ABD ve medya yasaklarının, yan yana gelmeyecek kavramlar gibi gözüküyordu. Ama söz konusu olan, “ulusal güvenlik” kaygısı olunca, ABD tarihinin en ciddi medya yasağı yolda olabilir. Temsilciler Meclisi, TikTok’un Amerika’da yasaklanmasını öngören önemli bir yasa tasarısını 14 Mart’ta kabul etti.
Fakat, daha TikTok’un Amerika’da yasaklı hale gelmesinin önünde uzun bir süreç var; hatta, bu durum hiç gerçekleşmeyebilir de…
Uygulamanın Çinli sahibi ByteDance tarafından, ABD’li bir alıcıya satışının yapılmasını zorunlu kılan yasa tasarısının kanunlaşma süreci hâlâ başlangıç aşamasında. Öncelikle tasarının, Senato’dan onay alması gerekecek. Senato, konuya Temsilciler Meclisi’nden daha şüpheci yaklaşıyor. Yasama sürecindeki bir sonraki adım, tasarının Senato’nun değerlendirilmesine sunulması. Senato, tasarıda değişiklikler yapabilir. Pek çok senatör, şu anda yazıldığı şekliyle yasayla ilgili endişeleri olduğunu açıkladı. Örneğin, yasa tasarısının metninde açıkça TikTok ve ByteDance isimlerinin yer alması nedeniyle bazıları bunun Anayasa’nın, Kongre’nin yasama yoluyla belirli varlıkları hedeflemesini engelleyen bir bölümünü ihlal edebileceğinden endişe ediyor. Demokratların lideri New York Senatörü Chuck Schumer, tasarının oylamaya sunulup sunmayacağına dair bir açıklama yapmadı. Demokratlardan, Senato Ticaret, Bilim ve Ulaştırma Komitesi başkanı olan Washington Senatörü Maria Cantwell, “Senato’nun, Anayasa’ya uygun ve özgürlükleri de koruyan bir yol bulmaya çalışacağını söyledi.
Karmaşık bir süreç
Tasarı, Senato’dan geçerse, Başkan Biden’ın yasayı imzalaması gerekecek. Biden geçen hafta Kongre’nin onaylaması halinde tasarıyı imzalayacağını söylemişti. Ancak, Biden onayladıktan sonra bile TikTok’un yasaklanması söz konusu olmayabilir.
ByteDance’in uygulamayı satın alacak birini bulması için altı ayı olacak. ByteDance, bu süre içerisinde kendisini memnun edecek bir alıcı bulursa yasak, otomatikman ortadan kalkacak. Aksi takdirde, uygulama mağazalarının ve internet hizmeti sağlayan şirketlerinin artık TikTok’u indirme veya uygulamaya güncelleme gönderme olanağı sunmasına izin verilmeyecek.
TikTok, on milyarlarca dolarlık değere sahip: bu nedenle de satışı da kolay değil. ByteDance’in bulacağı alıcının hem ABD hem de Çin’deki yetkililerden onay alması da gerekecek. Dünyanın en başarılı “unicorn”u olan TikTok’un dünya genelindeki toplam değeri, 250 milyar dolara yakın bir değeri var. ABD’deki 170 milyona yakın TikTok kullanıcıları, toplamdakilerin sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor ama uygulamanın kârının önemli bir kısmını oluşturuyor.
TikTok’un ABD’deki girişimini satışa zorlama, ByteDance’in önüne zorlu sorular getirecek:
>Uygulamanın çekici yönlerinden biri, küresel çapta içeriğe erişim sağlaması. Tüm yasama süreci hayata geçerse ByteDance, TikTok’un yalnızca Amerika operasyonlarını satmaya veya devretmeye mecbur edilecek. Mevzuat, satış sonrasında ABD ve TikTok’un diğer küresel iştirakları arasında bağlantı kurulmasını yasaklıyor. Bu da, ABD’li bir TikTok’un ana şirketin algoritmalarına veya uygulamanın diğer küresel sürümlerine erişime ihtiyaç duyması durumunda karışıklıklara yol açacak.
> Çin hükümeti de, TikTok’un satışını engelleyebilir. Karşılık olarak Çin’in de, TikTok’un algoritmasının transferini engelleme olanağı verecek adımlar atması muhtemel.
> TikTok’un ABD iştirakı satışa zorlanırsa, gerçek değerinin altında satılacak; bu da, ABD ve Çin’in dengelenmeye çalışılan ilişkilerini gerecek.
Mahkeme süreci de söz konusu
Temsilciler Meclisi’nin tasarısı gerçekten de yasalaşırsa, TikTok veya bir başka taraf, muhtemelen konuyu yargıya taşıyacak. Bu hukuki mücadele sürerken de, olası bir yasak ertelenebilir. Ve, mahkeme kararı sonucu yasa tamamen iptal de edebilir.
Öte yandan, ABD’nin TikTok müptelası veya TikTok’tan kazanç sağlayan kesimleri de, Temsilciler Meclisi’nin başlattığı sürece son derece tepkili. TikTok gerçekten yasaklanırsa, ABD’de “isyan çıkacağını” bile iddia edenler var.
“Uygulama Fabrikası” lakaplı ByteDance, yazılım mühendisi Zhang Yiming tarafından 2012 yılında Pekin’de kurulmuştu. Şirket, algoritmalar konusunda dünyanın lider şirketi olarak görülüyor çünkü TikTok, Douyin ve Toutiao gibi amiral gemisi uygulamaları, uygulamalarını kullanıcılar için çekici hale getiren akışlar sağlayan özelliklere sahip.
Şirketin kurucusu Zhang, Çin’in Güneydoğusu’ndaki Fujian’da, Tianjin Nankai Üniversitesi’nde yazılım mühendisliği okudu. ByteDance’i kurmadan önce, Microsoft’ta kısa bir süre de dahil olmak üzere birçok teknoloji şirketinde çalıştı.
Zhang, 2021’de ByteDance’in yöneticiliğinden ayrıldı; şirketin yönetimini, kurucu ortağı ve üniversiteden oda arkadaşı Liang Rubo’ya devretti. Zhang, bu kararının sebebini açıklarken, “ideal bir yönetici olmak için gereken sosyal becerilere sahip olmadığını” ve gözlerden uzak biçimde şirketin uzun vadeli stratejisini düşünmeye zaman ayırmayı tercih ettiğini söyledi.
ByteDance’in yaklaşık yüzde 60’ı Carlyle Group, General Atlantic ve Susquehanna International Group gibi küresel kurumsal yatırımcılara, yüzde 20’si çalışanlara ve geri kalanı da Zhang’a ait. TikTok’un satışı, ByteDance’in uluslararası yapısı nedeniyle de komplike bir tablo arz ediyor. Uluslararası TikTok’un Singapurlu CEO’su Shou Zi Chew, şirketin yasağı önlemek için, “tüm yasal haklarını” kullanacağını söyledi.
ByteDance, 2020’deTikTok’un ABD’deki varlıklarını satmasını talep eden başkanlık kararnameleri yayınlayan Donald Trump yönetimi sırasında hedef haline gelmişti. Ancak, Trump’ın kararları federal mahkemeler tarafından engellendi. Yasak konusu ilk gündeme getiren Trump, şimdi ise TikTok’un yanında yer alıyor. Bunun sebebi de, başta Facebook ve Instagram’ın sahibi Mark Zuckerberg olmak üzere, ABD’li sosyal medya devlerine olan hıncı. Trump, TikTok’un yasaklanmasının, “Zuckerberg’gillere” yarayacağını da öne sürdü. Dahası, Trump’ın bir dönem sadık destekçilerinden eski Maliye Bakanı Steve Mnuchin de, TikTok’u satın almak isteyebileceğini açıkladı.
ABD siyasetinde Çin etkisinden endişe ettiklerini söyleyenler, yağmurdan kaçarken doluya tutulup, bir yakınına satılması halinde Trump etkisinde bir TikTok ile de karşılaşabilirler.
TikTok’un hikâyesi
ByteDance’ın ilk büyük başarıyı yakalayan uygulaması Toutiao, 2012’de piyasaya sürülmüştü. Toutiao, her kullanıcıya kişiselleştirilmiş bir içerik akışı sağlamak için makine öğrenimi algoritmalarından yararlanan veri toplamaya dayanan bir uygulamaydı. TikTok’un Çin’deki kardeş uygulaması Douyin, 2016’nın sonlarında piyasaya sürüldü ve ByteDance’in 100 milyondan fazla kullanıcıya sahip ikinci uygulaması oldu. Şirket, aynı dönemlerde Douyin’in TikTok adlı uluslararası bir versiyonunu da piyasaya sürdü. ByteDance, iki uygulamanın baştan itibaren iki farklı ürün olarak pazarlandığını söylüyor. Çin iç pazarına yönelik Douyin ve uluslararası piyasa için hazırlanan TikTok, aynı logoyu ve benzer kullanıcı arayüzü tasarımını paylaşıyorlar.
Çoğu büyük Çin şirketinde olduğu gibi, Çin Komünist Partisi’nin de 2014 yılında ByteDance’te bir parti şubesi kurması, Pekin’in şirket üzerindeki etkisine ilişkin şüpheleri arttırdı. Komünist Parti, 2019’da Byte Dance’in yerel yan kuruluşu Beijing ByteDance Technology’de yüzde 1 hisse alarak, yönetim kurulunda da yer edindi.
TikTok, firmanın ABD kullanıcı verilerini Çin hükümetiyle hiçbir zaman paylaşmadığını veya paylaşma talebi almadığını söyledi. TikTok, endişeleri gidermeye çalışmak için Oracle (ORCL.N) ile ittifak kurdu ve 2020’den itibaren Amerikalı kullanıcı verilerini ABD’li firmanın bulut altyapısında barındırmaya başladı.
Bay Fogg her gün, Reform Kulüp olarak anılan seçkin beyefendiler kulübüne giderdi. Yeni uşağını, kâhyasını, kıç toplayıcısını işe aldığı gün yine kulübe girdi, şapka ve bastonunu hizmetlilere teslim etti, şömine yakınında bir koltuğa oturdu ve gazetesi Morning Chronicle’ı açtı. The Morning Chronicle 1769 yılında Londra’da kurulmuş ve ünlü yazar Charles Dickens’ın da çalışmış olduğu bir gazeteydi. 1862’de yayını durdurulmuş, son baskısını 1865 yılında yapmıştı. Acaba Bay Fogg, 1872 senesinde Reform Kulüpte oturduğu koltukta gazetenin eski bir nüshasını mı okuyordu?
Fakat daha önce Bay Sheridan’ın ölüm tarihinin 1814 mü yoksa 1816 mı olduğuna dair bir tereddüt halinde Bay Verne’in beyanını esas aldığımız gibi, gazete’ye dair bir tereddüt halinde de Bay Verne’in beyanını esas alırız. Aksi takdirde, milyonlarca okuyucuya ulaşmış, kitapları Eğitim Bakanlıklarınca okul müfredatlarına alınmış dünya çapında meşhur bir şahsiyeti yanılgı içinde göstermek düşman kazanmamıza sebep olabilir.
Bir süre sonra Bay Fogg’un oyun arkadaşları kulübe geldiler ve kısa bir selamlaşmadan sonra her zamanki kağıt oyunları için masada yerlerini aldılar. Emektar bir kulüp hizmetlisi siyahlar içinde kıyafeti ve tabanları yumuşak kumaştan ayakkabıları ile sessizce gelerek masaya oyun kağıdı destesini bıraktı. Kulüp hizmetlilerinin sessizce dolaşmalarını sağlayan kumaş tabanlı ayakkabıların benzerleri Osmanlı Sultanının saray hizmetlilerinin ayağında da vardı. Acaba Osmanlı saray hizmetkârlarının papuçları Konstantiniyye’de mi üretiliyorlardı yoksa İngiliz üretimiydiler de ithal mi edilmişlerdi? Belki vakti gelince Manschester tekstil sanayicilerine sorup cevap alabileceğimiz bir konuydu bu. Fakat soylu mekanlarındaki hizmetlilerin sessiz ve adeta görünmez olmasına dair bu aşırı titizlik niyeydi? Onların getirip önünüze bıraktıklarını afiyetle yer içerken varlıklarının görünür olması acaba neyi bozuyordu?
Bay Fogg ve arkadaşları oyunlarına başlamışlardı. Konu oraya nasıl geldi ise dünyanın küçülmekte olduğuna dair bir sohbet açıldı. Oyunculardan biri, “Dünya artık eski dünya değil, küçüldü, yine de etrafını dolaşmak en az üç ay alır” şeklinde bir cümle kurdu. Bay Fogg, kendinden emin pürüzsüz bir ses ile “80 gün” dedi. İfadesi o kadar kesin ve keskin kenarlıydı ki, o iki kelime masanın ortasına fil gerisi boyutlarında bir iddia olarak düştü. Masadakiler “Mümkün değil, yapılamaz” dediler. Bay Fogg “Mümkündür, yapabilirim” dedi.
Oyunculardan biri, bankacı John Sullivan, bir ara Bay Fogg’a hak verir gibi oldu. “Rothal ve Allahabad arası Hint Yarımadası Demiryolları açıldığından beri 80 gün yeterli olabilir” dedi, “Morning Chronicle’ın hesapları da aynı yönde.”
“Ama kötü hava koşulları!?” dedi mühendis Andrew Stuart. Bir mühendis için makul bir soru idi.
“Hepsi dahil” dedi bay Fogg.
“Hindular ve kızılderililer rayları sökseler de mi? Trenleri durdurup vagonları soysalar da mı? Yolcuların kafa derilerini yüzseler de mi?” diye devam etti mühendis. Şimdi, mühendisten ziyade beyaz adam dünyası dışındaki dünyaların tekinsiz olduğuna dair uydurma hikâyelerle büyümüş bir ergen gibi konuşuyordu ki bu yönü ile öyle idi zaten.
“Hepsi dahil” dedi yine Bay Fogg sinir bozucu sakinlikte bir ses ile. Buna rağmen masada kimsenin sinirleri bozulmadı. Çünkü -mühendisin heyecanını bir kenara bırakırsak- herkes İngiliz soğukkanlılığına sahipti ve zaten hepsi de İngiliz ve centilmendiler.
Şu ana kadar söze karışmayan diğer oyuncular; bir diğer bankacı Samuel Fallantin, bira yapımcısı Thomas Flanagan (ki Flanagan oyuncu değil, oyunu seyreden yancı idi) ve masanın ağır topu, İngiltere Bankası yöneticilerinden, kulübün en saygın ve en zengin şahsiyetlerinden Gauther Ralph, oynanmakta olan kağıt oyunu esnasında masada ikinci bir oyunun gelişmekte olduğunu farkettiler.
Mühendis, bu kez sakin yaklaştı. “Teorik açıdan haklısınız fakat uygulamada…” “Uygulamada da öyle” dedi Fogg. “Sizi bunu başarırken görmek isterim.” dedi mühendis. “Birlikte gidelim” dedi Fogg.
Fogg’un mühendisi tahrik etmek gibi bir niyeti yoktu. Söylediklerine inanan ve inanmadığı cümleyi kurmayan, netlik, kesinlik yanlısı biriydi sadece. Bu özelliği vakit kaybını sevmeyen biri olması ile ilgiliydi. Vakit, Bay Fogg için herşeyin özü idi. Bay Fogg, saat, cetvel, pergel, büyüteç, deney tüpü, meridyen ve paralellere bölünmüş bir yer küre, bir termometre, barometre ve hisse senetleri karışımından oluşmuş biriydi. Bu kadar yoğun bir karışımın, bir mermi çekirdeği yalınlığına veya çuvaldız zarafetine bürünebilmesi anlaşılabilir bir şeydi.
Mühendis kendi ayağı ile mermi çekirdeğine doğru koştu, “Bu koşullarda bir yolculuğun gerçekleştirilmesinin imkânsız olduğuna 4.000 sterlin bahse girerim” dedi. Fogg sakinleşme talep etti, mühendis kabul etmedi. “Peki” dedi Fogg, “Baring Kardeşlerde 20.000 sterlinim var.”
Fogg, masaya Baring’s Bankasına ait 20.000 sterlinlik bir çek bıraktığında mühendisin öne sürdüğü miktarı beş ile çarpmıştı. Bu tavır, masadaki diğer oyuncuları da bahise davet etmek anlamına geliyordu. Bunu niye yapmıştı? 4.000 sterlin’in yolculuk masraflarını karşılamayacağını mı düşünmüştü? Düşünmüş müydü, hesaplamış mıydı? Hangi ara?
Tartışmanın başında, bu yolculuk için 80 günün yetebileceğine dair Bay Fogg’u destekleyen bankacı Sullivan, bir orta yol bulmak amacıyla, “Ama bu süreyi geçmemek için matematiksel olarak demiryollarından buharlı gemilere ve buharlı gemilerden demiryollarına atlamak gereklidir” dedi.
“Ben de matematiksel olarak atlarım” diye cevapladı Bay Fogg.
“Bu bir şaka olmalı” dedi Sullivan, söyleyecek başka bir söz bulamamıştı.
“İyi bir İngiliz, bahis gibi ciddi bir konuda asla şaka yapmaz” diye cevapladı Bay Fogg, “80 günde, yani bin dokuz yüz yirmi saatte veya yüz on beş bin iki yüz dakikada ya da daha az sürede katedeceğime dair isteyen herkesle yirmi bin sterlin bahse giriyorum.”
Masadakiler bir an için sessiz kaldılar. Hiç kimse “nasıl bir insan ile yaşıyoruz?” sorusunu aklına getirmedi. Çünkü insanın bir benzerini sorgulaması kendini sorgulamasına sebep olabilirdi. Bir koyup kaç alacaklarını hesaplamayı tercih ettiler. O kısa an içinde İngiltere Bankası yöneticilerinden Gauther Ralph, “dünya ile oynayan para ile oynar” diye geçirdi içinden. Ve hep bir ağızdan “kabul” dediler. Böylece dünyayı turlamak Bay Fogg için kaçınılmaz oldu.
Bir kulüp hizmetlisi, Beyefendilerin boş kadehlerini topladı. Yerde bir not kağıdı farketti. Notta, “Hizmetli sessiz olmazsa aranızdaki mesafeyi koruyamazsınız. Mesafeyi koruyamazsanız istediğiniz gibi yönetemiyebilirsiniz” cümlesi yazılıydı. Beyefendiler iddianın heyecanı içinde dalgalanıyorlardı. Kimse not ile ilgilenmedi. Hizmetli notu cebine attı.
*
Haftaya: Kısa bir hazırlık ve yola çıkış
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan 8 Mart günü Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) tarafından düzenlenen toplantıda konuşurken 31 Mart yerel seçimlerini kastederek, “Benim için bu bir final, yasanın verdiği yetkiyle bu seçim benim son seçimim, çıkacak netice benden sonra gelecek kardeşlerim için bir emanetin devri olacak” dedi.
Sayın Erdoğan’ın kurduğu cümle içerisinde “son seçimim”, “final” sözcüklerinin geçmesi, farklı nedenlerle herkesi heyecanlandırdı.
İyi Parti hızlı adımlarla eriyerek dümeni Cumhur İttifakına kırma çabasında olsa da hala çeşitli “Tayyip gitsin de…” çevreleri, bir an “Acaba?” diyerek sosyal medyayı hareketlendirdiler. Daha önce de, hatırlarsınız, Sayın Erdoğan “Milletimiz tamam derse…” demiş ve bunun üzerine X’de #Tamam hashtagi günlerce trend topic olmuştu (2018).
Belli ki bu konuşmanın hedef kitlesi, seçime günler kala hala arzu edilen “coşku” seviyesinin gerilerinde seyreden AKP camiasıydı. Alakası var mı bilmiyorum ama gece gündüz (evet gece de!) yollarda “dombra” yayını yapan seçim araçlarından yükselen ses daha da artırıldı sanki.
“Heyecan” çok da uzun sürmedi: AKP sözcüsü Ömer Çelik ve Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un, “Sayın Reis’in bir işaretine bakar, hemen TBMM’yi toplayıp gereğini yaparız” mealindeki açıklamaları, heyecanı yatıştırdı. Öyle ya, Reis “Bir dönem daha” dediğinde hangi yasa, kanun, anayasa, mevzuat ve dahi parlamento bunun önünde durabilirdi ki?
Erdoğan’ın sözlerinden “Artık cumhurbaşkanlığına aday olmayacağım” anlamı çıkaranların canları sıkılacak belki ama, kağıt üzerinde mümkün gibi görünen bu ihtimal, oldukça zorlama ve bir parça da hayal.
Yorumcuların işine karışmak gibi olmasın ama Sayın Erdoğan aynı konuşmasında, “Malum 31 Mart Türkiye’de bir dönüm noktası” da demişti ve aslında mevzunun bam teli de buydu: 31 Mart bir “dönüm noktası” ve “Bu seçim benim için final” yan yana okunduğunda Reis’in biraz atalet halinde olan taraftarlarını canlandırmak niyetinde olduğu gayet net anlaşılıyor. Mevzu cumhurbaşkanlığına tekrar aday olmak istememesiyle ilgili değil yani.
İstanbul’da Murat Kurum’un yürüttüğü kampanyanın pek de başarılı gitmiyor görünmesi, Erdoğan’ı, aslında İstanbul’u kastederek söylediği “dönüm noktası” hassasiyetiyle “sahaya” ağırlığını koymaya zorluyor.
Fakat tam da bu durum beraberinde ciddi bir riski göze almayı gerektiriyor. 2019 Mart ve Haziran seçimlerinin ardından, adını bile anmadan “O zat” diye hitap ettiği Ekrem İmamoğlu bir kez daha İBB Başkanlığına seçilirse, Murat Kurum’dan ziyade Recep Tayyip Erdoğan’a karşı “zafer” kazanmış olacak. Böyle anlaşılacak, böyle yorumlanacak ve İmamoğlu, siyasi tarihimize “Son 22 yılda Recep Tayyip Erdoğan’ı seçimlerde yenilgiye uğratan tek adam” olarak geçecek. Taraflar bunun farkında tabii ki.
***
Gördüğüm kadarıyla bir de Rasim Ozan Kütahyalı farkında.
