023 sonunda Tayvan’da genel seçimler ve başkanlık seçimleri olması da, siyasetçilerin parti ayrımı olmaksızın toptan biçimde, seçmenlerin gazabına uğramaktan korkmasına yol açtı.
Tayvan’ın #MeToo dalgası, cinsel taciz vakalarının ne kadar yaygın ve ceza sisteminde ne kadar boşluk olduğunu ortaya koydu. Hukuki boşluklar, cinsel taciz faillerini fiilen koruyordu. Böylece failler, “yanlış anlaşıldım”, “şaka yapmıştım” gibi savunmalarla kendini kurtarabiliyordu. Çalışma Bakanlığı’nın 2022 yılında yaptığı bir ankete göre, Tayvan’daki kadın çalışanların en az yüzde 3,3’ü ve erkek çalışanların yüzde 1,3’ü işyerinde cinsel tacize maruz kalıyordu. Ancak #MeToo ifşaatları ertesi, tacize uğrayanların yüzde 70-80’inin “şikayette bulunmadığı” öne sürüldü.
Yapılan yasal değişiklerin kapsamı
“Cinsel Tacizi Önleme Yasası” başta olmak üzere, yasalarda yapılan düzenlemeler şöyle değişiklikler getiriyor:
> Geçmişte “mesai saatleri dışında” cinsel taciz veya “farklı iş birimlerindeki çalışanların” cinsel tacizi, cezai kapsam dışı sayılıyordu.
> Yapılan değişikliklerle, “üst makamlardaki” çalışanların kendilerine bağlı çalışan veya daha alt makamlardakilere tacizine cezalar ağırlaştırıldı.
> Yeni değişiklikler, işverenleri “cinsel tacizi önlemekle” de sorumlu tutuyor. Böylece, bir kurumdan çalışanlar konuyla ilgili farkındalıklarının artması için eğitimden geçirilecek.
> En küçük işletme ve kurumdan en büyüğüne; işverenler, kendilerine tacizle ilgili şikayet geldiğinde konuyu yerel makamlara bildirmekle yükümlü tutuluyor.
> İşverenler, şikayet olmasa bile cinsel tacizle ilgili şüpheli bir vaka söz konusu olduğunda önleyici tedbir almakla da yükümlü.
> İşverenler, mağdur çalışanlarına psikolojik destek ve tacizden uzak kalabilecekleri ortamı sağlamak zorunda.
> Taciz vakalarında 10 yıla kadar bir süreç için zaman aşımı kaldırılıyor; bu düzenleme özellikle reşit olmayan veya genç yaştaki mağdurları korumak için oluşturuldu.
> Resmî makamlar da, taciz davalarına yönelik gerekli hukuki yardım ve desteği sağlamakla sorumlu tutuluyor.
> Sadece iş hayatında değil, eğitim kurumlarında taciz vakalarını önlemek için tedbirler alındı. Öğretmenler ve okul müdürleri, tacizlere yönelik farkındalık yaratma ve önleyici tedbirler almakla görevlendiriliyor.
> Milli Eğitim Bakanlığı, yeni düzenlemelerin eğitim sistemi içinde net ve kesin hatlarla bilinmesini sağlayacak yönergeler oluşturdu.
Tayvan gençliğinin sürüklediği değişim
Tayvan gençliğinin önemli bir kısmı, Ada’daki köklü ataerkil kültürüne karşı mücadele etme taraftarı. Araştırmalara göre Tayvan nüfusu genelinde kadınların siyasete dünyadaki en yüksek katılım oranlarından birine sahip olunmasından gurur duyuluyor. Keza, LGBTQ+ hakları konusunda kaydedilen yasal ilerlemelerden de…
Tayvan, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından yayınlanan en son BM Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi, cinsiyet eşitliğinde dünyanın en ilerici ülkeler arasında yedinci sırada. Tayvan; Danimarka, Norveç, İsviçre ve İsveç gibi ülkelerin hemen arkasında. Diğer Asya ülkeleri, Singapur, Güney Kore ve Japonya sırasıyla sekizinci, 16’ncı ve 23’üncü oldu.
Siyasette de, kadınların temsiliyetinin yüksek olduğundan bahsetmiştik: kota sistemi sayesinde, Ocak 2024’teki genel seçimlerde belirlenen parlamentonun yüzde 40’ı kadınlardan oluşuyor.
Kapsamlı yasal değişikliklere neden olan #MeToo hareketinin ortaya koyduğu ise, Ada’nın cinsiyet eşitliği konusunda verdiği mücadelede gidecek yolunun daha çok olduğu. Araştırmalar da, birçok Tayvanlının kendilerini hâlâ cinsiyet, yaş ve işyerindeki kıdem nedeniyle ortaya çıkan güç dengesizliğiyle ve ataerkil kültürle mücadele içinde hissettiğini ortaya koyuyor.