Dem Parti İBB Başkan adayı Meral Danış Beştaş’ın X’teki paylaşımını alıntılayarak şöyle yazmış ve profiline de sabitlemiş geçen gün (12 Mart):
“Eğer 31 Mart’ta Meral Danış Beştaş, % 9 oy oranını yakalayabilirse;
1- İmralı’ya tecrit kaldırılacaktır.
2- Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve hapisteki Kürt siyasetçiler serbest kalacaktır.
3- Kürt belediyelerine kayyum atanmayacaktır.
Mühür İstanbul Kürtleri’nin elindedir…”
ROK, apaçık Kürt seçmeni İstanbul’da Dem Parti adayları etrafında yumruk gibi kenetlenmeye davet ediyor. Sadece davet de değil görüldüğü gibi, promosyon kabilinden özendirme ödülleri de var. Ama açık seçik şartlarını da belirtmiş: Söze “Meral Danış Beştaş en az yüzde 9 oy alacak” diye başlamış zaten. Neden 6, 7 veya 8 değil de 9? Hesap kitap meselesi tabii.
Bir de davetin kapsama alanını İstanbul olarak vurgulamış; diğer seçim bölgelerinde herkes kafasına göre takılabiliyor, sıkıntı yok…
2019 seçimlerinde “İmralı’dan mektup geldi” hamlesi ile Osman Öcalan’la TRT röportajı iş görmeyince, belli de olmaz ama bu seçimde herhalde bu tür ters teptiği anlaşılan yollara başvurmayacaklar.
Kürt seçmenin İmamoğlu’ndan uzak durması nasıl sağlanacak peki?
CHP Grup Başkanvekili ve Afyon Belediye Başkanı Adayı Burcu Köksal’ın “Bizim belediyeye Kürtler giremez!” dercesine yaptığı ırkçı çıkış biraz “umut” yaratmadı değil AKP cenahında. Ne var ki Ekrem İmamoğlu da öğrenmiş görünüyor bu işi; açık seçik bir ifadeyle Köksal’ı kınadı, istifaya davet etti.
Şu “para sayma” görüntüleri de fos çıktı galiba. Görüntüler 2019 yılına ve CHP il binasının satın alınmasına ilişkin imiş. Yaratılmak istenen “İmamoğlu’nun adamları para istifliyor, yolsuzluk var” algısı pek etkili ve inandırıcı olmadı yani.
ROK’un çıkışı “imdada” yetişmiş oluyor bu durumda: İmamoğlu’na değil kendi partinizin adayına oy verin ey Kürtler! Selahattin’i bırakacağız, yanında Kavala’yı da. İmralı’da tecrit son bulacak, Öcalan’a yeni bir TV, aile ve avukat açık görüşü imkanları getirilecek, Türk Tarih Kurumu ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin yeni yayınları verilecek. “Fiziki özgürlük” için söz veremiyoruz ama ona da bakacağız. Ha, bir de kayyumları asli görevlerine iade edeceğiz…
Tabii ROK, bu çıkışında inandırıcı olmak adına yarın öbür gün “İstanbul’da oylar Meral Danış Beştaş’a!” kampanyası başlatabilir. Kampanyasının sloganı da muhtemelen bağıran bir fotoğrafı eşliğinde “Benim oyum Dem Parti’ye! Ya senin?” olur.
Gelgelelim Kürtler tarihler boyu başlarına hep olmadık işler geldiği için, özellikle doğrudan veya dolaylı devletten gelen bu tür adımlara karşı, yoğurdu üfleyerek yemeleri gerektiğini bilen bir halk.
Dahası, “Madem öyle” deyip tam tersi bir davranış sergilemeleri olasılığı da var. 2019 seçimlerinde öyle olmuştu…
“E hani yazının özlü sözü?” diye soranlara gelsin: Ji her hesinî şûr çênabin (Her demirden kılıç yapılmaz).
“Hem Kuzey Kutbu hem de Güney Kutbu üzerinde çalışmak için 1.73 milyar dolarlık bir araştırma programı olan dördüncü Uluslararası Kutup Yılı, Paris’te başlatıldı.”
Böyle bir habere rastlasanız ne yaparsınız?
***
Mart 2007 yılı haberleri içinde kaybolmuş bu kısa cümle çok ilgimi çekti.
“Uluslararası Kutup Yılı” ne demek?
Hem de 4.’sü…
***
“Uluslararası Kutup Yılları (UKY), kutup (Arktik ve Antarktika) bölgelerinin benzersiz ortamlarına (flora ve fauna, buz ve buzullar, iklim ve coğrafi yapı gibi) odaklanan, ulusal ve genellikle kısa ömürlü keşif gezilerinin yerine, disiplinler arası, çok taraflı ve uluslararası iş birliğine dayanan bilimsel programlardır.”
Kısacası insanlığın yerküreye kutuplar üzerinden sahip çıkma hikayesi.
***
Son 142 yılda dünyanın dört bir yanından bilim insanları kutup bölgelerinde bilimsel araştırma ve keşif programları gerçekleştirmek için dört kez bir araya gelmiş, “Uluslararası Kutup Yılı” konferansları tertiplemişler.
Her “kutup yılı”, bilimde uluslararası iş birliğinin önemli bir simgesi olmuş.
Bilim insanlarının ve hükümetlerin uluslararası iş birliğinde kazandıkları deneyim, diğer uluslararası bilimsel iş birliklerine zemin hazırlamış.
***
Bilim insanları kutup bölgelerinde bilimsel araştırma ve keşif programları gerçekleştirmek için ilki 1882 yılında olmak üzere dört kez bir araya gelmiş.
Uluslararası Kutup Yılı Toplantısı’nın ikincisi, birincisinden ancak 50 yıl sonra 1932 yılında, üçüncüsü 1957’de ve dördüncüsü de 2007 yılında gerçekleşmiş.
***
Carl Weyprecht, 1838 ila 1881 yılları arasında yaşamış olan Avusturya-Macaristan donanmasında bir deniz subayı. Aynı zamanda da bir kâşif.
Arktik kâşifi ve bilimsel kutup araştırmaları için uluslararası iş birliğinin ilk savunucusu olarak bilinmekte.
Bunun gerçekleştiğini görecek kadar yaşamamış olmasına rağmen, ilk Uluslararası Kutup Yılı’nın organizasyonuyla anılagelmiş.
Bu fikrini 1872-1874 tarihlerindeki Arktik seferi sonrası, 1875’te Viyana Bilimler Akademisi toplantısında dile getirmiş.
Weyprecht, kutup bölgeleri dünyanın fiziksel durumu hakkında önemli bir araştırma alanı sunduğunu söylemiş.
***
Dört yıl sonra Weyprecht, 1879’da Roma’da düzenlenen Uluslararası Meteoroloji Kongresi’nde (günümüzdeki adıyla Dünya Meteoroloji Örgütü) tüm hükümetlere, kutup bölgelerinde bilimsel gözlemler yapmak amacıyla kutup keşif gezileri düzenlenmesi ve Arktik’te bir yıl boyunca aynı anda farklı gözlemlerin gerçekleştirileceği istasyonlar kurulması önerilerinde bulunmuş.
Kongre konuyu tartışmak için bir Uluslararası Meteoroloji Komisyonu atamış ve özel bir konferans toplama talimatı vermiş.
***
Birinci Uluslararası Kutup Yılı toplantısı öncesinde birçok uluslararası kutup konferansları düzenlendi…
Bunlar arasında 1881 yılında yapılan Üçüncü konferans en önemli konferans olmuş…
1 Ağustos 1881’de St. Petersburg’da toplanmış ve katılımcı ülkeler tüm istasyonlarda gözlemlerin başlama tarihini 1 Ağustos 1882, bitiş tarihini ise 1 Eylül 1883 olarak belirlemiş.
Böylelikle tarihte ilk kez, 11 devletten -ABD, Almanya, Avusturya-Macaristan, Danimarka, Fransa, Hollanda, İngiltere, İsveç, Kanada, Norveç ve Rusya- bilim insanları, 13 ay boyunca araştırma gerçekleştirmek için bir araya gelmiş.
Erişimi zor bölgelere keşif gezileri düzenlenmiş, kutup aşan (transpolar) noktalarda kış kampları ve gözlemevleri oluşturulmuş. Arktik’te 12 ve Antarktika’da iki keşif istasyonu kurulmuş.
***
Basın tarihi treninin durduğu 2007 yılında, 1 Mart’ta Paris’te yapılan 4. Uluslararası Kutup Yılı toplantı haberini bizim gazetelerin ilk sayfalarında bulamadım.
Halbuki Arktik ve Antarktika’daki gözlemlerde Türkiye dâhil 63 ülkeden binlerce bilim insanı yer almış.
200 proje gerçekleştirilmiş.
Bu projelerin hedefleri arasına eğitim, sosyal yardım ve bilim sonuçlarının halka iletilmesi ve yeni nesil kutup araştırmacılarının eğitilmesi bulunuyormuş.
Ama bizim basın bunların hiçbiriyle ilgilenmemiş.
***
Kutuplar eriyor… Küresel iklim krizi derinleşip yoğunlaşıyor.
Avrupa Birliği’nin Copernicus uydu izleme sistemiyle yapılan ölçümlere göre geçen ay, dünya genelinde şimdiye kadar kaydedilen “en sıcak şubat” oldu.
Copernicus’tan yapılan açıklamaya göre, dünya genelinde geçen ay ortalama yüzey hava sıcaklığı 13,54 santigrat derece olarak ölçüldü.
Aslında ciddi ve sinsi bir felaket adım adım yaklaşıyor.
***
150 yıl önce “kutupları gözlemleyelim” diyen bir adamın gördüğü ve herkese anlatmaya çalıştığı sorunu şimdi bütün dünya bizzat yaşıyor.
Dünyanın bu sorunu fark etmesi epey zaman aldı.
Bu gecikmede tabii basının görevi söz konusu ama bu da tartışılabilecek bir gazetecilik ikilemi:
Basın sadece toplumun dikkat ettiği konuları mı haber yapmalı yoksa toplumun ilgilenmediği önemli konuları toplumun dikkatine sunmak da onun işinin bir parçası mı?
Eğer basın gelmekte olan bu felaketi çok önceden ciddiyetle incelese, duyursa, toplumun bu konuda siyasetçileri zorlamasını sağlasa belki bugün daha farklı bir küresel iklimde yaşıyor olabilirdik.
***
Tabii benim bu söylediklerim medyanın evrensel ilkeleri ve tutumuyla ilgili.
Bizim ülkenin yerel medyasına gelince…
Onlar, bırakın evrensel sorunlarla ilgilenmeyi Türkiye’nin sorunlarıyla bile ilgilenmiyorlar.
Sokakta, pazarda, markette yaşananlar henüz “siyasetçilerin” nutukları kadar dikkati çekmiyor.
Bu yüzden de bizim ülke kutuplardan da hızlı eriyor.
Rusya’da, 15-17 Mart 2024 tarihlerinde başkanlık seçimi yapılıyor. Seçimlerin kazananı şimdiden belli: Ülkenin sekizinci başkanlık seçiminin galibinin yine ve yeniden Vladimir Putin olması bekleniyor. Yine de, prosedürel olarak hiçbir adayın oyların yarıdan fazlasını alamaması durumunda, 7 Nisan 2024’te ikinci tur yapılacak. Her halükarda, kazananın; yani Putin’in yeni görev dönemi 7 Mayıs 2024’te başlayacak. Böylece, 5. dönemine başlayan Putin, Jozef Stalin’den sonra ülke tarihinde en uzun devlet başkanlığı yapan kişi olacak.
Putin’in kazanacağını biliyoruz: o zaman, bu seçimlerin önemi ne? Putin, Rusya’nın siyasi sisteminin “efendisi” olarak, azametini sergileyerek kazanmak zorunda. Bunun için de, federal bürokrasinin üst kademeleri ve bölgesel yöneticilerin yarattığı baskıyla güçlü bir katılım oranı yakalaması ve ezici düzeyde yüksek oy alması gerek.
Rusya gibi otoriter bir sistemde, Putin’in hedefine ulaşması kolay görünebilir. Evet; seçilme hedefine ulaşması konusunda sorun yok. Zira, seçimlerde kendisine karşı yarışan gerçek bir rakibi bulunmuyor.
Seçimlerde, Putin’in en büyük rakibi, aşırı milliyetçi Rusya Liberal Demokrat Partisi (LDPR), lideri Leonid Slutsky. Ve Slutsky, 19 Aralık 2023’te aday olurken şöyle diyordu: “Putin, seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanacak. Ben de, Rusya’nın Başkanı’nın oy kaybına neden olmayacağım”.
Öte yandan, Komünist Parti başkanı Gennady Zyuganov aday olmayı reddetti ve yerine 75 yaşındaki Nikolai Kharitonov, Komünistlerin adayı oldu. Kharitonov da aday olurkenki açıklamasında, “Görevimiz seçim kampanyası sırasında halkı bir araya getirerek tüm cephelerde zafer elde etmek” diyordu. Tüm cephelerle kastedilen tabii ki, Ukrayna Savaşı ve hedefin de, bu süreçte Putin’in elini güçlendirmek olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Kremlin genç rakibi istemedi
71 yaşındaki Putin’in en genç rakibi, Rusya parlamentosu Duma’nın başkan yardımcısı Vladislav Davankov. 1984 doğumlu Davankov, muhafazakar bir isim; ancak, merkez sağ Yeni İnsanlar Partisi’nin (Новые люди-Novyye lyudi) kurucularından. Parti, Ukrayna Savaşı’nda ateşkes ve barış görüşmelerini savunan, Duma’da temsiliyeti olan yegâne siyasi hareket. Yeni İnsanlar, Ukrayna Savaşı nedeniyle silah altına alınmaya bazı istisnalar getirilmesi için kanun tasarıları sunmuştu.
Genç Davankov’un, Ukrayna Savaşı’na karşı olanların oylarını alabileceğini öne sürenler var. Açıkça savaş karşıtı olan aktivist Boris Nadezhdin’in adaylığı, adına toplanan imzaların geçersiz sayılıp engellenmişti. Nadezhdin’in destekçilerinin Davankov’un oylarını yüzde 10’unun üzerine taşıyarak, kendisini Putin’in ardından en yüksek oy alan aday haline getirebileceğini öne sürenler var. Sadece kendisine gelen oylarla, Davankov’un yüzde 3 civarı bir oyda kalması muhtemel. Fakat, Davankov’un “avantajı” gençliği. Bu seçimlerde, bir şekilde “şaşırtıcı” bir başarı elde edip, Putin’e karşı yüzde 10’luk bir başarı gösterse bile; Rusya siyasetinin geleceğindeki yerini garantileyebilir. Putin, bu oylamadan sonra 2030’a kadar seçimlerle uğraşmak zorunda değil: ancak, 77 yaşını devireceği bir sonraki seçimlerde artık meşruiyetini koruması iyice zorlaşacak. Geleceği gözeten Putin’in Davankov’un adaylığına itiraz ettiği ama Yeni İnsanlar’ın nüfuzlu lideri, liberal işadamı Alexei Nechaev’in, bazı oligarkların da desteğiyle bu genç ismin oy pusulasında yer almasını sağladığı söyleniyor.
Öte yandan, siyasetin “ağır topların” adaylığı söz konusu olabilseydi; Putin için daha prestijli bir zafer söz konusu olabilecekti. Bahsettiğimiz “ağır toplar”, Yeni İnsanlar’ın lideri Alexei Nechaev veya Komünist Parti’nin lideri Zyuganov: Kremlin, her ikisinin de aday olmasını istiyordu ancak, kendileri yanaşmadı. Bu durum da, başlı başına kriz göstergesi.
Neticede, Kremlin’in Putin’e karşı toplamda yüzde 20’lik bir muhalefeti tolere etmesi etmesi mümkün. Hatta, bu düzeyde bir muhalefet, Putin’in de arzuladığı bir şey. Çünkü, tamamen “tavşan adaylardan” oluşan bir seçim “yarışı” yerine; bir “tık” olsun rekabetin olduğu oylamada katılımı arttırmakta daha kolay. 2018 başkanlık seçimlerinde Putin, yüzde 67,5 katılım oranını tutturmuş ve yüzde 76,7 oy almıştı. Şimdiki seçimlerde, her iki “rekorun” da kırılması gerekiyor. 2018’in katılım ve oy oranlarının aşılması, Putin’in hala “özel askeri operasyon” olarak adlandırdığı Ukrayna Savaşı’na onay olarak lanse edilebilecek.
Ukrayna Savaşı ertesi “görev onayı” yoklaması gibi
Bu seçimler, Putin’in ülkesini böyle büyük bir savaşa soktuktan sonraki “görev onayı”nın ölçülmesi gibi. Sandıktan Putin’in arkasında buluşan ulusal birlik gösterisine dönüşecek bir sonuç çıkması, sadece onun değil; savaşın meşruiyetini de daha da güçlendirecek. Kremlin, ayrıca işgal altındaki beş Ukrayna eyaletinde de oylamayı, “halkın Rusya ile yeniden birleşmekten duyduğu derin memnuniyetin” kanıtı olarak yansıtacak.
Fakat, sonuçlar ne olursa olsun, Yeni İnsanlar’ın lideri Alexei Nechaev veya Komünist Parti’nin lideri Zyuganov gibi, Putin’e rakip olamayacak ama bir nebze olsun ağırlığa isimlerin bile Rusya’nın “sandık oyununda” figüran olmayı reddetmeleri dahi başlı başına bir gösterge.
Seçimlerden sonra, Rusya üzerine çalışan siyasi analistlerin “yönetilen demokrasi” (managed democracy) diye adlandırdıkları sistemi pekiştirmek için Kremlin’in harekete geçmesi olası. Bu da, “korku düzeyinin arttırılması” ve Ukrayna Savaşı’na, ülkedeki yönetime yönelik en ufak eleştirisi olanın cezalandırılması anlamına geliyor.
30 Aralık 2022’de Ankara Çukurambar’daki ofisinden çıkarken, motosikletli bir infaz timi tarafından öldürülen eski ülkü ocakları genel başkanı Sinan Ateş cinayetindeki sır perdesi halen aralanmadı.
Şimdiye kadar dosya kapsamında;
> Tetikçi Eray Özyağcı’nın cinayet öncesi firari durumda olmasına rağmen gayet rahat davrandığı,
> Eray Özyağcı’yı, İstanbul’dan Ankara’ya özel harekât polislerinin getirdiği,
> Suikastı Hasan Ferit Gedik cinayetinden ceza alan ve aynı Özyağcı gibi firari durumda olan Doğukan Çep’in organize ettiği iddiası,
> Suat Kurt’un cinayet öncesi Çukurambar’da keşif yaptığı,
> Eski ülkü ocakları genel merkez yöneticisi Tolgahan Demirbaş’ın cinayet sonrası tetikçi Eray Özyağcı’yı kaçırdığı iddiası,
> Tolgahan Demirbaş’ın cinayet büro amiri M.E.A. ile yaptığı görüşmelerde, ondan Sinan Ateş’in adres ve konum bilgilerini isteyip Ateş için “İpini çekmişler.” ifadesini kullandığı,
> M.E.A.nın bu bilgileri Tolgahan Demirbaş’a verdiği ve cinayetten sonra ise Sinan Ateş dosyasında görev aldığı,
> Tolgahan Demirbaş’ın MHP Mersin milletvekili Olcay Kılavuz’un evinde yakalandığı fakat bu iddiayı ifadesinde reddettiği gibi detaylar ortaya çıkmıştı.
Soruşturmada yaşanan savcı değişikliklerini ve cinayetin üzerinden bir yıldan fazla süre geçmesine rağmen halen hazırlanamayan iddianameyi de düşündüğümüzde; Sinan Ateş dosyası, kamuoyunun gündemde tutması ve takibiyle ite kaka, ağır aksak yürütülüyor diyebiliriz.
En önemli ve gizemli konu ise; bu cinayetin siyasi ayağı ve infaz timini hangi yapının yönlendirdiği.
Asıl üzerine gidilmesi gereken konu tam da bu.
Ramazan Kubat: Bir gün önce takip edildim
Dosya bu durumdayken ulaştığım yeni bir bilgiye göre; Sinan Ateş’i hedef alan ve öldüren yapı, cinayetten bir gün önce CHP eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanı ve eski MHP Ankara il başkan yardımcısı Ramazan Kubat’ı da hedef almıştı.
Konuya dair görüştüğüm Ramazan Kubat, bilgiyi teyit ederek, Sinan Ateş’in 20 yıllık arkadaşı olduğunu, onu çok sevdiğini belirtti ve Ateş cinayetinden önce ciddi tehditler aldığını, bu kapsamda avukatıyla birlikte şikâyette bulunduğunu, aktardı.
Kubat ayrıca; Ateş cinayetinden bir gün önce motorlu bir kişi tarafından takip edildiğini, beraberinde farklı araçlardaki arkadaşları da olduğundan bu takibi birlikte atlatmaya çalıştıklarını, çeşitli kavşaklardan dönerek en son aracıyla bir benzin istasyonuna girdiğini, motorlu kişinin ise aynı istasyona girerek benzin almaya veya alışveriş yapmaya gerek dahi duymadan sadece onu beklediğini, benzin istasyonundan çıktığında ise motorun aracına yaklaşmaya çalıştığını fakat arkadaşlarının araçlarıyla araya girmesi sonucu motorlu kişinin uzaklaştığını, sözlerine ekledi.
Bu bilgilere göre; motorlu kişinin takibini, arkadaşlarının yardımıyla atlatan Ramazan Kubat, yüksek ihtimalle öldürülmek için hedef alınmıştı. Belki de gerçek hedef oydu. Zira aynı dönemde Kubat’ın eşinin de takip edildiği ve haklarında bir istihbarat çalışması yapıldığı, iddia edilen bilgiler arasında.
“CHP’ye geçmem rahatsızlık yarattı”
CHP’ye geçtikten ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanı olduktan sonra hedef alındığını belirten Kubat; “Ben kendimi herhangi bir ideolojiyle tanımlamıyorum. Sadece Türk milliyetçisiyim. Ömrüm ülkü ocaklarında geçti. O camiadayken malımla, mülkümle, paramla herkese yardım ettim, emek harcadım. CHP’ye geçtikten sonra ise Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi’ni kurduk ve 61 ilde teşkilatlandık. Her ilde, binlerce kişinin katılımıyla toplantılar düzenledik. Beni tanıyan ve seven pek çok Türk milliyetçisi, akın akın bu toplantılara geldi. Bu durumun bir rahatsızlık uyandırdığı aşikâr.” dedi.
“Kirli bir yapı söz konusu”
Kubat, Sinan Ateş cinayetinin siyasi ayağı hakkında bilinen pek çok yoruma ise katılmıyor ve; “Olcay Kılavuz’un adı bu cinayette çok fazla geçiyor lakin Kılavuz’u tanırım, ülküdaşını öldürecek biri değildir. Aynı şey Devlet Bahçeli için de geçerli. Bahçeli’nin böyle bir cinayete ortak olduğuna veya emrini verebilmiş olacağına inanmıyorum.” diyor.
Tehdit edilip hedef alınmasının ve Sinan Ateş cinayetinin arka planında; çeşitli siyasi partilerin içine sızmış şahısların da yer aldığı büyük bir yapının söz konusu olduğunu söyleyen Kubat; Ateş dosyasının, kamuoyunun baskısıyla yürüdüğünü de sözlerine ekliyor.
Kubat’a; Sinan Ateş’in, Mersin Limanı’ndaki uyuşturucu trafiği hakkında bilgi sahibi olduğu ve bu nedenle uyuşturucudan çıkar sağlayan gruplar için tehdit olarak algılanıp hedef alındığı, şeklindeki iddialara dair görüşünü de sordum. Kubat; bu iddiaların magazinsel ve hedef saptırma amaçlı olduğunu düşünüyor.
Kubat’a; İyi Parti lideri Meral Akşener’in Sinan Ateş’e sahip çıkması konusunda düşüncesini sorduğumda ise; İyi Parti ve Meral Akşener’in bu cinayete dair tavırlarını samimi bulmadığını, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise, insani değerleri yüksek bir kişi olduğundan, Sinan Ateş’in öldürülmesine en çok üzülen isimler arasında bulunduğunu, hatta bu duruma bizzat şahit olduğunu, belirtti.
Kubat’ın isteği; adaletin yerini bulması ve cinayetin ardındaki, onu da hedef alan kirli yapının ortaya çıkarılması. Bu konuda adalete güvenmek istiyor.
Soruşturma derinleştirilmeli
Şimdi ortaya çıkan tabloya baktığımızda; Sinan Ateş cinayeti soruşturmasının, hiçbir odağın engellemesine ve manipüle etmesine izin verilmeden, güvenilir bir ekip tarafından derinleştirilerek sürdürülmesinin çok önemli olduğu görülüyor.
Zira bu cinayetin perde arkasında; Kubat’ın da belirttiği gibi, sadece tek bir siyasi ayak veya partinin değil, farklı siyasi partilerin içine sızmış kişilerin yer aldığı kirli bir yapının ortaya çıkma olasılığı mevcut. Elbette ki olası bu yapının ülke için büyük bir tehdit oluşturma durumu da gözden kaçmamalı.
İleride, böyle bir yapının var olup olmadığını ve olası hedefleri konusunu, ulaştığım bilgiler doğrultusunda ele alacağız.
Asya Pasifik’in 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü gerçekten kutlayanlar, Tayvanlılar oldu. Kadınların şiddet mağduru olmasını engellemek amacıyla yapılan kapsamlı yasal değişiklikler, 8 Mart’ta yürürlüğe girdi.
Tayvan için 2023 senesi, kadınların uğradıkları tacizleri gündeme getirdiği uluslararası “#MeToo” hareketinin ülkede fırtına gibi estiği bir dönemdi. Siyaset de, tabandan gelen rüzgârın etkisiyle, kadınları taciz ve şiddetten koruyan üç temel kanunda; “Cinsiyet Eşitliği Eğitim Yasası”, “İstihdamda Cinsiyet Eşitliği Yasası” ve “Cinsel Tacizi Önleme Yasası” ve ilgili mevzuatta ilerici değişiklikler gerçekleştirdi.
#MeToo hareketinin Tayvan’da kamuoyunda yarattığı heyecan, Mayıs 2023 sonlarında Netflix’te yayınlanan “Fırtınalı Seçim” (Wave Makers-人選之人—造浪者) adlı dizinin etkisiyle başladı. Dizi, siyasette dönen entrikalarla beraber, genç kadınların işyerinde ve siyasette yaşadıkları taciz olaylarını da konu alıyordu. Kadın oyuncuların çoğunlukta olduğu dizide, üst düzey bir kadın siyasetçi, kampanya esnasında cinsel saldırıya uğrayan bir stajyer kadının yaşadıklarını gündeme getirmeye karar veriyordu.
31 Mayıs’ta Chen Chien-jou adlı eski bir Demokratik İlerici Parti (DPP) çalışanı Facebook’ta, o zamanki partinin genel sekreter yardımcısı olan Hsu Chia-tien’in kendisine ofislerinde cinsel tacizde bulunmaya çalıştığını paylaştı. Chen, paylaşımlarını “Fırtınalı Seçim” dizisinin etkisiyle yaptığını da açıkladı. Dahası, yaşadıklarının “bir istisna” olmadığını ve birçok parti çalışanı kadının kendiyle aynı duruma düştüğünü de belirtti. Chen’i taciz etmeye çalışan Hsu 1 Haziran’da istifa etti ve Tayvan’ın Çalışma Bakanı Yardımcısı Tsai Mu-lin, cinsel istismar vakalarını örtbas etmeye çalışmak ve kadınlara karşı saygısız davranmakla suçlanınca istifa etmek zorunda kaldı.
İfşa dalgası
Chen’in ifşaatı ve Hsu’nun istifasıyla beraber, sosyal medya üzerinde siyasetçilerin ve toplumda diğer güçlü figürlerin tacizleriyle ilgili paylaşımların ardı arkası kesilmedi. Tayvan Cumhurbaşkanı ve eski DPP Başkanı kadın siyasetçi Tsai Ing-wen’in yanı sıra, Parti Başkanı ve o dönem başkan adayı olan Lai Ching-te, parti adına birçok kez özür diledi. Suçlamaların asıl odağında hükümetteki DPP olsa da, Tayvan’ın ana muhalefet partisi Kuomintang (KMT) da, taciz ifşaatlarından nasibini aldı. Haziran’da Kuomintang’ın üç milletvekiline karşı cinsel istismar davaları açıldı.
#MeToo skandalları siyasetle de sınırlı kaldı; yargı ve eğitim sistemlerinin yanı sıra medya ve sanat dünyasını da hızla etkisi altına aldı. Kamuoyunda yükselen öfkeyi yatıştırmak için, Tayvan parlamentosu Yuan, 15 Haziran’da “Cinsel Tacizi Önleme Yasası”, “Cinsiyet Eşitliği Eğitim Yasası” ve “İstihdamda Cinsiyet Eşitliği Yasası”nda Temmuz ortasına kadar değişiklikler yapmayı kabul etti. Ve Tayvan’ın milletvekilleri, ideolojik farklılıklarını bir yana bırakıp cinsel tacize karşı ortaklaştı. 2023 sonunda Tayvan’da genel seçimler ve başkanlık seçimleri olması da, siyasetçilerin parti ayrımı olmaksızın toptan biçimde, seçmenlerin gazabına uğramaktan korkmasına yol açtı.
Tayvan’ın #MeToo dalgası, cinsel taciz vakalarının ne kadar yaygın ve ceza sisteminde ne kadar boşluk olduğunu ortaya koydu. Hukuki boşluklar, cinsel taciz faillerini fiilen koruyordu. Böylece failler, “yanlış anlaşıldım”, “şaka yapmıştım” gibi savunmalarla kendini kurtarabiliyordu. Çalışma Bakanlığı’nın 2022 yılında yaptığı bir ankete göre, Tayvan’daki kadın çalışanların en az yüzde 3,3’ü ve erkek çalışanların yüzde 1,3’ü işyerinde cinsel tacize maruz kalıyordu. Ancak #MeToo ifşaatları ertesi, tacize uğrayanların yüzde 70-80’inin “şikayette bulunmadığı” öne sürüldü.
Yapılan yasal değişiklerin kapsamı
“Cinsel Tacizi Önleme Yasası” başta olmak üzere, yasalarda yapılan düzenlemeler şöyle değişiklikler getiriyor:
> Geçmişte “mesai saatleri dışında” cinsel taciz veya “farklı iş birimlerindeki çalışanların” cinsel tacizi, cezai kapsam dışı sayılıyordu.
> Yapılan değişikliklerle, “üst makamlardaki” çalışanların kendilerine bağlı çalışan veya daha alt makamlardakilere tacizine cezalar ağırlaştırıldı.
> Yeni değişiklikler, işverenleri “cinsel tacizi önlemekle” de sorumlu tutuyor. Böylece, bir kurumdan çalışanlar konuyla ilgili farkındalıklarının artması için eğitimden geçirilecek.
> En küçük işletme ve kurumdan en büyüğüne; işverenler, kendilerine tacizle ilgili şikayet geldiğinde konuyu yerel makamlara bildirmekle yükümlü tutuluyor.
> İşverenler, şikayet olmasa bile cinsel tacizle ilgili şüpheli bir vaka söz konusu olduğunda önleyici tedbir almakla da yükümlü.
> İşverenler, mağdur çalışanlarına psikolojik destek ve tacizden uzak kalabilecekleri ortamı sağlamak zorunda.
> Taciz vakalarında 10 yıla kadar bir süreç için zaman aşımı kaldırılıyor; bu düzenleme özellikle reşit olmayan veya genç yaştaki mağdurları korumak için oluşturuldu.
> Resmî makamlar da, taciz davalarına yönelik gerekli hukuki yardım ve desteği sağlamakla sorumlu tutuluyor.
> Sadece iş hayatında değil, eğitim kurumlarında taciz vakalarını önlemek için tedbirler alındı. Öğretmenler ve okul müdürleri, tacizlere yönelik farkındalık yaratma ve önleyici tedbirler almakla görevlendiriliyor.
> Milli Eğitim Bakanlığı, yeni düzenlemelerin eğitim sistemi içinde net ve kesin hatlarla bilinmesini sağlayacak yönergeler oluşturdu.
Tayvan gençliğinin sürüklediği değişim
Tayvan gençliğinin önemli bir kısmı, Ada’daki köklü ataerkil kültürüne karşı mücadele etme taraftarı. Araştırmalara göre Tayvan nüfusu genelinde kadınların siyasete dünyadaki en yüksek katılım oranlarından birine sahip olunmasından gurur duyuluyor. Keza, LGBTQ+ hakları konusunda kaydedilen yasal ilerlemelerden de…
Tayvan, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından yayınlanan en son BM Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi, cinsiyet eşitliğinde dünyanın en ilerici ülkeler arasında yedinci sırada. Tayvan; Danimarka, Norveç, İsviçre ve İsveç gibi ülkelerin hemen arkasında. Diğer Asya ülkeleri, Singapur, Güney Kore ve Japonya sırasıyla sekizinci, 16’ncı ve 23’üncü oldu.
Siyasette de, kadınların temsiliyetinin yüksek olduğundan bahsetmiştik: kota sistemi sayesinde, Ocak 2024’teki genel seçimlerde belirlenen parlamentonun yüzde 40’ı kadınlardan oluşuyor.
Kapsamlı yasal değişikliklere neden olan #MeToo hareketinin ortaya koyduğu ise, Ada’nın cinsiyet eşitliği konusunda verdiği mücadelede gidecek yolunun daha çok olduğu. Araştırmalar da, birçok Tayvanlının kendilerini hâlâ cinsiyet, yaş ve işyerindeki kıdem nedeniyle ortaya çıkan güç dengesizliğiyle ve ataerkil kültürle mücadele içinde hissettiğini ortaya koyuyor.
Fransa meclisi 4 Mart 2024’te gerçekleştirdiği tarihi bir oylama ile kürtaj hakkını Anayasal güvence altına aldı. Versailles Sarayı’ndaki oylamada 72’ye karşı 780 oyla kabul edilen değişiklikle Fransa kürtaj hakkını anayasal güvence altına alan ilk ülke oldu.
8 Mart’ta düzenlenen törenle Adalet Bakanı Dupond-Moretti, Anayasaya eklenen kürtaj hakkına ilişkin hükümlere Cumhuriyet mührünü vurdu. Artık Anayasa’nın 34’üncü maddesinde “Kadınlara garanti edilen, hamileliğin gönüllü olarak sonlandırılması özgürlüğünün hangi şartlarda kullanılacağını kanun belirler” ifadesi bulunuyor. Bu düzenlemeyle kürtaj tercih edilen bir özgürlükten, Anayasal güvence altına alınmış bir hakka evrildi. Bu nedenle yürürlükte olan ve yürürlüğe girecek hiçbir düzenleme kürtaj hakkına aykırı olamayacak.
Sert yasalara ve yüzyıllar süren toplumsal baskıya rağmen, kürtaj hakkı mücadelesi veren kadın hareketinin başarısı karşısında etkilenmemek, tüm dünyadaki kadınların benzer haklara sahip olmasını dilememek mümkün değil. Peki, 27 kadının kürtaj olmasına yardım ettiği için 1943 yılında giyotinle idam edilen Marie-Louise Giraud’dan bugüne nasıl gelindi?
Fransa’daki kürtaj yasağı katolik kilisesinin güçlü olduğu Ortaçağ’a kadar dayanıyor. Kürtaj ilk kez 1556 yılında bir fermanla yasaklanıyor. 1810 yılında, Napolyon Bonapart döneminde, kürtaj suç olarak tanımlanıyor ve bu suça karışanların ağır ceza mahkemelerinde yargılanmasına yönelik düzenlemeler yapılıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası pronatalist politikalar çerçevesinde kürtaja yönelik baskı iyice artmakla birlikte, doğum kontrol yöntemleri propagandası da yasaklanıyor. 1923 yılında kürtaj suçu için öngörülen idam cezası yerini hapis cezasına bırakıyor, ta ki İkinci Dünya Savaşı’na kadar. Savaş döneminde pronatalist politikalara sahip Vichy Hükümeti “ iş, aile, vatan” sloganını benimsiyor, kutsal aile anlayışıyla doğumu teşvik ediyor. 1942 yılında devletin güvenliğine yönelik suç olarak tanımlanan kürtaja karışanların özel mahkemelerde yargılanıp ölüm cezasına çarptırılması öngörülüyor. Özetle kadınların bedenleri üzerindeki tasarrufları, vatan söz konusu olunca yine teferruat oluyor.
Marie-Louise Giraud: Kürtaj nedeniyle idam edilen ilk kişi
Ancak kadınlar devletin bu dayatmasına boyun eğmeden gizlice kürtaj olmaya devam ediyor. Sabunlu suyu vajinaya enjekte etme, maydanoz suyu içme, hardal banyosu ve daha niceleri… Kadınlar sağlıkları pahasına çeşitli yöntemler denemeye devam ediyor.
Bu kadınlardan biri de 18 yaşındaki Gisèle.
Marie-Louise Giraud, 18 yaşındaki komşusu Gisèle’nin hamileliğini sonlandırmak için hardal banyosu yaptığına şahit olduğunda ona yardım etmeye karar veriyor. Daha sonra 1940-42 yılları arasında 27 kadına kürtaj için yardım ediyor. 1942 yılında, kocası tarafından yazıldığı tahmin edilen, isimsiz bir mektupla ihbar edilen Giraud, kürtaj nedeniyle ölüm cezasına çarptırılıyor. Karar temyiz ediliyor ancak onu cezalandırmakta kararlı olan Vichy Hükümeti temyiz talebini reddediyor. Giraud, Temmuz 1943’te Paris’teki Roquette hapishanesinin avlusunda giyotinle idam ediliyor. Aynı davada yargılanan Eulalie Hélène, Jeanne Truffet et Augustine Connefroy ise sırasıyla 5, 8 ve 10 yıl hapis cezası alıyor.
Marie-Louise Giraud’un kadınların istenmeyen hamileliklerini sonlandırmasına yardım etmedeki motivasyonu belki de feminist bilinç taşımıyordu ancak Vichy Hükümetinin amacı kadınların bedenleri üzerinde patriyarkanın hüküm sürmesini sağlamaktı.
1960’lı yıllar, feminist hareket güç topluyor
1950’li yıllarda televizyon kanalları hükümet kontrolündeydi ve kürtaj hakkını konuşacak kamusal bir alan yoktu. 1960’lı yıllarda Avrupa’da hüküm süren özgürlük akımı Fransa’daki feminist hareketin güç toplamasını sağladı. Özgürlük dalgasını arkasına alan kadın hareketi çeşitli televizyon programlarında doğum kontrol yöntemleri hakkında konuşarak bir tartışma başlattı. Doğum kontrolünün siyasiler tarafında dillendirmesi ise 1965 yılında gerçekleşti. François Mitterand başkanlık seçimi öncesi doğum kontrol hapının kullanımının serbest bırakılmasını önerdi. Mitterand’ın bu önerisi İkinci Dünya Savaşı sonrası sağ siyasete kayan kadın oyları toplama amacı taşısa da kadın hareketi hanesine yazılacak bir kazanım olduğu inkar edilemez. Böylece 1967 yılında doğum kontrol hapı kullanımı yasal hale geldi.
343 Manifestosu
1971 yılı kürtaj hakkı mücadelesinde önemli bir dönüm noktasıydı. O yıl 5 Nisan tarihli Le Nouvel Observateur dergisinde “Kürtaj oldum” başlığıyla yayınlanan “343 Manifestosu” Simone de Beauvoir tarafından yazılmıştı. Kürtajın yasallaşması için çağrıda bulunan metinde Gisèle Halimi, Agnès Varda, Bernadette Lafont, Jeanne Moreau, Bulle Ogier, Marie-France Pisier, Yvette Roudy, François Sagan gibi tanınmış isimlerin de imzası bulunuyordu.
“Fransa’da her yıl bir milyon kadın kürtaj yaptırıyor. Tıbbi gözetim altında gerçekleştirilen bu operasyon çok basit olmasına rağmen, mahkûm oldukları gizlilik nedeniyle tehlikeli koşullarda bunu yapıyorlar. Onlardan biri olduğumu beyan ederim. Kürtaj yaptırdığımı beyan ederim. Doğum kontrol yöntemlerine ücretsiz erişim talep ettiğimiz gibi, ücretsiz kürtaj da talep ediyoruz.” -Manifeste des 343 salopes
Bobigny yargılamaları
1960’lı yılların sonlarında başlayan ikinci dalga feminizm 70’li yıllarda kadınların kendi bedenleri üzerindeki tassarufa odaklanıyordu. Kürtaj hakkının kişinin bedeni üzerindeki bir karar olduğu ve doğum kontrol yöntemlerine erişimin yetersizliği kamusal alanda tartışılmaya başlandı. Kürtaj hakkı mücadelesinde simgeleşen Bobigny yargılamaları tam da bu döneme denk düştü.
Ekim 1972 yılında Paris’in kuzeydoğusundaki Bobigny’de tecavüz sonucu hamile kalan 16 yaşındaki Marie-Claire Chevalier dahil olmak üzere beş kadın kürtaja dahil oldukları için yargılandı. Chevalier yasalara göre çocuk olduğu için dava dosyası diğer kadınlardan ayrıldı ve çocuk mahkemesinde görüldü. Kadınların savunmasını Gisèle Halimi üstlendi. Fransa’da kadın hakları mücadelesinde simge isim avukat Gisèle Halimi konuyu ülke gündemine taşıdı. Öyle ki duruşmaları takip eden kadınların sloganları mahkeme salonunda yankılanıyordu. Chevalier dava sonunda suçlandığı eylemi kasıtlı veya gönüllü olarak gerçekleştirmeyi seçmediği için beraat etti.
Kasım 1972’de kürtaja karıştığı tespit edilen Chevalier’in annesi dahil dört kadının davası başladı. Açık şekilde yapılan ve feminist aktivistlerin akın ettiği duruşmalardaki savunma ve ifadeler kamusal alanda da tartışılıyordu. Yargılama sonucunda Lucette Duboucheix ve Renée Sausset beraat etti, Micheline Bambuck bir yıl hapis cezası aldı, anne Michèle Chevalier ise ertelenmiş hapis cezasıyla birlikte 500 frank para cezası çarptırıldı.
O dönem Fransız topraklarında yaklaşık 600 bin kadın kürtaj oluyordu. Kürtaj hakkı savunucuları, kadınların güvenli ve sağlıklı bir işlemle kürtaj olmasını talep ederken, kürtaj karşıtları bu talebe kulaklarını tıkıyordu. Bu nedenle Bobigny yargılamaları kamusal alan tartışılması oldukça önemliydi.
Veil yasası: Kürtaj yasallaşıyor
Kasım 1974’te Jacques Chirac hükümetinin Sağlık Bakanı Simone Veil, kürtajın yasallaştırılmasına ilişkin sunduğu yasa tasarısı, 25 saat süren tartışmalar ve şiddetli muhalefete rağmen 189’a karşı 284 oyla kabul edildi. Senato’nun da ilk görüşmede onayladığı tasarı 17 Ocak 1975’e yürürlüğe girdi. Kürtaj hakkı mücadelesindeki bir diğer dönüm noktası olan Veil yasası hamileliğin 10’uncu haftasına kadar kürtaj yapılmasına izin veriyor ve kürtaj yapmayı reddetme hakkını doktor ve/veya hastaneye bırakıyordu.
1993 yılına gelindiğinde kürtaja erişimin engellenmesi suç haline getirildi. 2012 yılında yüzde 20 ile 30’unun geri ödendiği kürtaj masraflarının tamamının sağlık sigortası tarafından karşılanması mecliste kabul edildi. 2014 yılında ise Veil kanunundan kürtajın tehlike durumunda yapılacağına dair ibare çıkarıldı. 2022’te yapılan değişiklik isteğe bağlı hamileliği sonlandırma süresi 12 haftadan 14 haftaya çıkarıldı. Bu süre Türkiye’de 10 hafta.
Kürtajın Anayasa’ya girmesi için ilk adımlar
Kürtaj hakkının Anayasa’ya dahil edilmesi için gerekli Anayasa değişikliği ilk kez 2017’de Komünist Parti üyesi senatörler Laurence Cohen ve Eliane Assassi tarafından hazırlandı. Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin 24 Haziran 2022’de kürtaja izin vermenin her eyaletin sorumluluğunda olduğuna yönelik kararı sonrası konu yeniden gündeme geldi. Boyun Eğmeyen Fransa – NUPES Grup Başkanı Mathilde Panot ve Senatör Mélanie Vogel tarafından hazırlanan değişiklik teklifi Senato tarafından reddedildi.
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Ocak 2023’te kürtaj hakkının Anayasa’ya girmesi gerektiğine dair açıklamasının ardından Aralık 2023’te değişiklik teklifi Bakanlar Kurulu’na geldi. Sırasıyla Meclis’te ve Senato’da kabul edilen teklif 4 Mart 2024’te Versailles Sarayı’ndaki parlamento oturumunda 72’ye karşı 780 oyla ezici bir çoğunlukla kabul edildi. Böylece Fransa kürtaj hakkını anayasal güvence altına alan ilk ülke oldu. Bu tarihi kazanımın diğer ülkelerdeki kadın hareketine güç vereceği kesin.
Söz konusu kadın hareketinin mücadelesinden etkilenmemek, bu hakları tüm dünya kadınları için istememek mümkün değil. Ancak Fransa’daki kadınlar söke söke aldıkları haklarını iyileştirmek için mücadele etmeye devam edecek, etmek zorunda. Çünkü pek çok kadın sağlık personelinin yetersizliği başta olmak üzere çeşitli nedenlerle kürtaj olmak için şehir değiştirmek zorunda. 2022’de yayınlanan bir haberde tatil dönemi olan ağustos ayında yasal kürtaj süresi içinde operasyon yaptırmak için kadınların kilometrelerce yol kat etmesi gerektiğine dikkat çekilmişti.
Kürtaj hakkı sağ popülist siyasetçilerin elinde oyuncak
Avrupa ülkelerinde kendini iyiden iyiye hissettiren sağ popülist siyaset kadınların bedenleri üzerinden söz sahibi olduğunu iddia ediyor, aile ve din kurumlarının güçlenmesi gerektiğini savunuyor. Özellikle kürtaj sağ popülist siyasetçilerin seçmenlerini konsolide etmek için başvurduğu ilk tartışma zemini. Örneğin sağ popülizmin güçlü olduğu Polonya’da 2020’de yürürlüğe giren yasaya göre, kadınlar ancak annenin sağlığı için ciddi bir risk varsa veya hamilelik tecavüz veya ensestten kaynaklanıyorsa kürtaj talebinde bulunabiliyor.
Türkiye’de ise durum biraz karışık. 1983 yılında çıkarılan yasayla hamileliğin 10’uncu haftasına kadar kürtaj olmak yasal, fakat kürtaj hakkına erişim zorlaştırılarak fiili bir yasak uygulanıyor. Kimi hastane ve doktorlar kürtaj yapmayı reddederken kimi devlet hastaneleri kürtajın yasak olduğunu yönünde beyanda bulunuyor. Kadınların yasa ile güvence altına alınmış haklarını kullanmalarına engel olan bu beyanların arkasında siyasilerden alınan güç olduğu açık. “Her kürtaj bir Uludere’dir”, “Tecavüze uğrayan kadın doğum yapsın. Gerekirse çocuğa devlet bakar”, “Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor anası kendisini öldürsün’’ gibi ifadeler gerek sağlık personelinden gerekse toplumda kürtaj karşıtlığını besliyor.
Türkiye’deki kadın hareketinin önünde uzun, taşlı bir yol olduğu kesin ancak elde ettiği kazanımların bu yolu yürümeye motive ettiği de ortada.
Benzer bir yazıyı Türkiye kadın hareketinin başarısı sonrası yazacağımız günlere.
> Film önerisi: Nobel Ödüllü yazar Annie Ernaux’un kendi anılarından yola çıkarak yazdığı, 2000 tarihli otobiyografik kitabı *L’Evénement (*Olay – filmin adı Türkçeye Kürtaj olarak çevrilmiştir) aynı isimle yönetmen Audrey Diwan tarafından sinemaya uyarlandı. 2021 yapımlı filmde, kürtajın yasa dışı olduğu 1963 Fransasında hamile kalan bir üniversite öğrencisinin başından geçenler anlatılıyor.
Genç Lord Longsferry, romanı Avrupa’da gezdirip Londra’ya geri getirdiğinde ailesi ona Muhafazakar Parti’den bir milletvekilliği ayarladı. Ekselansları Kraliçenin ve Muhafazakar partinin gözbebeği parti başkanı Bay Disraeli, kürsüye çıkıp, bir sömürge olarak Hindistan’ın muhafaza edilmesi, diğer rakip güçlere mesela Rusya’ya karşı savunulması, İngiliz emperyal gücünün Afrika, Ortadoğu ve Uzakdoğu’da yayılması gerektiğinden söz ederken, genç Lord ve taze milletvekili Longsferry akşamdan kalma olduğu için uyukluyor, konuşma bitip alkış faslı başlayınca dirilip alkışlara katılıyordu.
Uyanık olduğu zamanlardaki icraatlarından biri sendikaların kurulmasına izin veren yasaya karşı oy kullanmak oldu. Sık yaptığı ise akşamları gece yarılarına kadar tiyatrolar, barlar caddesi mekanlarında işret alemlerinde takım taklavatını gezdirmek idi. Zil zurna küfelik olarak polislerin kolunda evine taşınır; kâhyası, uşağı ya da kıç toplayıcısı Jean Pass tarafından teslim alınıp yatağına yatırılırdı. Pass, Beyefendi’nin arkasını toplamaktan artık yorulmuş, kendisini daha az yoracak bir Beyefendi arıyordu.
Jean Pass’ın imdadına, Mary Higgins yetişti. Mary Higgins, kızıl saçlı, hafif çilli, zeki ve mücadeleci genç bir kadındı. Manchester’da çalıştığı fabrikada işçi temsilciliği yapan bir babanın, Nicholas Higgins’in kızıydı. Bay Higgins’in Mary’den birkaç yaş büyük diğer kızı Bessy, Manchaster dokuma fabrikalarında çalışırken kimyasallar solumuş ve genç yaşta ölmüştü. Bir havalandırma sistemi yapılmış olsaydı Bessy ölmeyecekti. Bay Higgins, küçük kızının da aynı şeyleri yaşamasını istememiş ve onu Londra’ya göndermişti.
Mary, zeki bir genç kadın olduğu için Londra’ya hızlı uyum sağlamıştı. Şimdi kalburüstü müşterilerine ev tekstili hizmeti veren Gümüş Yüksük adlı bir işyerinde çalışıyordu. Mary bu işi başka bir coğrafyada yapsaydı ona “bohçacı” denilebilirdi. Ama gelişkin endüstrilerde işleyişler ve adlandırmalar farklı oluyordu. Bay Fogg’un hanesi de Bayan Higgins’in işi gereği ilgilendiği hanelerden biriydi ve Bayan Higgins, Bay Fogg’un yeni bir kâhya aradığını biliyordu. Jean Pass için bir görüşme ayarladı.
Jean Pass, Saville Row’da, 7 numaralı evin hizmetliler giriş kapı ziline dokundu. Kapıyı, işine son verilmiş kâhya Forster açtı. Pass kendini tanıttı, bekleniyordu ve hemen içeri alındı. Forster, yeni kâhya adayını Beyefendi’nin oturmakta olduğu küçük salonun kapısına götürdü, beklemesini işaret etti, salon kapısını çaldı, iki adım içeri girdi, “Yeni uşak efendim” dedi.
Phileas Fogg koltuğunda dimdik oturmuş, bir askerin tören sırasında yaptığı gibi ayaklarını bitiştirmiş, ellerini dizlerine koymuş, vücudu dimdik, başı yukarıda karşıladı “yeni uşak”ı. Bay Fogg, kırk yaşlarında, uzun boyluydu. Kilosu gayet düzgündü. Saçı ve favorileri kumraldı ve şakaklarında kırışıklık görünmüyordu. Pass eğilerek Beyefendi’yi selamladı.
“Fransızsınız ama isminiz John mu?” diye sordu Phileas Fogg.
“Jean, eğer Beyefendi kusura bakmazsa, Jean Pass” cevabını verdi yeni kâhya adayı. Kısaca kendinden, daha önce yaptığı işlerden söz etti. Sokak şarkıcılığı, sirklerde at cambazlığı, ip cambazlığı, jimnastik öğretmenliği ve Paris’te itfaiye erliği. Lafı uzatmadı ve bazı şeylerden, mesela 1867 senesi Paris Dünya Sergisi’nde Mısır ve Türk pavyonlarının yangına karşı korunmasından sorumlu ekipte olduğundan söz etmedi. Söz etseydi, belki konu orada kalmayacak, arkası gelecek, konu Paris sosyetesinde “Süslü Şerif” olarak anılan Osmanlı sefiri Halil Şerif Paşa’nın gece hayatına ve Marsilyalı Bayan Colette’e kadar uzayabilecekti.
“Pass ismi benim için uygun,” dedi İngiliz centilmen. “Şartlarımı biliyor musunuz?” “Evet” dedi Pass. Bay Fogg, saatin kaç olduğunu sordu, Pass yelek cebindeki saate baktı ve cevapladı.
“Dört dakika geriden geliyor.” dedi Bay Fogg, “önemli değil. Farkı bilmek yeter. Öyleyse şu andan itibaren, 2 Ekim 1872’nin bu çarşamba günü, sabah saat on bir yirmi dokuz itibarıyla hizmetime girmiş bulunuyorsunuz.”
Jean Pass, Beyefendi’nin durumlara tanım getirme tarzında, gereksiz hareketlerde bulunmayan, bakışlarını bile boşa harcamayan, yönetici alışkanlıklarından vazgeçememiş emekli subay havası buldu. Düşüncelerini kendine sakladı. Az önce Beyefendi’ye yaptığı işleri anlatırken sözlerini kısa kesmesi gibi bir temkinlilik idi bu davranışı. Bey veya Hanımefendiler, çalışanlarının uzun konuşmasından hoşlanmazlardı.
*
İşine son verilen kâhya James Forster şahsi eşyalarını toplamayı bitiriyordu ki yanında yeni kâhya Jean belirdi. “Ah!” dedi Forster, “Nasıl geçti Beyefendi ile görüşmeniz?” “Saatim dört dakika geriymiş fakat her konuda anlaştık” dedi Jean, “evin detayları hakkında sizi dinlememi istediler.”
Forster, Jean’a evin ve beyefendinin düzenine dair detayları aktarıyor, yeni kâhya, anlatılanları dikkatle not alıyordu. Forster’in aktardıkları ile beyefendinin nasıl biri olduğuna dair ipuçları beliriyordu ve yeni kâhya beliren ipuçlarını bir araya topladı: “Düzen hastası, takıntılı biri. Yalnız yaşayan belki de bu takıntıları yüzünden yalnız yaşayan biri. Ve yalnızlığını sorun etmeyen bir yalnız.”
Forster, yeni kâhyaya gülümsedi. İçinden geçenlerin cümleleştirilmiş olmasından hoşlandı, üstünden yük kalkmış gibi hafifledi. Artık toparlanmış ve eve dair detayları aktarmayı bitirmişti. Çantasını aldı, kapıya yöneldi. “Evi ve Beyefendiyi size teslim ediyorum Bay Pass” dedi, “umarım bir makine ile yaşamayı başarabilirsiniz.”
Jean Pass, teşekkür etmek ile uğurlamak arası bir selam verdi Forster’e. Bir komüncü selamı. “Bu bir Fransız selamı mı?” diye sordu Forster. “Bir tür Parisli selamı” dedi Pass. Forster’i uğurladı ve evi dolaşmaya başladı. Evin salonlarına, kuytularına, kapalı kapıların ardına, dolaplara, raflara, çekmecelere baktı. Kitaplık göremedi. Evde kitap ve kitaplık yoktu. Bay Fogg gazete okurdu.
Jean, artık kendisine ait olan kâhya odasına geçti. Beyefendi, görüşmelerinden sonra evden çıkmış, kulübe gitmişti. Şu anda kulüpte oyun masasında kağıt oynuyordu. Birazdan dünyayı 80 günde dolaşmak konusunda iddiaya girecek, kağıt oyununu bitirecek, eve dönecek, alışılmışın dışında erken bir saatte eve döndüğü için kâhyasını şaşırtacak ve ona “Hazırlan, gidiyoruz” diyecekti. Bütün bunlar için henüz saatler vardı.
Sırtına iki yastık yerleştirdi, yatağına oturdu ve yeni odasına göz gezdirdi. Küçük pencereden vuran ışığın yarım yamalak aydınlattığı odasına baktı ve bir rahatlama nefesi saldı. Yatağın yanıbaşında komodinin üstünde şu üç kuruşa satılan, gizemli, gerilimli, korkutucu tasvirler ve anlatımlarla yüklü, cinselliği, kanlı sahneleri ve dehşet verici olayları harmanlayan kitaplardan biri duruyordu. İlk sayfalardaki resimlere şöyle bir göz attı, kitabı aldığı yere bıraktı.
*
-devamı haftaya-
Bir teşekkür: Yazı dizisinin ilk bölümünde, “..1872 senesinde, Burlington Gardens’daki Saville Row’da, 7 numaralı evde – 1814’te Sheridan’ın öldüğü ev – …” cümlesi geçer.
Kıymetli bir arkadaşım, “Fakat Müzeyyen …”in ilk baskısını yaparak beni kötü yola düşüren Şahin Beygu (Kıyı Yay.), Sheridan’ın ev numarasının 14 olduğuna dair bir kayıt gönderdi. Şahin abi kıymetlimizdir. Fakat biz, dünya çapında meşhur bir şahsiyet olan Bay Jül Vern’in beyanını esas alırız. Bay Vern’e “üfürmüş” diyemeyiz. Kanoncular bizi kınarlar.
Yerel veya genel seçim kampanyalarında adeta “kural” haline gelmiş bazı şeyler var. Parti liderleri ve adaylar bu adı konulmamış kurallara titizlikle riayet ediyorlar; seçim başarıları bu titizliğe doğrudan bağlı imiş gibi bir ciddiyetle… 31 Mart yerel seçim kampanyalarında da bunu gözlemledim. (İstanbul’u kastediyorum ama diğer kentlerdeki durumun farklı olmadığından da eminim.)
Maksat kayda girsin diye gözlemlediğim sonuçları paylaşayım, neticede bir tür amme hizmeti yapıyoruz şurada…
> Bir: Hatırlarsınız, 1999 deprem felaketinden sonra dönemin ABD Başkanı Bill Clinton deprem bölgesini ziyaret etmiş ve orada bir bebeği kucağına alarak gazetecilere poz vermişti. Bebek bu, Clinton Bey’in sırıtan yüzünün ortasındaki kocaman patlıcan burnu görünce, adamın burnunu sıkmıştı. Öncesi de vardır belki bilemiyorum, ama o gün bugündür bizim siyasiler de seçim kampanyalarında çocuklarla fotoğraf çektirmeye özel bir önem veriyorlar; “Çocuklar geleceğimizdir” gibi özlü sözler eşliğinde tabii.
Muhtemelen “Yahu her seçimde nerede bir çocuk, bebek görsem kucağıma alıp seviyorum, oyuncaklar veriyorum ama bugüne değin burnumu sıkan olmadı. Bizim bebekler beni görünce ciyak ciyak ağlıyorlar; o kadar para döküyoruz önlerine ama reklamcılarımız bu işe bir çare bulamadılar gitti” diye de hayıflanıyorlardır…
> İki: Bebek, çocuk severken çekilmiş fotoğraflar tamam ama bu yetmez. Ne kadar büyüklerinize saygılı küçüklerinize sevgili bir mühim siyasetçi olduğunuzu milletin gözüne sokmak, hafızalarına kazımak için yaşlı amca ve teyzelerin elini öperken çekilmiş fotoğraflarla hazırlanmış posterlerle donatacaksınız şehri…
> Üç: Memleket çok gelişti, ilerledi tabii. Nasuh Mahruki gibi türünün son örneği marjinal kelaynakları saymazsak artık başörtülü kadınlar, yasaklanmak filan şöyle dursun seçim reklam kampanyalarının kural haline gelmiş önemli figürleri arasında yer alıyor nicedir. Sayın liderler veya adaylar hazırladıkları reklam videolarında, reklam posterlerinde yüzü gülen başörtülü –ve tabii örtüsüz- kadınlara yer vermeyi çok önemsiyorlar. Madem toplumun önemli bir kesimi “muhafazakar”, o halde muhafazakar olmanın simgesi gördükleri başörtülü kadınlar bu reklam işlerinde ön planda olmalılar elbette. Hele ki sayın lider veya adayın ailesinde (anne, hala, teyze kim varsa artık) başörtülü bir hanımefendi varsa, süper…
> Dört: Çarşı-pazar, esnaf ziyaretleri seçim kampanyalarının gözde işlerinden biri. İster iktidar ister muhalefet olun, semt pazarlarında beraberinizdeki alkışçı topluluğu ve gazetecilerle arz-ı endam edecek, mümkünse önceden “ayarlanmış” esnaf ve vatandaşlarla ayak üstü sohbet edeceksiniz. Tabii iktidar partisindenseniz, “hayat pahalılığı canımıza tak etti!” diye isyan eden vatandaşlarla karşılaşma ihtimalini göze almanız lazım…
Bir de şöyleleri var: Geçenlerde Zafer Partisi isimli ırkçı partinin Fatih Belediye Başkanı adayı bir hanımefendi (Adı Hande Karacasu imiş), Fatih’te bir esnafın mağazasına “baskın” yaptı. Bir havalar, bir kabadayı edalar; teftiş var, tırnak temizliği kontrolü yapacağım! Sosyal medyada alay konusu olunca, “O kişi Suriyeli, gördünüz Türkçeyi de gayet güzel konuşuyordu” şeklinde bir açıklama yaptı. Suriyeli değil Siirt Pervarili imiş oysa. “Olsun! Ha Suriyeli ha Kürt, ne fark eder ki?” diyebilir bu kez de. Mümkün.
Irkçı deyince Asena Meral Akşener, malum AKP-MHP koalisyonunu bırakıp CHP’ye karşı muhalefet yapmaya başladı (Dem Parti’yi söylemeye gerek bile yok). Hanımefendinin Ankara’da esnaf ziyareti esnasında kendisine bu tutumu nedeniyle tepki gösteren vatandaşlara verdiği cevap geldi aklıma: “Sizin için mi parti kurduk biz! Millet için parti kurduk! Vermeyin bize kardeşim!” dedi. Öyle ya, herkes kendini “millet” zannederse işin içinden çıkılmaz. Bu yüzden bir yüce Türk Milleti var bu topraklarda, bir de diğerleri… Hafıza-i beşer işte; Meral, Hande Hanım gibileri hatırlatmasa unutuyoruz bunu.
“Farklı” bir örnek de vereyim bari, hak geçmesin. Geçenlerde Ekrem İmamoğlu ve İstanbul Milletvekili Türkan Elçi, Kanarya Mahallesinde bir pazar ziyareti gerçekleştirdi, esnafla, vatandaşlarla söyleştiler. Görüntülere baktım; alkış, tezahürat, destek vardı ve gayet de sahiciydi. Türkan Elçi faktörü var tabii. Kanarya, Kürt seçmenin (özellikle Mardin yöresinden) yoğun olduğu bir yerdir. Kanarya’da yaşayan pazarcı, deri işçisi arkadaşlarımı, tanıdıklarımı arayıp küçük çaplı bir nabız yoklaması yapmaya niyetlendim ama hemen vazgeçtim.
Zira CHP Grup Başkanvekili ve Afyon Belediye Başkan Adayı Burcu Köksal, Afyon’da seçmenlerine hitaben yaptığı konuşmada, eğer seçilirse belediye kapılarının Dem Parti hariç herkese açık olacağını söyledi. Dem Parti derken Kürtleri kastettiği besbelli. Bu aleni ayrımcılık, Afyonlu seçmenler üzerinde ne tür bir etki yarattı bilemem ama İstanbul başta ülke genelindeki Kürt seçmen nezdinde son derece olumsuz yankılandığı kesin: Bunlar bildiğimiz CHP işte, ne diye destekleyelim ki…
(CHP Genel Başkanı Özgür Özel Köksal’ın bu açıklamasını “dili sürçmüştür” gibi bir açıklamayla geçiştirirken Ekrem İmamoğlu, lafı dolandırmadan gayet net bir dille, “Ya kendine başka bir iş bulacak ya da başka bir parti bulacak! Öyle yok. Biz insan ayırt etmeyiz kardeşim! dedi.)
> Beş: Otobüs, minübüs, otomobil, kamyon (Kamyon? Yok, bu olmasa da olur) araç namına ne varsa partinizin, liderinizin, adayınızın, sloganlarınızın yazılı olduğu afişlerle donatacaksınız, yüksek volümlü hoparlör sistemini de yerleştirip size ayrılan bölgede ring yaparak sabah akşam seçim marşları, konuşmaları yayınlayacaksınız. Sokaklardan, cadde kenarlarından, evlerin balkonlarından, pencerelerinden küfür yiyorsanız, doğru yoldasınız; yoksa, sesi biraz daha açınız…
Tabii dört bir yanı, duvarları, ağaçları, parkları afişlerle, pankartlarla donatacaksınız, evlere el ilanları, pazar çantaları, torbaları dağıtacaksınız (bu torbalar iş görüyor, inkar etmeyiniz).
Görüntü ve gürültü kirliliğinde payınız neyse, osunuz ve o kadarsınız. Seçime verdiğiniz önem nereden belli olacak yoksa?
Daha sıralanacak çok şey var da, kapımın önünde rakip partilerin araçları karşılaştı ve sesi sonuna kadar açmış partilerinin seçim şarkılarını dinletiyorlar mahalleye!
31 Mart’a kaç gün kaldı yahu? Umudumu kaybetmemeye çalışıyorum ama bilmiyorum, dayanabilecek miyiz?
***
Daha iyi bir gelecek umut ve çabamızın en büyük güvencesi, kadın mücadelesidir… 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.
Haber okuru için “anlık” olan bir haberi ya da yorum içeriğini okuyup okumama tercihi çok sayıda değişkene dayalı. Yazı tipinin okunabilirliğinden başlığa, satır arası mesafeden kullanılan görsele, hatta ara başlık sayısına kadar birçok editoryal tercih yazının okunup okunmayacağı konusunda belirleyici oluyor.
Peki genel anlamda bir haberin “değerli” olduğunu kim belirliyor? Bu soruya onlarca yıldır iletişim bilimciler ve haber merkezi yöneticileri yanıt bulmaya çalışıyor. Bu yanıtı verirken ya Anglosakson perspektifine dönüp geleneksel haber değeri teorisine bakacağız ya da günümüzün yeni metrikleri üzerinden ilerleyeceğiz. Peki editörler nasıl ilerliyor ve bu süreçte verdikleri kararları nasıl meşrulaştırıyor, nasıl raporluyorlar? Hangi haberin başarılı ya da başarısız olduğuna, akışa girip girmeyeceğine ya da ne tür düzeltmeler yapmaları gerektiğine nasıl karar veriyorlar?
Birçok kurumun yazılı editöryal politikaları ve stil rehberleri olmadığı düşünüldüğünde yukarıda sorduğum sorunun yanıtı hayati bir önem taşıyor. Ama bir o kadar önemli olan bir konu daha var. Muhabirlerin de bu belirsizlik içerisinde editörün hangi saiklerle karar verdiğini anlayabilmeleri.
Editör, teknik ve içeriksel bağlamda kurumun politikasına, o mecranın okur davranışına en hakim kişidir
Muhabirlerin muhtemelen umursamadığı, ama editörlerin hem içeriği seçerken hem de içeriği düzenlerken önemsediği birkaç temel ölçütle başlayalım:
> Buna kim tıklar ya da “tıklanabilirlik”: Tıklanabilirlik dediğimiz şey, aslında insanların bir web sitesine, bir reklama ya da internet üzerindeki herhangi bir şeye ne kadar tıkladığını gösteriyor. Bu, genellikle o bağlantının başlığının, fotoğrafının ya da kısa açıklamasının ne kadar ilgi çekici olduğuna bağlı. Yani, bir şeyin tıklanabilirliği yüksekse, demek ki o içerik gerçekten dikkat çekici ve insanlar tarafından merak ediliyor, talep görüyor.
> Kim beğenir, kim paylaşır ya da “paylaşılabilirlik”: Paylaşılabilirlik, insanların bir içeriği sosyal medyada ne kadar kolay paylaştığını anlatır. Bir şeyin viral olup olmayacağı bu paylaşılabilirliğe bağlıdır. Yani, bir içerik eğer insanları güldürüyor, düşündürüyor ya da bir şeyler öğretiyorsa, daha çok paylaşılır. Bu da neticede daha fazla insanın dikkatini çeker. Bugün medya endüstrisi aktörleri, insanların içeriği paylaşmasını sağlamak için kısa hikayeler, ilgi çekici görseller ya da akılda kalıcı bağlantılar kullanıyorlar.
> İmza sahibinin gücü ya da “sosyal kapital”: Bir yazarın ya da muhabirin sosyal çevresi, yazdıklarının ne kadar okunacağını etkiler. Sosyal kapital, kişinin çevresindeki ilişkilerden ne kadar yarar sağladığını gösterir. Basitçe, bir yazarın takipçileri, itibarı ve bağlantıları ne kadar güçlüyse, yazdıkları o kadar çok kişiye ulaşır. Bu, daha fazla insanın onun içeriğini okuması ve paylaşması demek.
Gelelim işin en zor kısmına. Türkiye’de birçok muhabir, artan telif programları ve gazetecilerin kronikleşmiş mağdur pozisyonu gereği zaten kırılgan bir ruh hâlinde. Bu kırılgan ruh hâli, en çok da editörler için sıkıntılı. Zirâ, konvansiyonel işlerinde çalışacak olsalar belki de aynı içeriği dört-beş kere yazmak zorunda kalacak olan muhabirler, freelance çalıştıklarında dönüt alma konusunda oldukça kırılgan olabiliyorlar. “Farklı kaydet” ve “yolla” tuşlarına bastıktan sonra muhabir için tek önemli mesele ödemenin yatacağı gün oluyor. Oysa, gıda ürünleri de dahil kalite kontrolünden paketlemeye tüm ürünlerde son kullanıcıya ulaşmadan önce denetim süreçleri vardır.
Özellikle yorum türünde içerik yazan kişiler her türlü müdahaleyi “ifade özgürlüğüne” müdahale olarak görüyor
Editörün vakıf olup muhabirin vakıf olmadığı ne var?
Türkiye’deki muhabirlerin bir kısmı editörü, .docx formatındaki dosyayı içerik yönetim sistemine giren kişi olarak görüyor. Bu, elbette haberciliğimiz “massive production” mantığına bürünmesi ile de ilgili bir durum; ama bu ön kabul ile editörün yazı üstündeki hakkı ve emeğini en baştan yoksayan muhabir işlerin kötü gidişatının ilk adımını atmış oluyor. Burada editörün elinde birkaç farklı yaklaşım şansı var. Bunlardan ilki içeriği baştan yazmak. Bu temel olarak, haber içeriklerinde oldukça zorlu ve prodüksiyon aşamasını iki katı zaman alan bir yüke dönüştürebilecek bir durum. Yazılarda ise yazarın üslubu, entelektüel kimliği ve en önemlisi ifade özgürlüğü gibi bağlamlarda yazar tarafından tartışmaya sıklıkla açılan bir mesele. Özellikle yorum türünde içerik yazan kişiler her türlü müdahaleyi “ifade özgürlüğüne” müdahale olarak görüyor. Oysa bir yazının editöre yollandığı hâliyle girmesi bana kalırsa günümüzün medya ortamında çoğu zaman yazarın sahibine de yazıya harcanan finansal kaynağa da kötülüktür. Bu yazar ve editör arasındaki bir “hiyerarşi” meselesi değildir. Editör, teknik ve içeriksel bağlamda kurumun politikasına, o mecranın okur davranışına en hakim kişidir. İdeal durumda, yazarın daha önceki hangi yazısının daha çok paylaşıldığı, nasıl bir başlığın işe yaradığı, nasıl bir görselin işe yaradığı, yazının hangi gün ya da saatte girmesinin daha iyi olduğu, karakter sayısı, ara başlık kullanılıp kullanılmadığı hatta kullanılan dildeki kavramların tekrarı ya da yoğunluğunun sağlıklı olup olmadığı gibi birçok veri bilinçli bir editörün rehberi olur. Yani editör, birçok muhabirin ve yazarın merak etmediği ya da sormaktan kaçındığı “kaç okundu”, “kaç paylaşıldı”, “sekme oranı ne kadardı” gibi soruların da yanıtlarına sahip olduğundan içerikle yazarın kurduğu “tevekkül” ilişkisinin ötesindedir. Editör patronuna, fon verenine, sponsoruna vs. içeriklerin okunma sayısıyla ilgili hesap verme işini de üstlenir.
Telif ödensin diye oluşturulan içerik programlarının ise, ihtiyaç duyulduğu için oluşturulan içeriklerin bel kemiği olduğu programlara dönüşmesi gerekiyor
Muhabir okunma sayılarından sorumlu mudur?
Gelelim bir başka önemli hususa. Muhabir okunma sayılarından sorumlu mudur? Yıllardır profesyonel ve gönüllü olarak yayıncılık yapıyor, yayıncıları destekliyor ya da akademik çalışmalarım kapsamında yayıncıları inceliyorum. Nadiren “kaç okundu” sorusunu soran muhabirle karşılaştım. Hatta bu soruyu duyduğum az sayıdaki arkadaşlarım da politik yayıncılık yaptığım dönemde gönüllü içerik üreten arkadaşlardı. Onlar “etkinin” peşindelerdi.
Günümüzde ise etki “editöre bırakılmış bir sorumluluk”. Yazar ya da muhabir, işini tamamlayıp bir sonraki telifin peşine koşarken, hedefler, sayılar umurunda olmayan bir hâlde geleceğe ilerliyor. Yazıyı paylaşıp paylaşmama konusunda bile keyfi davranabiliyor. Çoğu zaman onun için bir RT bir repost yetiyor. Yazıyı tanıtma konusunda ek bir çaba sarf etmiyor. Yazıya nadiren de olsa gelen yoruma bile yanıt verme zahmetine girişmiyor. Yazarın ve muhabirin “muzafferliği”, Türkiye’nin ifade özgürlüğü ortamının derinleştirdiği bir mesleki etik probleminden beslenerek, editörün sırtına içeriğin başarısının tüm yükünü yükleyip, tek bir dönüt verirse parçalayacağını düşündüğü egonun ve hayır demenin zorluğunun editörü başarısız hâle getirdiği bir ortam yaratıyor.
Burada dengeyi yaratmak kurumsal aktörlerin seçiciliklerinden, stil rehberlerinden, editöryal ajandalardan ve finansal olarak dengeli yayınların sayısının artmasından geçiyor. Telif ödensin diye oluşturulan içerik programlarının ise, ihtiyaç duyulduğu için oluşturulan içeriklerin bel kemiği olduğu programlara dönüşmesi gerekiyor. Aksi hâlde bu “dengesizliğin” editörün sürekli kaybedeni muhabirin de kısa vadeli kazananı olacağı bir durum olarak hayatımızda kalmasının önünde bir engel görünmüyor.
Geçen yıl, Avusturya’nın en eski gazetesi olan Wiener Zeitung‘un kapandığı günlerde ABD’li teknoloji şirketi Apple’ın piyasa değeri de ilk kez 3 trilyon doların üzerine çıktı. Sadece bu gelişme bile teknolojik değişimin boyutlarını bize göstermeye yetiyor. Basılı iletişim yöntemi bitiyor, dijital iletişim yayılıyor.
***
Dijital iletişimin kalbinin attığı yer de YouTube. YouTube, videoları küresel olarak paylaşmaya yarayan dünyanın en büyük ve en etkili platformu. 2021 yılı itibarıyla YouTube’un aylık 2 milyardan fazla aktif kullanıcısı var. 31 milyondan fazla YouTube kanalı bulunmakta. 196 milyonun üzerinde abone sayısıyla en çok aboneye sahip kanal. YouTube ziyaretçilerinin her ay yaklaşık 6 milyar saat video izlediği tahmin ediliyor. Google’ın ardından dünyanın en büyük ikinci arama motoru olarak da anılıyor. Bunları yeniden anımsatayım.
***
Basın Tarihi için 2007 yılındaki medyayı tararken aynı Avusturya gazetesi gibi şimdi artık yayınlanmayan Vatan Gazetesi’nin 17 yıl önceki “Türk-Yunan Savaşı kızıştı” sürmanşetinin yanı başındaki küçük puntolu cümlede YouTube’a rastladım: “YouTube’ta eşcinsel polemiği rekor kırıyor.”
***
Sürmanşetin altındaki “Yunanlıların Ata’ya hakaretine Türkiye’den anında 129 videoyla ‘ağır yanıt’ verildi” açıklamasının yanı başında iki spot yer almaktaydı.
İlk spotta şunlar yazılıydı: “VATAN’ın dikkat çektiği internetteki ‘sanal savaş’ı izleyenlerin sayısı dün 14 binden 482 bine çıktı…Ata’ya ve Türk halkına hakaret içeren Yunan videolarının kaldırılması için YouTube yönetimine Türkiye’den 140 bini aşan şikâyet e-postası gönderildi.”
***
Hemen yanındaki 2. spot da şöyleydi: “Günde 100 milyon videonun yayınlandığı YouTube’da günün en çok izlenen videosu Türklerle Yunanlılar arasındaki ‘gay’ polemiği çıktı. Gay suçlaması Yunanlıları çileden çıkarırken karşılıklı küfürleşme doruk noktasına ulaştı.”
***
YouTube’un doğmasından kısa süre sonra 6 Mart 2007’deki Vatan Gazetesine haber olan bu gelişmeyi daha geniş bir çerçeveye oturtmak için Vikipedi’deki “YouTube’a Türkiye’den erişimin engellenmesi” maddesine baktım.
6 Mart için şunlar yazılıydı: “Türkiye kanunlarına dayanılarak Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri tarafından ilki 6 Mart 2007’de, ikincisi ise 17 Ocak 2008’de olmak üzere birkaç kez engellenmiştir. Bu engelleme, Türkiye’de ve dünyada çeşitli yankılar uyandırmıştır. 31 Ekim 2010 tarihinde ise bir telif ajansı Atatürk‘e hakaret eden videoların hakkını satın aldı ve sonra siteden kaldırdı.”
***
Madde, “6 Mart 2007 engellemesi” ara başlığıyla şöyle devam ediyor: “18 yaşındaki Yunan öğrenci Kostas Papafloratos tarafından ‘Stavreatos’ takma adıyla 3 Mart 2007’de YouTube‘a yüklenen ve Mustafa Kemal Atatürk‘e hakaret içeren video, Türkiye’de tepkilere neden oldu.
İlgili haberlerin 5 Mart günü basında yer alması üzerine harekete geçen T.C. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Savcısı Nurten Altınok, İstanbul Emniyet Müdürlüğü‘ne talimat vererek, konuyla ilgili görüntüleri istedi. Söz konusu görüntüyü inceleyen Altınok, 25 Temmuz 1951 tarihine ait 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun gereğince T.C. İstanbul Nöbetçi 1. Sulh Ceza Mahkemesi’nden videoya erişimin engellenmesini talep etti.”
***
“6 Mart 2007 tarihinde başvuruyu karara bağlayan mahkeme, 2007/384 sayılı kararında ‘Mustafa Kemal Atatürk‘ün fotoğrafı, Türk Bayrağı üzerine İngilizce küfür içeren yazılar yazılarak aşağılandığı anlaşıldığından talebin kabul edildiğini belirtti.
Bununla beraber, erişimin durdurulduğu bu dönem içerisinde, herhangi bir uluslararası vekil sunucu ya da anonim kullanımı sağlayan web siteleri kullanılarak siteye bağlantı sağlanabildi.
Erişim engelleme kararının ardından YouTube yetkilileri, gerekenin yapılacağını bildirdi. İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesi’ne tekrar başvuran Savcı Nurten Altınok, sitedeki hakaret içeren unsurların kaldırılması durumunda erişim yasağının da kaldırılması talebini iletti. Videonun kaldırılması üzerine YouTube sitesine erişim olanağı 6 Mart 2007 tarihinde tekrar verildi.”
***
Daha önce bir yazımda,“Medyayı derinden etkileyen özelliği, YouTube’un hem küresel iletişimi ve özgürleşmeyi sağlayan yeni bir dünya agorası, hem de patronu ve karışanı olmayan yeni bir iş alanı olması” demiştim…
Sonra da eklemiştim: “ ‘Patronu ve karışanı olmayan’ dedim ama Çin, İran, Suudi Arabistan gibi Türkiye’nin de YouTube’a getirdiği yasaklarla anıldığını gördüm.”
***
Tam 17 yıl önceki bir gazetede bu ilk yasağın medyaya yansımasına yeniden şahit oldum. YouTube’la ilk kapsamlı ilişkimiz kavga ve yasaklamayla başlamış gibi görünüyor. Bana tanıdık bir davranış biçimi gibi geldi.
***
Teknolojik gelişim bütün insanlığa özgür ve demokratik alanlar açıyor. Ama açılan bu alanları dolduracak insanların zihinsel düzeyi, henüz o teknolojik gelişmenin boyutuna erişebilmiş gibi gözükmüyor. Bu sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde böyle. Bizim diğer ülkelerden farkımız, bu teknolojik gelişmenin yarattığı medyaları insanların gelişimi için özgür bırakmaktaki isteksizliğimiz. Ama belli ki hiçbir yasak bu teknolojik gelişimin önünde duramayacak. Ve bu gelişim sonunda dünyanın her yerinde kendine uygun bir insan türü yaratacak.
Hatay’ı aşamıyor, Hatay’dan çıkamıyoruz. Hatay artık Türkiye’nin kalbinde kanayan bir yara.
Hatay’daki yolsuzluk ve çökme vakalarını anlatmaya, kamuoyunu bilgilendirmeye devam edeceğiz.
Hataylı iş insanı Bedi Aslan, Hatay’ın Samandağ ilçesinde, orman arazisinin yanında bir soğuk hava deposu işletmekteydi. İşlerini yürütmek için Tarım ve Kırsal kalkınmayı Destekleme Kurumu’nun hibe desteğine başvurmuş, 2014’te destek almaya hak kazanmış ve sonrasında borçlarını da ödemişti.
2018 yılında, geçen haftaki yazımda bahsettiğim “kelle avcısı” kardeşlerden Sedat Aslan (Kimlikteki resmî adı Mete Aslan); ağabeyi Mehmet Aslan’ın selamının da getirerek Bedi Aslan’dan, Alya Soğuk Hava Deposu’nun tapusunu istedi. Bedi Aslan’a; “Biz orman arazisine villa yapacağız, bunun için elimizde arazi civarında bir tapu bulunması gerekiyor. Villanın tapusunu alınca, soğuk hava deposunun tapusunu da sana iade edeceğiz” dedi.
Alya Soğuk Hava Deposu’na nasıl çöküldü?
Bedi Aslan, uzaktan akraba olmalarının verdiği güvenle hareket ederek bu teklifi kabul etti ve deponun C.N. üzerine olan tapusunu, Sedat Asan ile Mehmet Aslan’ın anneleri H. Aslan’a devretti. Deponun üst kullanım hakkı ise Bedi Aslan’da kaldı. Sedat Aslan ve babası Cahit Aslan, villalarını yaptıktan sonra, Bedi Aslan’ın tapuyu geri alma isteğini reddettiler. Aralarındaki sorun çözülmeyince Bedi Aslan, iş yapamadığı için depodaki teçhizatları satmaya karar verdi ve 2020 yılında malzemeleri, firma sahibi M.K.ye sattı.
Bedi Aslan, bu alışverişten doğan ödemesini almak için Ocak 2020 tarihinde M.K.nin ofisine gitti. Müşterisinden toplam 450 bin TL’lik üç adet çeki teslim alacağı sırada, ofise yanında bir kişiyle birlikte Sedat Aslan geldi ve Bedi Aslan’ın kendisine borçlu olduğunu iddia ederek M.K.ye; “Ağabeyim selamı var. Bu çekler bana verilecek.” dedi. Bedi Aslan’ın herhangi bir borcu olmamasına rağmen Sedat Aslan, M.K.nin yazdığı üç çeke el koyarak ofisten ayrıldı.
Fakat çekler, Alya Soğuk Hava Deposu adına kesildiğinden ve şirket sahibi Bedi Aslan olduğundan çeklerle ilgili herhangi bir işlem yapamayacağını anlayan Sedat Aslan, 21 Ocak günü soğuk hava deposunda bulunan Bedi Aslan’ın yanına gitti. Deponun altına yaptıkları villada yaşayan babası Cahit Aslan ise yanına dört çalışanını alarak Sedat Aslan’a eşlik etti. Bedi Aslan, altı kişi tarafından ormanın içinde tehdit edilip korkutuldu ve iki adet 500 bin TL’lik senete zorla imza attırıldı.
Bu suretle Bedi Aslan, hem soğuk hava deposunun tapusundan hem sattığı teçhizatlardan sağlayacağı gelirden oldu hem de üzerine Sedat Aslan ve babası Cahit Aslan’a borçlandırıldı.
Bedi Aslan’ın, yaşadıklarına dair Hatay savcılığına suç duyurusunda bulunması üzerine ifade veren Sedat Aslan, yöneltilen suçlamaları reddetti ve “Bedi Aslan’la arasında alacak verecek ilişkisi olduğunu, bu yüzden Bedi Aslan’ın çekleri ona rızasıyla verdiğini, herhangi bir tehdit ve zorlama durumu yaşanmadığını” savcılık ifadesinde belirtti.
Oysa Sedat Aslan çeklere el koyduğunda henüz ortada senetler yoktu. Aynı zamanda Sedat Aslan alacaklı dahi olsa, Bedi Aslan’ın müşterisinden tahsil ettiği ödemeye el koyma hakkı hukuken bulunmamaktaydı.
Lakin savcılık gözle görünen gerçekleri araştırmadan ve detaylı bir inceleme yapmadan dosyayı kapattı. Her şeyini kaybeden ve can güvenliği nedeniyle başka bir şehirde yaşamak zorunda kalan Bedi Aslan ise dosyanın kapatılmasına itiraz ederek sürecin takipçisi olacağını, hakkını savunacağını söylüyor.
Belirtelim, şu anda Cahit Aslan’ın oturduğu villa ise elimizdeki parsel kayıtlarına göre orman arazisi içinde görünüyor.
Ayrıca; Alaattin Çakıcı ve Erol Evcil’in birlikte çöktükleri Hatay Payas’taki Nursan Demir Çelik firması kıskaca alınırken, Sedat Aslan’ın da Çakıcı ve Evcil ekibinin yanında bulunduğuna dair video kayıtları ve fotoğraflar da elimizdeki belgeler arasında mevcut.
Bir elinde AK Parti, bir elinde CHP
Sedat Aslan’ın vukuatlarından bazılarını, geçen haftaki yazımda da aktarmıştık.
Aldığım yeni bilgilere göre; 2009 yılında Cahit Aslan ve oğulları Sedat Aslan’la Mehmet Aslan kardeşler, Suriye’den Türkiye’ye 25 kg esrar getirirken suçüstü yakalanıp, Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan üçlüden baba Cahit Aslan, suçu üstlenince 5 yıl ceza almış, oğulları ise beraat etmişlerdi.
Öte yandan 28 Şubat 2024 tarihinde ise Hatayspor genel başkan yardımcısı Aydın Toksöz’ün kardeşi Tugay Toksöz’le birlikte iş yapan Sedat Aslan ve babası, ormanlık araziye yaptırdıkları villada AK Parti Hatay büyükşehir belediye başkanı adayı Mehmet Öntürk’ü ağırlarken görüntülendi.
Fotoğrafta; Mehmet Öntürk’ün hemen yanında uyuşturucu ticaretinden ceza almış baba Cahit Aslan, arkasında ise “kelle avcılığı” ve malla çökme dosyalarında adı geçen Sedat Aslan bulunuyordu.
Pek çok suça karışmış Aslan ailesinin; hem AK Parti’yle hem de CHP ile aralarını iyi tutarak kendilerini sağlama alma çabaları anlaşılırken, peki, AK Parti adayı Mehmet Öntürk’ün, bu kişilerin şüpheli villasında ve yanlarında ne işi vardı? Bu soruyu da Mehmet Öntürk cevaplamak zorunda.
Hatayspor yolsuzlukları
Hatayspor dosyasını açacağımızı söylemiştik ve bu yazıyla başlıyoruz.
Ocak ayında yayınlanan Lütfü Savaş Dosyası 1 ve 2 yazılarımda; Hatay Büyükşehir Belediyesi’ne ihale veya imar izni almak için başvuranlara, belediye tarafından “Hatayspor’a bağış yapma” şartı koşulduğunu, tanık beyanlarıyla anlatmıştım. Peki, bu bağışlara ne oluyordu?
Toplanan bağışlar sonrası; Hatayspor Kulübü Derneği, fason bir şekilde borçlandırılıyor ve bağış adı altında gelen paralar, “borç ödemesi” gerekçesiyle Hatayspor’a geldiği gibi geri gidiyordu.
Yayınladığımız belgeye göre 27 Ağustos 2018 tarihinde Hatayspor; içlerinde Aydın Toksöz, depremde yıkılan Emlak konutlarının tutuklu müteahhidi Mehmet Özat’ın oğlu Mustafa Özat (Lütfü Savaş’ın villasında oturduğu kişidir aynı zamanda) ve İbrahim Ethem Sunar’ın da bulunduğu yönetim kurulunun kararıyla İbrahim Ethem Sunar’a 2,5 milyon TL borçlandırıldı. Fakat resmî belgede, 19 kişilik yönetim kurulundan en az 10 kişinin imzası olması gerekirken, sadece dört kişinin imzası bulunuyordu ve bu imzalardan biri de Aydın Toksöz’e aitti.
Benzeri bir fason borçlandırma da, Rahmi Vardı adlı kişi alacaklı gösterilerek 5,5 milyon TL’lik bir borç belgesi düzenlenmesi suretiyle yapıldı.
Bu şekilde kaç belge düzenlendiği ve Hatayspor’dan alacaklı gösterilen kişilere toplam ne kadar para ödendiği bilinmiyor lakin Lütfü Savaş takımımın bu vurgununun tanıkları, bahsettiğimiz işleyişi ayrıntılarıyla anlatıyorlar.
Mültecilere yardım derneği ve döviz büroları
Aydın ve Tugay Toksöz kardeşler açısındansa farklı vurgunlar ve işleyişler de söz konusuydu.
Öncesinde Hatay’da Skoda bayiliği yapan Toksöz kardeşler, bayiliklerine Sedat Aslan’ın çökmesi üzerine Aslan kardeşlerle birlikte çalışmaya başlamışlardı.
Toksöz kardeşler, Hatayspor vurgununa dâhil oldukları gibi aynı zamanda mültecilere yardım dernekleri üzerinden de yurtdışı kaynaklı bir para akışına sahipler. Mevzunun önemi, bu yardım paralarının nereye gittiğinde saklı.
Tam da bu noktada Hatay’daki döviz büroları devreye girmekte. 2021’den 2022’ye kadar T. döviz bürosuna düzenli olarak TL ve dolar gönderen Aydın Toksöz, bu paraların büro tarafından oğlu Asaf Emre Toksöz’ün Ziraat Bankası’ndaki hesabına yatırılmasını istiyordu. 2022-2023 yılları arasında ise aynı işleyişi farklı bir döviz bürosuyla sürdürdü.
2021’den Şubat 2023’e kadar tespit edebildiğim bu işleyişte; tahmini 50 milyon dolar ve 100 milyon TL civarı bir paranın dolaşıma girmesi söz konusu. Ayrıca Aydın Toksöz’ün, zaman zaman döviz bürolarına “Şu kadar parayı Ziraat Bankası gişesine gönderin. Oğlum oradan alacak ve ödeme yapacak.” talimatları verdiği, büroların da bu talimatları uyguladığı, edindiğim bilgiler arasında.
Hatırlatalım; Asaf Emre Toksöz, EXPO’dan para kazanmak için kurulan, ortakları arasında CHP Hatay milletvekillerinin de bulunduğu Hatay Girişim ve Gıda AŞ.nin de ortaklarından biriydi aynı zamanda.
Kısaca; Aydın ve Tugay Toksöz, bir şekilde edindikleri paraların dolaşımını döviz büroları aracılığıyla sağlarken, mal ve mülklerini resmî nikâhlarını bitirdikleri eşleri üzerine yaptırdılar, paraları ise Aydın Toksöz’ün oğlu Asaf Emre Toksöz’ün hesabında topladılar.
Nihat Tazeaslan ve MHP’li Lütfü Kaşıkçı aynı dosyada
Deprem sonrası Hatay’da yaşanan ihmalleri, Lütfü Savaş’la Hatay belediyesinin suçlarını pek çok kez yazdık
Gerek Lütfü savaş gerekse de belediye yetkilileri her defasında kendilerinin de mağdur olduklarını ve tek suçlunun devlet olduğunu, vurguladılar.
Oysa Hataylı avukat Serhat Küçükler’in 2023 yılında yaptığı suç duyurusuna göre; Hatay halkı enkaz altındayken dahi Hatayspor başkanı ve Hatay büyükşehir belediyesi genel sekreteri Nihat Tazeaslan yolsuzluk peşindeydi. Suç ortakları ise MHP Hatay milletvekili Lütfü Kaşıkçı’yla Hatay MHP il yönetim kurulu üyesi müteahhit Ahmet Farafakıoğlu’ydu.
Deprem öncesi, eski Antakya’nın tarihî taş sokaklarının restorasyon ihalesini, müteahhit Karafakıoğlu almış fakat restorasyon çalışmasını yapmamıştı.
Deprem sonrası, Hatay’ın tüm kültürel ve tarihî varlıklarıyla birlikte bu taş sokaklar da yıkılıp yok oldu. Suç duyurusunda belirtilen delillere, telefon yazışmalarına ve bir gizli tanığın beyanına göre; HBB genel sekreteri ve Hatayspor başkanı Nihat Tazeaslan, MHP Hatay milletvekili Lütfü Kaşıkçı, HBB fen işleri daire başkanı Hasan Ziya Hamidoğulları ve MHP’li müteahhit Ahmet Karafakıoğlu, tarihî sokaklarda sanki deprem öncesi bir restorasyon yapılmış gibi göstermek için kolları sıvadılar. Aynı ekip, İstanbul, Ankara ve İzmir’deki bazı firmalara yönelik naylon faturalar düzenledi. 100 milyonlarca TL’lik harcama yaptıklarına dair bu faturaların tahsilini ise elbette ki Hatay büyükşehir belediyesinden istediler.
Tarihlere göre onlar bu işlerle meşgulken, Hatay halkı hâlen enkaz altında yardım çığlıkları atmaktaydı.
Dosyadaki deliller kapsamında, bu yolsuzluk davasında adı geçen kişilerin ceza alması, neredeyse kesin görünüyor.
Yetkililere düşen…
Sizlere fazla gelse de sadece küçük bir kısmını özetlediğim yolsuzluk tablosu buyken ve Hatay’da yolsuzluğun, rezaletin dibi henüz görülememişken, Hataylıların bu bataklıktan kurtulmaya dair ümitleri ise CHP’nin, suçların tam göbeğindeki isim Lütfü Savaş’ı tekrar aday göstermesiyle kırılmıştı. Fakat şimdi tekrar ayağa kalktılar ve ne olursa olsun direnmeye, haksızlıkla mücadele etmeye kararlılar.
Yetkililerin ise yazdığım bilgiler doğrultusunda;
> Bedi Aslan’ın mala çökme davasında savcılık tarafından neden yeterli soruşturma yapılmadığını,
> Cahit Aslan’ın oturduğu villanın parsel planında neden orman arazisi içinde görüldüğünü,
> AK Parti Hatay büyükşehir belediye başkan adayı Mehmet Öntürk’ün birçok suçtan sabıkalı Cahit Aslan ve oğlu Sedat Aslan’ın evinde ne işi olduğunu,
> Aydın Toksöz’ün oğlu Asaf Emre Toksöz’ün Hatay Ziraat Bankası şubesindeki hesabını, bu hesabın döviz bürolarıyla olan para trafiğini, 2021-2023 yılları arasında bu hesaba dair hareketliliği,
> Nihat Tazeaslan’la Lütfü Kaşıkçı’nın adının birlikte geçtiği ve Hatay halkı enkaz altındayken yapılan yolsuzluğa dair dosyadaki önemli delilleri, mutlaka araştırmaları gerekiyor.
Gerekli araştırmanın yapılması ve sonuçlarının kamuoyuna duyurulması, sadece Hatay halkının değil tüm Türkiye halkının talebidir zira Hatay artık başta da belirttiğim gibi Türkiye’nin kalbinde kanayan bir yaradır. Bu yara, ya iyileşecek ya iyileşecek. Takipçisiyiz.
Not 1: Geçen haftaki yazımda Sedat Aslan mağdurlarından biri olan Eskiocak ailesinden bahsetmiştim. Hatay’da Eskiocak soyadına sahip pek çok aile bulunduğundan, bahsettiğim ailenin T. Eskiocak ailesi olduğunu belirtmek isterim.
Not 2: Sedat Aslan geçen hafta beni telefonla arayarak; yazımda geçen bilgileri kabul etmediğini, söyledi. Fakat belgelere ve tanık ifadelerine dayanarak sorduğum hiçbir soruya, kanıtlı ve ikna edici yanıtlar veremedi. Kendisi hakkında yazmamamı da “rica” etti. Bilginize.
“Bu haber yazarın elindeki belgelere ve fotoğraflara dayanarak yazılmıştır.”
Çatışma çözümü ve barış çalışmaları ile barış gazeteciliği alanının kurucu ismi Johan Galtung’u 17 Şubat 2024 tarihinde kaybettik. 1930 doğumlu olan Galtung Norveçliydi. Babası işgal altındaki ülkesinde Naziler tarafından tutuklandığında henüz 12 yaşındaydı, askerlik yerine 18 ay toplumsal hizmette bulunmayı tercih etmişti. Lisans derecesini matematik alanında almıştı, birisi istatistik, diğeri sosyoloji alanında iki master derecesi sahibi oldu. Gençlik yaşlarında Norveç’te verilen doktora derecelerine karşı bir kampanyanın imzacılarından olmuştu. Doktora derecesi yoktu ama dünyanın pek çok üniversitesinden “onursal doktora” aldı. Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü’nü (1959) ve Barış Araştırmaları Dergisi’ni (1964) kurdu. Galtung 1987 yılında “çatışmaların nedenlerinin anlaşılmasına ve çözümü için şiddet-dışı alternatifler geliştirilmesine katkıları” ve barışa “sistematik, multidisipliner” yaklaşımı nedeniyle alternatif Nobel ödülü olarak bilinen Rights Livelihood (Doğru Yaşam) ödülünü almıştı ki bunu çok sayıda başka ödüller izledi. 1993 yılında TRANSCEND, Barış, Gelişme ve Çevre Ağı’nı kurdu, dünyanın pek çok üniversitesinde konuk öğretim üyesi olarak bulundu, dersler verdi. 150’den fazla kitaba, 1500’den fazla makale, proje vd. yayına imza attı. Dünyadaki 150 kadar çatışmanın barışçıl yollarla çözümünde aktif olarak rol oynamıştı. Türkiye’ye 2009 yılında Boğaziçi Üniversitesi Barış Eğitimi ve Uygulama Merkezi’nin davetiyle gelen Galtung, detaylarını gerekli gizlilik ilkesi çerçevesinde vermemekle birlikte Türkiye’de “Kürt sorunu”nun çözümü için arabuluculuk yaptığını da ifade etmişti.
ABD’yi dünya barışı için en büyük tehdit olarak görüyor, onun ve diğer batılı ülkelerin yapısal-emperyalizmi ile faşizminin, hiper-kapitalizm çağının sorunlarının sürekli krizler yaratıyor olmakla birlikte, bunun insanlığın kaderi olmadığını söylüyordu. Ancak 2011 yılının Temmuz ayında Norveç’te aşırı sağcı Anders Behring Breivik’in faili olduğu, 77 gencin ölümü, 214 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan terör eyleminin arkasında İsrail’in bulunduğu ve dünya medyasının Yahudi sermayesinin kontrolünde olduğu açıklaması üzerine antisemitik olmakla itham edilmişti. Kurucusu olduğu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttüğü Barış Araştırmaları Enstitüsü, Galtung’un ifadesinin kurumlarını bağlamadığı açıklamasını yapmak zorunda hissetmişti. O ise bu kutuplaştırıcı yaklaşımı yüzünden kendisine yöneltilen eleştirileri “karalama ve iftira” olarak karşılamıştı.
Ancak ister Galtung’un altını çizdiği gibi ister hiper-kapitalizm çağı, ister antroposen çağ olarak adlandıralım, “doğal” felaketlerin bile işlevsel akıllı (erkek) insanın neden olduğu sonuçlarla katlandığı çoklu krizler içerisinde yaşıyoruz. Bunun için son senelerde sadece Türkiye’de yaşanan ve artık sorumlusu bizzat “biz” olduğumuz sorunlar nedeniyle etkileri katlandığı için “doğal” saymamamız gereken deprem, sel; “tanrısal yargı, kader, beklenmedik ölüm” gibi anlamlar taşıdığı için “kaza” diye söz etmememiz gereken -kömür madeni ocaklarında, siyanürle altın çıkarılan madenlerde yaşananlar türü- felaketler; daha çok yoksulları vuran pandemi koşulları; yoksulluk, kuraklık, iç savaş, savaş gibi nedenlerle katlanan insan/mülteci hareketliliği; Türkiye’nin “sınır güvenliği” gerekçesiyle sınırlarımız dışında konuşlanmış ordu gücünü vd. hatırlamamız yeter. Dahası, kuzeyimizde Rusya’nın Ukrayna’na üzerindeki emelleri, Akdeniz’e bitişik güneyimizde İsrail’in Gazze’de Filistinlilere reva gördükleri vd. ile çerçevelenmiş bir coğrafyada öngörülebilir ve öngörülemez savaş tehlikeleri ve bunların doğrudan veya dolaylı sonuçlarıyla baş etmek durumundayız. Bütün bu koşullarda Galtung’un çatışma çözümü ve barışın inşasına dair söyledikleri yanında, barış gazeteciliğinin gerekliliklerine dair söylediklerini de yeniden okumak çok önem taşıyor.
barış gazeteciliğinin çoğunlukla sıcak çatışma, iç savaş benzeri gerilimlerin yaşandığı Batı’nın kıyısına veya dışına düşen dünyada özellikle uygulanma örnekleri bulunmasına rağmen, konu gazetecilik çalışmalarının “kenarında” tutulmaya devam ediyor
Ancak iletişim çalışmaları alanından birisi olarak üzülerek söyleyeyim, alanımız Galtung ile göreli olarak geç tanıştı. Oysa Galtung, barış çalışmaları alanının öncü isimlerinden olduğu gibi, 1960’ların sonlarından itibaren ana akım medya haberciliğinin savaş ve şiddeti kışkırtan özellikleriyle eleştirisi üzerinden barış gazeteciliği kavramını ilk defa kullananlardan birisiydi. Galtung ve Mary Holmboe Ruge 1963 yılında gerçekleştirdikleri ve Norveç gazetelerinde yayınlanan Küba, Kongo ve Kıbrıs ile ilgili dış haberleri “algı psikolojisi” yaklaşımıyla analiz ettikleri çalışmaları neticesinde, ana akım medyanın “haber değeri” tanımına yönelik olarak 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan eleştirel habercilik yaklaşımları çerçevesinde daha sonra dillendirilecek sorunlarına dair önemli sonuçlara varmışlardı. Örneğin, Norveç basınında dış dünyada olup bitenlerin ancak negatiflik ve dramatik bir unsur içerdiklerinde haberleştirildikleri, bunun kötülüklerle dolu bir dünya imgesi ile güvensizlikleri beslediği, ana akım medya haberlerinin süreç yerine “sonuç” odaklı olarak kurulduğu, haber kaynağı olarak seçkinlerin kullanıldığı ve bütün bunların haberi şiddet yanlısı kıldığına dair saptamalarıyla barış gazeteciliğinin adını henüz anmadan haberlerin nasıl yapılması gerektiğine dair önerilerde bulunuyorlardı. Ancak barış gazeteciliği kavramı medya çalışmaları alanına esas olarak eski BBC muhabirleri olan iki akademisyen, Jake Lynch ve Annabel McGoldrick’in 2005 yılında yayınladıkları ve Galtung’un ünlü “savaş gazeteciliği-barış gazeteciliği” karşılaştırmalı tablosu (Galtung, 2000) üzerine kurdukları kitapta kuramsallaştırıldı. Ayrıca bu ikili arkasından bir uygulama rehberi/kiti de geliştirecekti. Diğer yandan kavram ve kuram ancak bu kitap vesilesiyle Anglosakson dünyada yaygın olarak tartışılmaya başlandı ve akademik dünya ile gazetecilerin ilgi alanına girebildi. Örneğin Conflict&Communication dergisi 2006 yılında çok sayıda akademisyenin ve gazetecinin kavram ve yaklaşımın kıyasıya eleştirildiği, savunulduğu ya da bir orta yol bulunmaya çalışıldığı makaleler yayınladı. Ancak benim tespit edebildiğim kadarıyla, sıcak çatışma, iç savaş benzeri gerilimlerin yaşandığı Batı’nın kıyısına veya dışına düşen dünyada uygulanma örnekleri bulunmasına rağmen, barış gazeteciliği konusu hâlâ gazetecilik çalışmalarının “kenarında” tutulmaya devam ediliyor. Objektifliği hiç uygula(ya)madıkları ya da ona taraflı haberciliklerini meşrulaştırmak üzere tutunuyor oldukları halde, ana akım medya habercilerinin barış gazeteciliğinin adını ilk duyduklarındaki tepkisi ise -bizzat farklı coğrafyalardan tanıklıklıklarımla söyleyeyim- “gazeteci miyiz barış aktivisti mi” refleksiyle hızlı bir reddediş oluyor.
Kuzey Kıbrıs’tan Türkiye’ye barış gazeteciliği
Türkiye’de barış gazeteciliğinin, dolayısıyla Galtung’un gazetecilik çalışmaları yapanlar tarafından bilinmesinin serüveni de aslında Batı’dan çok farklı değil. Barış gazeteciliği kavramı ve habercilikte çatışma çözümü teknikleri üzerine kurulu yaklaşımın kullanılmasına dair çalışma ile karşılaşmamızın tarihini ben ancak, Bağımsız İletişim Ağı olarak yerel medya gazetecilerine ve iletişim fakülteleri öğrencilerine yönelik olarak 2000-2003 yılları arasında gerçekleştirdiğimiz hak odaklı habercilik eğitimlerine kadar götürebiliyorum (Arsan, 2003). Fakat bu eğitimlere rağmen barış gazeteciliği kavramının yaygınlaşmasının, örnek bir model oluşturmasının, hatta bir iletişim fakültesinde ders olarak okutulmaya başlamasının esas olarak Kuzey Kıbrıs’tan başlayarak Türkiye’ye ulaştığını da bir ahde vefa gereği hemen eklemeliyim. Sürecin bir parçası olmanın tanıklığıyla da söyleyeyim, Kofi Annan’ın Kıbrıs sorununa çözüm için geliştirdiği ve kendi adıyla tarihe geçen barış planının ilgili ülkelerde ve Kıbrıs’ın iki tarafında tartışıldığı günlerdi. Toplumun iki tarafında çözümden ve barıştan yana olanlar -ki Türkiye’de AKP iktidarının da çözümden yana göründüğü ilk dönemiydi-, örneğin Sevgül Uludağ gibi gazeteciler yıllardır barış için kalemlerini kullanıyorlardı. Yaptıklarını bu adla savunmaya başlamaları ve daha önemlisi barıştan yana her haberin, barış gazeteciliği sayılamayacağı meselesi ise esas olarak bu dönemde bir grup akademisyen ve gazetecinin çalışmalarıyla tartışılmaya başlandı. Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde 2006 yılının Kasım ayında, İsrail, Filistin, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın iki tarafından akademisyen ve gazetecilerin katılımıyla gerçekleştirilen Barış Gazeteciliği Konferansı’nın en önemli sonuçlarından birisi ise, zaten yakın tarihinde sivil toplum örgütleri arasında güçlü bir iletişim geleneği bulunan Kıbrıs’ta barıştan ve çözümden yana gazetecilerin günümüzde de devam eden yaratıcı inisiyatiflerinin yolunu çizmesi oldu. Tam da o sıralarda Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi ders programına barış gazeteciliği dersi eklenmiş, Muratağa ve Sandallar köyünde EOKA-B tarafından gerçekleştirilen katliam üzerine gerçekleştirdiği belgeselden sonra Güney’de yaşayamaz duruma gelen Kıbrıslı gazeteci Tony Angostiniadis tarafından verilmeye başlanmıştı. Bugün de Kıbrıs’ın barış gazeteciliği deneyimi -Türkiye’dekinin aksine- barışın hükümet politikası olmadığı dönemlerde, üstelik baskılara ve bütün marjinalleştirilme çabalarına rağmen devam eden bir gelenek oluşturuyor. Bunun sonucunda, dünyada da çok az örneğini gördüğümüz samimi ve içselleştirilmiş bir çabayla hem akademisyenlerin hem de gazetecilerin araştırma ve uygulamalarına konu olmaya devam ediyor olması da ayrıca kayda değer.
ana akım eleştirilse bile, eleştirinin epistemolojik bir temel üzerine kurulmaması nedeniyle barış gazeteciliğinin ana akıma “ek” bir şey değil, onun içerden dönüşmesinin imkânlarını sunan bir yaklaşım ve uygulama alanı olduğu görülmüyordu
Türkiye’ye gelince, barış gazeteciliği, bunu bir etik ve politik bir seçim olarak dert edinmiş bianet haberciliği, T24 gibi bir kaç örneği dışarıda bırakırsak, ana akım medya haberciliğinde ne dış haberler ne de iç haberler bağlamında editöryel düzeyde karşılık bulmadı, ki Türkiye’nin birçok şaibesi bulunan basın tarihi hatırlanırsa buna da şaşırmamak lazım. Bir zamanların Doğan Medya Grubu barış gazeteciliğini yayın ilkeleri arasına almış olmasına rağmen, Türkiye’deki haber medyası, Ermenistan ve Yunanistan ile yakınlaşma veya “Kürt açılımı” dönemlerinde -ya da başka ifadeyle barışın ancak hükümetin ajandasını oluşturduğu dönemlerde- barıştan yana bir dil kullanmaya niyetlendiyse de, bu içselleştirilmemiş, üzerine düşünülmemiş “yönelim” basın tarihimize barış gazeteciliği bağlamında övgüyle anılabilecek bir “parantez” açmadı. Çünkü barış gazeteciliği ne barışın bir siyasi iktidar tercihi olarak masada olduğu dönemlerin konforu içinde yapılan, ne de sadece savaşla neticelenebilecek gerilimler mevcut olduğunda akla gelen bir habercilik deneyimine işaret ediyordu. Ek olarak, barış gazeteciliği üzerine çok sayıda akademik tez ve makale üretilmeye başlanmış olsa da, konu hem alanın hem de iletişim fakülteleri müfredatlarının ancak “kıyısında” kendisine yer bulabilmişken, koşullar değişince terk edilen “trend” konularından birisi olmaktan kurtulamadı. Bunun bir nedeni barıştan söz etmenin artık meslekten atılmayı da beraberinde getirecek derecede “tehlikeli” hale gelmesi ise, bir diğer nedeni de, iletişim fakültelerinde habercilik derslerinin daha hâlâ ana akım medya haberciliğinin ilke ve kodları ile etiği esas alınarak okutulmaya devam ediyor olmasıydı. Başka ifadeyle, iletişim fakültelerinin çoğunda, çeşitli adlarla olmak üzere habercilik eleştirisi yapan dersler veriliyor olmasına rağmen, Galtung ile yol arkadaşlarının bu eleştirilere eklenerek ana akım medya haberciliğinin objektiflik iddiasını sorgulayan, onun gerçekte savaştan yana taraflı olduğunu iddia eden yaklaşımı iletişim fakültelerinin gazetecilik eğitimlerine “içkin” hale gelemedi. Müfredatlara barış gazeteciliği ya da hak odaklı habercilik derslerinin “seçimlik ders” olarak konulmuş ve öyle de kalmış olmaları -ki hâlâ daha verilmeye devam ediyorlar mı bilmem- onlara, ana akımı yapısökümüne uğratarak dönüştüren yeni bir habercilik olarak değil, bir uzmanlık alanı olarak yaklaşılıyor olmasıyla ilgiliydi. Yani verilseler de olurdu, verilmeseler de nasılsa bu türden alternatifler naïve seçimlerden ibaretti. Ayrıca ana akım eleştirilse bile, eleştirinin epistemolojik bir temel üzerine kurulmaması nedeniyle barış gazeteciliğinin ana akıma “ek” bir şey değil, onun içerden dönüşmesinin imkânlarını sunan bir yaklaşım ve uygulama alanı olduğu görülmüyordu.
Peki Galtung bize ne diyor(du)?
Galtung’un barış ve savaş gazeteciliğini karşılaştıran ünlü tablosu, çatışmalar, gerilim ve çatışma durumlarında yapılan haberciliğin, sıradan insanın sözüne kulak vermeyen, haber kaynağı olarak askeri, siyasal, ekonomik güç sahibi seçkinleri kullanan, “gerçeği” vermek yerine, propaganda yapan, herhangi bir çatışmanın mevcudiyetinde her iki tarafın da kazanacağı çözümler yerine, “bizim taraf”ın mutlak zaferi, “öteki taraf”ın mağlubiyeti temelli bir karşıtlık kuran, böylelikle şiddetten yana taraflanmış bir habercilik olduğunun altını çiziyor. Gazeteciye “biz ve onlar” karşıtlığı içinde şiddeti kışkırtmak yerine, sorunun barışçıl yollarla çözümü için proaktif bir rol oynama sorumluluğunu veriyor. Aslında Galtung’un yaklaşımı savaş gazeteciliğinin bir norm olarak ana akım medyanın genelgeçerini temsil ettiğini görmemizi sağlıyor. Çünkü gerilim ve çatışma özel ve kamusal alanın bütün veçhelerinde var ve bizzat genelgeçer haber değeri tanımı da zaten “sıradışı olayları”, “insanın köpeği ısırdığı durumları” öncelikle haber sayan bir yaklaşım üzerine kurulu. Buna göre “savaş durumunda” bulunmaya gerek olmaksızın bir gerilim yaratan veya taşıyan her olayda ana akım medyanın bunu tetiklemek yerine, yatıştırmaktan yana habercilik yapması gerekiyor, ki savaş gazeteciliği yapmaktan çıkmak için bu da yeterli değil. Örneğin “Suriyeli sapık” başlığı nasıl mülteci-karşıtı nefret söylemleriyle eklemlenerek nefret suçunu tetikleyebilecek bir savaş gazeteciliği haberiyse, mültecilerle hiç olumlu haberlerin öznesi olarak karşılaşmamak da bir o kadar savaş gazeteciliği. Ya da başka türlü söyleyelim: “mülteci sorunu” bağlamı ve sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde “biz-onlar” karşıtlığı yaratmadan, dahası “biz” tanımının içine dahil ettiklerimizin bu “sorunun” varlığında bizzat sorumlulukları olduğunu bilerek ve bunu üstlenerek yaklaştığınızda ancak barış gazeteciliği yapabilirsiniz.
haberin mevcut erilliği yapısökümüne uğratılarak, haber ve haberin editöryel değerlerine dair tarif ve uygulamalar, haber kaynaklarına, hatta hatta 5N+1K yazım kurallarına dair genelgeçer yaklaşım sorunsallaştırarak yapılan bir habercilik seçimi, toplumsal cinsiyet kimliklerini aşan bir etik ve politik sorgulamayı gerekli kılıyor
Ancak Galtung ve onunla birlikte barış gazeteciliği alanını kuramsal olarak işleyen ortak çalışmalara imza atan başta Jake Lynch olmak üzere Robert Hackett, Dov Shinar gibi akademisyenlerin çok yakınlaştıkları halde bize söylemedikleri bir şey var: ana akım medya haberciliğinin genelgeçerini savaşçı kılanın, bizzat haberin ilke ve kodlarıyla etiğinin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kadınların dışlandığı ya da marjinalleştirildiği haber merkezlerinde tanımlanmaya başlanmış, böylelikle haberin yapısal olarak eril bir anlatı olarak ortaya çıkmış, sonra da androsentrik ilke ve pratikler içerisinde yeniden üretilerek, evrenselleşerek mesleğin profesyonel ideolojisi haline gelmiş olması. Örneğin, neredeyse hiç uygulanmadığı veya uygulanırken de iki tarafın görüşlerini vermek gereğiyle zaten kamusal alanda sesini duyurmak anlamında avantajlı olandan yana gazetecinin taraflanmasına yol açan “objektiflik” ilkesinin aslında “rasyonel erkek aklının gerçeğin biricikliğini keşfedebileceği ve öylece aktarabileceği” varsayımı üzerine kurulduğunun hesaba katılmamış olması. Özetle barış gazeteciliğinin kurucu isimleri 1980’lerden itibaren bize “erkekler neye haber derse, haber odur” (Mills, 1988) diyerek; haberin “… kadın için değil, erkek için yaratılan, akıl alanının ustası olarak erkek işi sayılan, öyle de gelişen bir tür” (Cirksena & Cuklanz, 1992) veya “erkeklerce işletilen … lineer bir bilgi işleme süreci” (van Zoonen, 1994) olduğunu hatırlatarak; “haber toplamanın agresif ve baskın çıkmaya dayalı, kadınları dışlayan, aynı zamanda erkek dayanışması ve bağlılığı üzerine kurulu maço bir kültür” (Skidmore, 1998) olduğunu söyleyerek mevcut habercilik yapısını oluşturan epistemolojik temeli sorgulayan feminist haber eleştirisinden “habersiz” görünüyorlar. Bu “habersizlik” de savaş gazeteciliğinin ana akım haberciliğine içkin, onun kurucu yapısının erilliğinden kaynaklandığının söylenmeden geçilmesi anlamına geliyor. Üstelik de, daha sonra “özcü bir toplumsal cinsiyet yaklaşımı” sayılmaması için söylediklerini gözden geçirmekle birlikte, hem Galtung’un hem de Lynch’in “kadınların barış gazeteciliğine daha yatkın olduklarını”, zaten kadın okurun da şiddeti kışkırtan haberleri değil, barışçıl haberleri okumayı tercih ettikleri yönünde ifadeleriyle karşılaşıyor olmamıza rağmen. Bu arada kadın gazeteciler arasından, yukarıda değindiğim karşılaştırmalı tabloda barış gazeteciliği hanesine toplumsal cinsiyet duyarlılığını ekleyerek, savaş gazeteciliğinin erilliğine dolaylı da olsa gönderme yapanlar çıkmaya başlıyor (Sagaral ve Raijeli, 2007). Ancak Jacopson’un (2010) özeleştiri yaparak yaklaşımdaki sorunun sadece savaş gazeteciliği hanesine “toplumsal cinsiyet körlüğü”, barış gazeteciliği hanesine ise “toplumsal cinsiyet duyarlılığı” ifadeleri eklenerek çözümlenemeyecek kadar yapısal olduğunu söylemesi üzerine barış gazeteciliği literatürünün feminist haber eleştirisinin yaklaşımlarıyla zenginleşmesi için 2010 yılına kadar beklemek gerekiyor. Bu durum aynı zamanda feminist çalışmaların hep ana akım akademinin “kıyısında” tutulmaya çalışılmasına da bir örnek teşkil ediyor.
Feminist haber eleştirisi açısından barış gazeteciliği
Sonuç olarak, Galtung’un ve izinden gidenlerin barış gazeteciliğine dair söyledikleri, feminist haber eleştirisi yapanların ya da barış gazeteciliği alanına bu eleştiriyi taşıyanların söyledikleri çerçevesinde yeniden okunması gerekiyor. Ancak bu yapılırken, kadın gazetecilerin barış gazeteciliğine daha yakın olduğu gibi bir özcü toplumsal cinsiyet yaklaşımının içine de düşülmemeli. Evet, kadın gazeteciler -biraz da bu konular kadın işi sayılarak onlara bırakıldığı için- haber değeri tanımını genişleterek yaşlılık, engellilik, çocuk bakımı, ev içi erkek şiddeti, ensest, iş yerinde taciz, eşit işe eşit ücret gibi, kısmen özel alana ait ve orada kalması gerektiği düşünülen sorunlar üzerine yazarak, bunların kamusallaştırılmasını ve üzerlerine politikalar üretilmesini sağladılar. Ya da savaş bölgelerine gittiklerinde, belki de çoğunlukla cephe gerisinden haber yapmak zorunda kaldıkları için, savaştan en çok zarar görenlerin, yani yoksulların, yaşlıların, çocukların, kadınların hayatlarına mercek tutan ve kimi zaman savaşın gidişatını değiştiren insan öykülerini onlar yazdılar. Bu gazeteciler olmasaydı Bosnalı kadınların savaş sırasında uğradıkları tecavüzleri, bunun ortaya çıkardığı bugünlere kadar süren travmaları belki de çok geç öğrenecektik. Ancak kadın gazeteciler arasında androsentrik haber merkezlerinin ve mesleğin pratiklerinde müzakerelerle değişiklik yaratmaya çabalayanlar kadar, erkekler gibi bu işin ehli olduklarını ispatlamak gerekçesiyle haberciliğin maskülen kodlar ve etik ile dokunmuş yaklaşımını içselleştirerek “erkekler kulübüne” katılanlar da var ve aslında bunlar çoğunlukta. Öyle ki kadın gazeteci ve yöneticilerin sayılarının artması bile haberciliğin durumunu fazlaca değiştirmiyor. Özetle, şevkat, empati, diğerkamlık gibi duygular daha çok kadınlara mal edilse bile toplumsal cinsiyetten ziyade, haberciliğin genelgeçeri ve sektörün yapısı belirleyici olmaya devam ediyor. Ayrıca haberin erilliği ile toplumsal cinsiyetin erilliğini de birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. Çünkü kanımca haberin mevcut erilliği yapısökümüne uğratılarak, haber ve haberin editöryel değerlerine dair tarif ve uygulamalar, haber kaynaklarına, hatta hatta 5N+1K yazım kurallarına dair genelgeçer yaklaşım sorunsallaştırarak yapılan bir habercilik seçimi, toplumsal cinsiyet kimliklerini aşan bir etik ve politik sorgulamayı gerekli kılıyor. Yani ortada ancak genelgeçeri yerinden edip yeniden kuracak sorunsallaştırma temelli bir habercilik yapma niyeti varsa, toplumsal cinsiyet önemli olmaksızın barış gazeteciliğinden söz edebilir, ya da “kadınların barış gazeteciliğine daha yatkın oldukları” iddiası ancak o zaman daha tartışabilir hale gelebilir. Özetle, ihtiyaç duyulan ana akım haberciliğin genelgeçerini içerden dönüştürebilecek etik ve politik müdahale de ancak yakınlarda bitirdiğim bir araştırmada konuştuğum kadın gazetecilerden Ferai Tınç’ın ifadesiyle “herkes için eşitlik talebiyle mücadele ettiği sürece bugün sol düşüncenin yerini alan feminizmin bize öğrettikleriyle” yapılabilir. Ötekinin yaşadığı sorunların sorumlusu olarak öncelikle kendimizi görecek bir etik, bu politik tavrın temeli olabilir.
Ancak ne yazık ki, diğer olumsuz koşullara ek olarak bir yandan sermayenin seküler ve İslami olarak kutuplaştığı politik rejim koşulları, diğer yandan ulusal refleksleri çok güçlü ve hiçbir zaman güç/iktidar merkezlerinden bağımsız davranamamış bir medya geleneği nedeniyle, Türkiye’de ne yandaş ne de muhalif medyadan barış gazeteciliği bekleyemiyoruz. Bu iddiam için, komşu Yunanistan ile 2020 Şubat ayında yaşanmaya başlanan mülteci krizi sırasında “bizim” sütten çıkmış ak kaşık, “öteki” tarafın ise mutlak suçlu olarak haberleştirildiği günlerin iki taraf medyasındaki çerçevelenme biçimlerine bakmak yeter. Oysa sürdürülebilir adil bir barışa ihtiyacımız olduğu kadar hak odaklı barış gazeteciliğine de hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.
Bize bunları düşünmenin yolunu açan ve barış gazeteciliği için mücadele etmenin imkânlarını gösteren Johan Galtung’a vefa ve minnetle.
Johan Galtung’un hayatıyla ilgili olarak bkz.:
> https://www.prio.org/news/3505
> https://www.transcend.org/galtung/
> https://rightlivelihood.org/news/johan-galtung-the-father-of-peace-studies-dies-at-93/
> https://www.prio.org/news/1630
Yazarın barış gazeteciliği konusundaki çalışmalarıyla ilgili olarak bkz.:
> https://www.kadinlarbarisianlatiyor.com/prof-dr-sevda-alankus-2/
> https://static.bianet.org/belge/kitap/bia-kitap-baris-gazeteciligi-el-kitabi.pdf
Diğer Kaynaklar
> Arslan, E. (2003), “Çatışma ve savaş dönemlerinde gazetecilik”, Sevda Alankuş (der.) Gazetecilik ve Habercilik, 1.baskı, İstanbul: IPS Vakfı Yay.
> Galtung, Johan (2002) “Peace Journalism-A Challenge”, (der.) Wilhelm Kempf ve Heikki Loustarinen, Journalism and the New World Order, C.2. Gothenburg: Nordicom, 261-270. ——————–(2000), “The Task of Peace Journalism”, Ethical Perspectives, 7(2-3):162-167.
> Galtung, Johan ve Ruge, Mari Holmboe (1965) “The structure of Foreign
News”, Essays in Peace Research. Ejlers: Copenhagen, C.4. 118-151.
> Jacopson, A. S. (2010), “When Feminism and Peace Journalism Join the Forces”, Richard Lance Keeble, JohnTulloch, Florian Zollman (drl), Peace Journalism, War and Conflict Resolution içinde. New York: Peter Lang, pp. 105-120.
> Lynch, Jake ve Annabel McGoldrick (2005), Peace Journalism, Gloucestershire: Hawthorn Press.
> Lynch, Jack ve Johan Galtung, Johan (2010) Reporting Conflict: New Directions in Peace Journalism, Brisbane: Queensland Univ. Press.
> Reyes, Nina Sagaral and Nicole Raijeli (comp.) (2007) Engendering Peace Journalism: Keeping Communities Whole (A Guide on Gender-Sensitive Peace and Conflict Reportage). Manila: Isis International.
Roman bize Saville Row 7 numaralı evin yeni sakini Phileas Fogg’dan söz eder. Bay Fogg, İngiliz yüksek sosyetesinin yakışıklı centilmenlerinden biridir. Fakat aynı zamanda esrarengiz bir kişiliktir. İngilizdir ama Londralı mıdır bilinmez. Ne Londra ticaret ve finans hayatında, ne de şehrin saygın kurumlarında hiçbir yerde adı geçmez. Ne sanayici, ne işadamı, ne tüccar, ne de ziraatçıdır. Sadece Reform Club üyesidir. Saville Row, 7 numaradaki evi ve Reform Club merdivenleri dışında ayak izi bulunmayan Bay Fogg’un saygınlığının arkasında Baring’s Bank’ın sınırsız kredisi vardır. Baring’s Bankası, İngiltere’nin en eski ticari bankalarından biridir. Yüzyıl başında Birleşik Devletler hükümetine maddi destek vermiştir ve İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya ve Rusya’dan sonra, Avrupa’nın “altıncı büyük gücü” olarak adlandırılmaktadır.
Eğer zamanda ileri geri gidip gelebilen, gittiği yerlerden haberler getirebilen bir karakterimiz olsaydı, Baring ailesinin birkaç kuşak sonra torunlarından birinin Kraliçenin oğlu ile evlenerek Galler Prensesi olacağını ve evlilikten yıllar sonra Mısırlı bir sevgili edindiği için karanlık bir tünelde karanlık bir araba kazasına kurban gittiğini anlatabilecekti. Hatta karakterimiz konuşmayı seven biri olsaydı, yağmalanmış Mısır ile İngiliz Emperyal politikaları arasında paranoyak bir ilişki olduğunu, bu paranoyanın İngiliz popüler anlatılarında Mısırlı intikamcı mumyalar hikâyelerine yol açtığını da anlatabilirdi. Karakterimiz konuşmayı sevmenin yanısıra teatral ifadeleri ve kendi sesini duymayı da seven biri olsaydı eğer, Mısırlı intikamcı mumya hikâyelerinden birinden, mesela “Mısırlı Firavun” hikâyesinden birkaç satır takdim edebilirdi: “Ah, benim on dokuzuncu yüzyıl dostum, baban beni doğduğum topraklardan ve tanrıların benim için kararlaştırdığı dinlenme yerinden çaldı; ama dikkat et, çünkü intikam seni takip ediyor ve şu anda bile peşinde.”
*
Bay Fogg dünya haritasına inanılmaz seviyede hakimdir. Bunu nasıl başarmıştır? Pek hareket etmeyen biri olarak sadece haritaları inceleyerek mi kazanmıştır bu yeteneği? Fakat haritalar nefes alıp vermezler, dev kaktüslerde biten yumru meyvelerin dikenlerine dokunulmadan soyulması gerektiğinden söz etmezler, koyu tenli insanların sabahları nasıl uyandıklarından bahsetmezler. Ancak Bay Fogg yeryüzünün detaylarını biliyor gibidir. Acaba Bay Fogg denizaşırı ülkelere seyahat eden gezginlerin, misyonerlerin, haritacıların, botanikçilerin, maceracıların veya İngiltere adına uzak ülkelerde görev yapan vazifelilerin yazdıklarını mı okumuştur? Veya yolcular için seyahat bilgileri veren rehber kitaplarını mı incelemiştir? Gerçi Reform Club kitaplığında İngiltere bayrağının dalgalandığı uzak ülkelere dair çeşitli kitaplar mevcuttur fakat Bay Fogg gazete dışında başka bir şey okurken görülmemiştir.
Denizaşırı vazife yapmış yakınlarından ve dostlarından bir şeyler dinlemiş de olamaz. Çünkü Bay Fogg’un yakını, dostu, karısı, çocuğu, ailesi de yoktur. Saville Row 7 numarada tek başına yaşar. Her işini gören bir uşağı, yardımcısı, kâhyası veya kıç toplayıcısı olarak Bay James Forster vardır. Ki onu da –galiba dün sabah- traş suyunu bir derece soğuk getirdi diye kovmuş –kibar ifadeyle işine son vermiş- fakat yeni kâhya gelene kadar görevine devam etmesini istemişti. Ve şimdi de Bay Fogg, saat on bir-on bir buçuk arasında gelmesi gereken yeni uşağı bekliyordu.
*
Jean Pass, Bay Fogg’un beklediği yeni kâhya veya uşak, Ekim ayının ikinci günü, tek atlı, çift atlı faytonların, etekleri kalçadan kabarık, rengârenk giysili hanımlar ve yakalarına karanfil takmış, redingotlu, bastonlu beylerin arasından geçerek, Burlington Gardens’daki Saville Row’da, 7 numaralı evin hizmetliler giriş kapı zilini çalmak üzereydi ki nedense durdu. Hizmet verdiği beyefendiden yorulmuş ve yeni bir beyefendinin hizmetine girmek üzere gelmişti ki, zile dokunmadığı sürece eski ya da yeni, efendisiz bir aralıkta nefes alabileceğini hissetti. Hissi sevdi, elini zilden çekti.
Jean Pass, Longsferry ailesinin biricik oğlu genç Lord Longsferry’e hizmet veriyordu. Longsferry’lerin denizaşırı topraklarda işler çeviren şirketlerde iştirakleri ve ilginç ahlak kriterleri vardı. Oğul Longsferry, piyano bacaklarının kadın bacağı çağrıştırdığına inanılan ve bu nedenle pahalı kumaşlardan süslü kılıflar geçirildiği bir evde büyümüş, yetişkin bir yaşa geldiğinde lüks kerhanelerden çıkmaz olmuştu. Genç Lord, iyi aile çocukları arasında moda ve büyük büyük dedesinden bu yana aile geleneği olan Avrupa seyahatini tamamlamış Londra’ya dönmüştü.
Genç Lord’un seyahati, büyük dedesinin zamanında asillerin pudralı peruklar ile çıktıkları grandtour’lardan farklıydı. Büyük dedeler yalnızca büyük sarayları ziyaret eder, kapalı arabalarının içinde caddelerden geçer, sağda solda birkaç zorunlu karşılaşma dışında kimse ile temas etmez sonra da izlenimlerini köpürterek yolculuk hikâyeleri anlatırlardı. Genç Lord Longsferry’nin pederi zamanında ise seyahat daha rahat ve kolay hale gelmişti. Artık her yerde, aileleriyle birlikte seyahat eden İngiliz gezginler görülüyordu. Küçük Oteller, yerel prenslerin resmini kaldırıp, yerine İngiliz kraliçesinin büstünü koyuyorlardı. Çoğunun adı İngiliz Sarayı olan yeni oteller açılıyor, sonunda bütün kıta Savoy, Carlton ya da Bristol gibi İngilizce otel isimleri tarafından istila ediliyordu.
Genç Lord’un zamanında ise artık trenler ve buharlı gemiler vardı. Ulaşım fiyatları düşmüş, daha çok insan seyahat edebilir olmuştu. Konaklama imkânları oteller ile çeşitlenmişti. Yolculuk tarzı, yol giysileri ve bagajlar da biçim değiştirmişti. Kadınlar eski dönemlerin tehlikeli yolculuklarına karşı bir önlem olarak kendilerini çirkinleştiren, vücut hatlarını belirsizleştiren kukuletalar, keçe ayakkabılar, pamuklu kumaştan mantolara bürünmüyorlardı artık. Daracık ve erkeksi koket bir elbise, parlayan saçlarının üzerine iyice arkaya yatırılarak tutturulmuş hafif, modern şapka, boyunda uçuşan bir pelerin, kemere asılı lavanta şişesi ve saplı gözlüğüyle bir hanımefendi ile karşılaşabiliyordunuz seyahat esnasında.
Genç Lord Longsferry, seyahati boyunca yanında, kendini İngiltere’nin kurtarılmasına adamış Harry Coningsby adlı bir karakterden söz eden bir roman taşımış, yolculuk boyunca kitabın kapağını açıp tek satırını bile okumamıştı. Romana göre Harry Coningsby, Muhafazakâr Partide yenilikler yapmayı düşünmekteydi fakat aşırı muhafazakâr dedesi, torununun yenilikçi düşüncelerinden hoşlanmıyordu. Üstelik Harry varlıklı bir sanayicinin kızına aşıktı. Oysa dede, torununun soylu aile mensubu biriyle evlenmesini istiyordu. Nihayetinde dede-torun arasında ipler koptu ve Harry mirastan yoksun bırakıldı. Varlıklı sanayici de, kızını meteliksiz Harry’e vermedi. Fakat Harry gece gündüz çalıştı, avukatlık yaptı, ekmeğini taştan çıkardı. Ellerini soğuk sudan sıcak suya sokmayan soylu sınıfının bir üyesi olan Harry’nin hayatını tırnakları ile kazanması, aşık olduğu kızın babasının takdirini topladı ve fabrikatör baba, bu mücadeleci genç adamın kızıyla evlenmesine razı oldu. Ayrıca damadının kendi fabrikalarının olduğu bölgede seçimi kazanıp Parlamentoya girmesini sağladı.
***
-devamı haftaya-
Seyahatin zaman içindeki değişimleri: “Seyahatin Kültür Tarihi”, Winfried Löschburg, Dost Kitabevi
Harry Coningsby karakterinin yeraldığı roman: İngiltere Başbakanı Benjamin Disraeli’nin “Genç İngiltere” başlıklı üçlemesinin “Coningsby” (1844) adlı ilk romanıdır.
31 Mart 2024 yerel seçimlerinde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yürüteceği kampanyanın “mottosu” aşağı yukarı belli oldu: Bizi seçeceksiniz ki hizmet alabilesiniz…
Öncesi varsa bile dikkatimden kaçmış ama bunu izlediğim kadarıyla ilk kez 3 Şubat’ta hala depremin yaraları iyileşmemiş Hatay’da söyledi: “Oy vermezseniz, hizmet gelmez.” Son olarak da geçenlerde İstanbul’daki Sirkeci-Kazlıçeşme Raylı Sistem açılış töreninde söyledi: “Bu ülkeyi biz yönetiyoruz. İstanbul’da bulunan bu zat böyle bir imkana sahip değil.” (26 Şubat 2024)
Eğer “Ne var ki bunda? Doğru söylemiş adam?” diye düşünen varsa, yazının geri kalanını okumasa da olur.
Aslına bakarsanız Sayın Erdoğan tam da böyle düşünen seçmenlere hitaben ediyor bu lafları; tesadüfen değil yani. Ne kadar ekmek, o kadar köfte. Seçeceğin kişi Saray ile uyumlu olmalı tabii. Uyum olmazsa, sorun olur. Saray’ı kızdırırsan hizmeti unut, filan… Az değil bu kafaya hak veren insan.
Malum; iktidar olmaktan ileri gelen gücünü 1 Kasım 2015 seçimlerinde de düpedüz bir şantaj unsuru olarak kullanmıştı Erdoğan. Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu CHP ile koalisyon yapmayı planlarken, “Bu olmadı, yenisini yapacağız” diyerek 7 Haziran seçimlerini boşa düşürmüş ve ülkeyi tekrar seçime götürmüştü…
Erdoğan kendini iktidar olmaya mahkum ve mecbur gören bir lider. Muhtemelen “Ben olmasam ülke batar, parçalanır, kurda kuşa yem olur” diye düşünüyor. Kendini buna ikna etmiş ve öyle de davranıyor. Bu sağlıklı bir psikoloji değil oysa. Bir halkın, bir ülkenin, bir devletin yazgısı bir “tek adam”a bağlı olabilir mi? Eğer öyleyse, geçmiş olsun o ülkeye…
Önceleri bu yerel seçimlerde, “Neticede yerel seçimdir deyip kendini çok yormayacak Erdoğan” şeklinde yorum yapanlar vardı. Özellikle İstanbul için söyleniyordu bu: 2019’da var gücüyle yüklenip de kaybedince, ikinci seçimi daha açık farkla kaybedince buna çok bozulmuştu Sayın Erdoğan ve o yüzden de bu sefer kendini o ölçüde ortaya koymayacaktı… Görünen gidişat hiç de öyle değil ama.
İktidar gücünü, “Ülkeyi ben yönetiyorum, hizmet bekliyorsanız adayıma oy vereceksiniz” şeklinde bir şantaj aracı haline getirmek, üstelik bunu yaralı Hatay’da bile söylemekten çekinmemek ne denli “olacak şey değil!” ise, bu mantaliteye alkış tutmak da aynı ölçüde sorunludur.
Şehirde toplu ulaşımla ilgili bir açılış yapılıyor ve o kentin belediye başkanı törene davet edilmiyor. 2019’dan beri bu tür çok sayıda “o zat” diye hitap edilen belediye başkanını görmezden gelen tutumlar sergilendi. Bu “kibir” sadece bir “protokol” aymazlığı sorunu değil; Sayın Ekrem İmamoğlu nezdinde bir kuruma ve “o zata” oy vermiş milyonlarca insana, şehir ahalisinin tamamına karşı sergilenen bir saygısızlık söz konusu.
Siyasette, seçim atmosferinde “rakip” olmak, “hasım” olmak, bir “yarış” ve rekabet yürütmek, hatta rakibini siyaseten yıpratmaya çalışmak, tabii ki gayet normal; bu işin “fıtratında” var. Ama bunu sonuçta demokrasi, siyaset ve seçim kavramını dejenere eden bir seviyesizlik sorunu haline getirmek, hiç de “normal” değil.
Hatırlayanlar hatırlamayanlara, bilenler bilmeyenlere anlatsın lütfen. AKP ve Erdoğan, özellikle iktidarlarının ilk iki döneminde “milli irade” vurgusuna çok önem veriyordu. “Seçilmiş, atanmış” tartışmalarına öncülük ediyor ve bürokrasinin seçilmişlere karşı daha saygılı davranmalarının sadece yasal değil ahlaki bir mecburiyet olduğunu savunuyorlardı. “Askeri vesayete” karşı sergilenen bir duruş vardı ve darbe ihtimaline karşı toplumun hemen bütün kesimlerinden destek buluyorlardı…
Hayli zamandır ise kendini devletle, devlet olmakla özdeşleştiren bir “tek adam” ve partisi haline geldiler.
Bir koalisyon ortakları var ki, onlar zaten tam siyasi facia. “Muhalif” gördükleri bütün kişi ve çevreleri, partileri büyük bir pervasızlıkla “terörist” olmakla itham ediyorlar, “hain” ilan ediyorlar, tehdit hakaret, küfür gırla, vs.
Malum, Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, ayrılanlar bir yana, AKP’nin temel kadroları Necmettin Erbakan’ın öğrencisidir. Yaşasaydı bu kibir abidesi Saray iktidarına, muhtemelen “Sizi gidi siziler!” diye başlar ve şöyle devam ederdi: “Asıl marifet, yük altında ve hizmet esnasında sadık ve sağlam kalabilmektir.”
Öğrencileri daha iyi bilir tabii ama burada “yük altında ve hizmet esnasında sadık ve sağlam kalmak” derken kastedilen; güç, iktidar, saray, ihtişam, kibir, kendinden başkasını takmama değildir herhalde…
Çin, ABD ile ilişkilerde “yumuşak gücünü” devreye sokarak, “panda diplomasisine” yeniden ön plana çıkarmaya karar verdi. ABD’deki Çin Büyükelçiliği’nden yapılan açıklamaya göre, Çin Yaban Hayatı Koruma Derneği, Kaliforniya’daki San Diego ve İspanya’daki Madrid Hayvanat Bahçeleri ile “uluslararası dev panda koruma işbirliğinde yeni bir tur için” anlaşmalara vardı.
Çin Büyükelçiliği’nin açıklamasına göre, ayrıca Washington D.C.’deki Ulusal Hayvanat Bahçesi ve Avusturya’nın Viyana kentindeki Schönbrunn Hayvanat Bahçesi ile de görüşmelerde bulunuluyor.
Anlaşma, iki ülke arasında bir diplomasi jesti olarak Çin’in Amerikan hayvanat bahçelerine panda ödünç vermesi geleneğinin devam etmesini sağlayacak. İki ülke arasındaki “panda diplomasisi”, ABD Başkanı Richard Nixon’un 1972’de Çin’e yaptığı tarihi yolculuktan sadece iki ay içinde, yirmi yıldan fazla süren gerilimin sonlanmasının sembolü olmuştu. O dönemde, 18 aylık bir panda çifti, Ling Ling ve Xing Xing, Çin Başbakanı Zhou Enlai tarafından Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilmişti. O zamandan beridir de, Çin’in pandaları ABD’deki hayvanat bahçelerine ödünç veriliyor. Son birkaç yılda çok sayıda pandanın ABD’den Çin’e geri alınması, “panda diplomasisinin” sona erdiği iddialarını beraberinde getirmişti.
San Diego Hayvanat Bahçesi yetkilileri Associated Press’e, yaz sonu gibi 2024 yaz sonunda, biri erkek diğeri dişi iki ayının gelmesinin beklediklerini söyledi. ABD Kongre Araştırma Servisi’nin 2022 tarihli bir raporuna göre, hayvanat bahçeleri genellikle iki panda için yılda 1 milyon ABD doları tutarında bir ücret ödüyor ve bu meblağ da Çin’in, bu türün neslinin korunma çabaları için harcanıyor.
Mucidi Tang Hanedanlığı
“Panda diplomasisinin” yüzlerce yıllık tarihi var: Milattan Sonra 618’den 907’ye kadar hüküm süren Tang Hanedanlığı da, pandaları “diplomatik armağanlar” olarak yolluyordu. 1950’lerde de, Başkan Mao’nun, Kuzey Kore ve Sovyetler Birliği’nin de aralarında bulunduğu ülkenin komünist müttefiklerine hediye olarak pandalar göndermişti.
Mao’dan sonraki dönemde “Kültürel Devrim” sona ererken, panda diplomasisi, ABD ile ilişkilerin kurulduğu Nixon döneminde Çin’in “reformu ve Batı dünyasına açılmasının” sembolü oldu. Ancak, Nixon dönemi pandaların ilk kez Çin’den ABD’ye geldiği zaman değildi: 1941’de Çin’in lideri Chiang Kai-shek, ülkenin Japonya ile savaşı sırasında Çinli mültecilere yardım ettiği için “teşekkür amacıyla” ABD’ye pandalar hediye etti.
ABD Başkanı Nixon’ın kızı, Julie Nixon Eisenhower’ın aktardığına göre, babası ve Çin Başbakanı Zhou Enlai ile akşam yemeği yerken, masada üzerinde iki panda olan bir sigara kutusu olduğunu fark etti. Zhou’ya, pandaları kastederek “Çok tatlılar değil mi? Onları çok seviyorum” dedi. Zhou da, “Onlardan size vereceğim” diye yanıt verdi. Nixon, “Sigara mı takdim ediyorsunuz?” diye sordu. “Hayır” dedi Zhou. “Pandalar.”
Bugün, o sigara kutusu, Nixon Başkanlık Kütüphanesi ve Müzesi’nde sergileniyor. ABD’ye Nixon döneminde gönderilen pandalar Ling Ling ve Xing Xing, ömür boyu Washington’da kaldılar. Ancak, 1984’ten beri Çin, pandalarını sadece “ödünç” veriyor. Ülke dışında doğan pandalar da, Çin vatandaşı sayılıyor ve dört yaşına gelince ülkeye dönüyorlar.
Kültürel çatışma yaşayan pandalar
ABD’de doğup da hayatta kalan ilk panda bebekler, Mei Lun ve Mei Huan, Atlanta’dan ülkelerine döndüklerinde “kültürel çatışma” yaşamışlar. Çin’in People’s Daily gazetesinin yazdığına göre, Çince anlamadıkları için kendileriyle İngilizce konuşulması gerekmiş. İngilizce komutlara yanıt veren ve İngilizce konuşulunca tepki veren Mei kardeşler, Amerikan menşeli krakerlerden başka bir şey de yemeyi reddetmişler. Bakıcıları, Chengdu’daki Dev Panda Araştırma Üssü’ne yerleştirilen Mei’lerin bambu ve elma gibi yediklerine Amerikan krakerleri karıştırmak zorunda kalmışlar. Amerika doğumlu pandalar, su içerken bile yanına kraker istiyormuş.
San Diego Hayvanat Bahçesi’nin 1996-2019’da pandalara ev sahipliği yaptığı dönemde, altı panda doğmuştu. Bu deneyim de, San Diego’yu panda araştırmaları konusunda oldukça birikimli ve uzman hale getirdi. Bu nedenle, San Diego için de, pandaların dönüşü gerçekten de büyük bir olay.
Çin’de doğal ortamlarında yaşayan1864 panda var. Dünya genelinde hayvanat bahçeleri ve özel bakım merkezlerinde de, 600 kadar panda bulunuyor. Şu an Çin’in 20’den fazla ülkeye ödünç verdiği en az 65 panda bulunuyor. Tahmin edilebileceği gibi, Çin’in “milli hayvanı olan” pandaların neslinin tükenmesi, bu ülkenin çabalarıyla önlendi. 2016’da da, “nesli tehlike altında” olmaktan çıkarıldılar.
Geçenlerde sessizce hukuksal bir skandal daha yaşandı… Bir mahkeme, Anayasa’nın 90. maddesini yok sayarak ve AİHM Kararı’ndan hiç söz etmeden bir yazara 6 yıl 8 ay ceza verdi.
Ve İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 3 “üyesi”, 4 yıl 7 ay hapis yattığı Silivri’de yazdığı romanlar bugüne kadar 26 ülkede yayınlanan, çok önemli edebi ödüller alan ve dünyada edebi saygınlığın zirvesinde dolaşan yazarın “yurt dışı yasağını” da kaldırmadı.
Hazineye çökmek için çıldırmış siyaset kurumundan da “muhalif” geçinenlerden de çıt çıkmadı.
Sadece bir tek siyasetçi, Mustafa Yeneroğlu, bu karara itiraz etti.
***
Ama hikâyenin öncesi var.
6 yıl önceydi…
İddianame de “suç delili” olarak sadece yazıları bulunan yazar hakkında 3 kez ağırlaştırılmış müebbet istendi.
İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 3 “üyesi”, yazara ağırlaştırılmış müebbet cezası verdi.
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi de hiçbir hukuksal huzursuzluk göstermeden kararı onadı.
***
Devam etmeden önce…Bu kararı veren ve onayan mahkeme “üyeleri” hakkında kısa bir hatırlatma daha yapayım…
Yazara “ağırlaştırılmış müebbet” veren İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkeme Başkanı, aynı davada yargılanan diğer sanıklarından biri hakkında verilen AYM kararını dosyaya koymadı ve kararı okumak isteyen avukatları da duruşmadan attı.
Daha sonra da mahkeme başkanı ve bir “üye”, AYM kararını dinlemeyerek bu sanığı hukuksal zorbalıkla 5.5 ay daha içerde tuttu.
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi Başkanı Taner Akıncı da aynı sanık hakkında hem AYM hem de AİHM Kararını yok sayarak, ağırlaştırılmış müebbet kararını onadı.
Şimdi bu Taner Akıncı, Ersan Şen’in yanında avukatlık yapıyor.
Böyle mahkemelerden, böyle “hukukçulardan” söz ediyoruz.
***
Neyse biz yazarımızın hikayesine geri dönelim…
Savcının “Sübliminal mesaj” vererek darbe yapma “suçundan” başlattığı davada verilen ağırlaştırılmış müebbet cezasını Yargıtay 16. Ceza Dairesi bozdu.
AYM ve AİHM kararlarının da mahkemelerce uygulanma zorunluluğunun altını çizdi… İçtihat haline getirdi.
Ama o karar süreçlerinde AİHM kararına ve Anayasaya uymayan “üyelerin” sicili HSK tarafından bozulmadı.
***
Ağırlaştırılmış müebbet Yargıtay tarafından bozulunca dava İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yeniden görüşülmeye başlandı.
Mahkeme “üye olmadan yardım suçu” iddiasıyla Ahmet Altan’a bu kez 10.5 yıl verdi ve tahliye etti… Dosya Yargıtay’a gönderildi.
Yargı tarihinde ilk kez Yargıtay’a gönderilen dosyaya İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi itiraz etti.
Anlaşılan Ahmet Altan tahliye edilmeden bir gün önce atanan mahkeme başkanı, 30 klasörden oluşan dava dosyasını olağanüstü bir hızla okumuştu.
Ahmet Altan yeniden tutuklandı.
***
Önce ağırlaştırılmış müebbet…
Sonra 10,5 yıl…
Yargıtay cezayı yeniden bozdu, Ahmet Altan’ı tahliye etti.
Ama Yargıtay, tahliyeden hemen önce açıklanan AİHM’in ihlal kararından söz etmedi, buna atıfta da bulunmadı.
Herhalde henüz görmemişti.
***
Dava bu kez yeniden, yeni başkan atanan İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Başkan ve mahkeme “üyeleri”, çarpıcı bir soğukkanlılıkla, Anayasa’nın 90. Maddesi gereğince uygulamak zorunda oldukları Altan hakkındaki AİHM Kararı’nı yok saydılar.
Ahmet Altan’a yeniden ceza verdiler ve çoktan yatırdıkları onca yıla rağmen yurt dışı yasağını da kaldırmadılar.
***
Bu hukuksal rezalet bu kadar sessizce geçiştirilince Basın Tarihi için 2007 yılındaki AİHM kararlarına ve uygulanmalarına geri döndüm.
2007 yılı ile 2024 yılını kıyaslamak istedim.
***
2007 yılının sonunda AİHM önünde bekleyen başvuruların sayısı toplam 79.437’ydi.
Rusya 20.296 dava ile birinci, Türkiye de 9.173 dava ikinci sırada gelmekteydi. Romanya da 8.275 dava ile üçüncü sıradaydı.
2007 yılında Türkiye’de anayasal şikâyetler için Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu henüz açılmamıştı.
Belki de bu nedenle 2007 yılında AİHM tarafından verilen toplam 1503 kararın 331 tanesi, siyasî koşullar nedeniyle Türkiye’ye ilişkindi.
2007 yılında Türkiye ihlaller bakımından en üst sırada yer alan devlet olmuştu.
***
AİHM’in 2007 yılında verdiği kararlar arasından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi göz önüne alınarak yapılan bir hukuksal derlemeyi “TİHV 2007 Yıllığı”nda buldum.
Okurken içim katıldı.
***
En korkunç olanı, 21 Şubat 1996’da Yüksekova İlçesi’nin Esendere Yolu’nda ağzı bağlı şekilde, yakından 9 el ateş edilerek öldürülmüş ve daha önce de askeri yetkililerce tehdit edilmiş olan Abdullah Canan davası…
Bu dava, hukuksuzluğun buralarda nasıl eski olduğunu evrensel hukuk gözetiminde zapta geçiriyor.
***
Sonra, Hasan ve Eylem Zengin Davası…
Hasan Zengin, 2001 yılında idarî mahkemelerden kızının zorunlu Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinden muaf tutulmasını talep etti.
Tüm talepleri 2003 yılında verilen bir karar ile reddedildi.
AİHM, Millî Eğitim Bakanlığı’nın Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinde takip ettiği ilkeleri ve başvuru sahibi tarafından sunulan ders kitabını inceledi ve Alevî inancına yeterince itibar gösterilmemiş olması nedeniyle müfredatın dengeli olmadığına karar verdi.
***
Kürtlerle ve Alevilerle ilgili davalarda olanlarla ilgili iki örnek bunlar.
Bunların dışında kan donduran başka davalar da var.
***
2024’e gelmişiz.
Durum değişmemiş.
Tek fark, artık mahkemeler AYM’yi, AİHM’i ve Anayasayı açıkça yok sayıyorlar.
Bunu da saklamaya çalışmıyorlar.
Ne gelişme ama…