Devlet kendini ortadan kaldırırken

Çoğu linç girişimleri veya açık katliamların özel tarihi resmedildiğinde, ülkemizi ülkemiz yapan asal ittifakın tasviri ortaya çıkar

ÜMİT KIVANÇ

29.12.2017

 
“Muhalif öldürmek serbest” KHK’sı ilk bakışta hepimizi sürekli hayatî tehlike altına sokmuş gözüküyor. Oysa biz zaten uzun zamandır bu tehlikeyle içiçe yaşıyoruz. Şimdiye kadar, devletin seveceği, benimseyeceği veya o sırada bir sebeple tarafını tutacağı birileri tarafından, devletin pek de haz etmediği birilerine karşı işlenmiş, şiddet içeren suçlarda kaç kişinin cezalandırıldığını gördünüz?
Buna karşılık, devlet, bu niteliğiyle kurulduğundan bu yana hiçbir zaman ölüm tehlikesi yaşamadı. Şimdi, bir nevi intihara hazırlandığından şüphelenmemiz için sebep var. 696 sayılı KHK ile, hâlihazırda yurttaş vergileriyle maaş alan yetkilileri, üniformalı silahlı güçleri, mahkemeleri bulunan örgütlü kuvvetin devlet olma niteliği tartışmalı hale getirildi.

Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan beri türlü aşamalardan geçti, bir türlü hukuk devleti olamadı; seçimli-parlamentolu rejimi zaman zaman göstermelik, zaman zaman sahiciye daha bir yakın özelliklere sahip oldu; yargısı çoğu zaman hakka hukuka değil “millî güvenlik” denen şeye hizmet etti; ancak hiçbir dönemde kendi kendini yıkmaya bu kadar yaklaşmadı. Sözkonusu KHK, devlet tarifinin ilk ve hayatî unsuru olan “şiddet tekeli”ni devletin yasalarca tanımlanmış, resmî, bütün yurttaşlarca önceden bilinen, tanınan, meşru unsurlarına özgü olmaktan çıkarıyor. Devlete hizmet ve terörizmle savaş etiketi altında başka yurttaşlara şiddet uygulayacak sivil grupların yargıdan muaf tutulması, şüphesiz 15-16 Temmuz 2016 günleriyle sınırlı bırakılacak bir işlem değil. Böyle olsa, tereddüte yer bırakmayacak basit tanım yapmaktan kolayı yoktu. Yaratılan muğlaklık bilerek seçilmiş yol.

Askerî vesayet altında yaşanan çarpık, kırpık demokrasi tecrübesi, seçilen yol sahici demokrasiymiş gibi yapılarak kurumlaştırıldığı ve yaşatıldığı için, sürekli bir “mış gibi yapma” pratiğini yerleştirmişti. Hattâ bunun bir nevi felsefesini ürettiği bile söylenebilirdi. Göstermelik bir hukukî yapının en azından devletle doğrudan ilgili olmayan alanlarda varolması, işlemesi, böylece aslında varolmadığı, işlemediği alanlarda da varmış gibi görünmesi isteniyordu. Borç-alacak davasında, kavga-gürültü, boşanma davasında, evsahibi-kiracı anlaşmazlığında, eğer bir tarafta devlet veya az buçuk kudret sahibi devlet görevlisi veya çok zengin ve güçlü birileri yoksa, hukukun işlediğinden sözedilebilirdi. Hattâ, hernekadar kendilerini feda etmeyi göze almış az sayıda kahraman avukat sayesinde güçlükle nefes alabilse de, insan hakları alanında bile zaman zaman hukukun kıpırdandığı görülebiliyordu.
 
Sözde-hukuk alanı ve şiddet tekeli
 
Hemen bütün özgürlükleri “ancak” kılıçlarıyla dilim dilim doğrayan ve zaten baştan felsefesi özgür, çoğulcu, demokratik bir toplum hayatına imkân vermeyen ceberrut anayasa desteğinde kılıfını bulma, punduna getirme, ardından dolanma, yasanın serbest bıraktığını başka yasadaki görünmez şerhle geçersiz kılma gibi pratikler, devletin çıkarlarını koruma amacıyla çeşitlendirilmiş, usta olunmuş, türlü marifetler edinilmiş bir sözde-hukuk alanı yaratmıştı.

Ancak ne olursa olsun, devlet şiddet tekelinden asla en ufak taviz vermemiş, açıkça sol-muhalif olanlar dışında, sivillerin yapmış göründüğü bütün kalkışma eylemlerini başından sonuna denetlemiş, sınırlarını çizmiş, maksat hâsıl olduğunda sona erdirmişti. Çoğu linç girişimleri veya açık katliamlar tarzındaki bu eylemlerin özel tarihi resmedildiğinde, ülkemizi ülkemiz yapan asal ittifakın tasviri ortaya çıkar.

1970’lerdeki Alevi katliamları veya daha sonra kimi yerlerde kalkışılan linç eylemleri, bunların yalnız “girişim” safhasında bırakılan ve esas olarak kaçırmayı göçertmeyi hedef alanları, kan dökme amacı güden mahalle baskınları, öğrenci yurdu ve okul basmalar, Kürtlere yönelik toplu saldırılar, sokak terörü, ev ve işyeri yakma gibi pogrom başlangıcı havası veren eylemler… hepsi, güç kullanma, bastırma yetkisine ve imkânına sahip devlet görevlilerinin, isteseler başlamadan önleyebileceği hadiselerdir. Yalnız bunun için ya linççi-katliamcı kalabalıkla karşı karşıya gelmeyi, onu zorla dağıtmayı, bastırmayı göze almaları veya zaten baştan bu eylemi kışkırtmamış, örgütlememiş, bu işe en azından yeşil ışık yakmamış olmaları gerekir. Devlet görevlilerinin dahli bulunmayan ve genellikle kolay ezilebilir bir azınlığı hedef alan kalkışmalarda potansiyel linççi-katliamcı kalabalığı dağıtırken bu görevlilerin kullandığı dostâne üslûp, sırt sıvazlayarak yatıştırma modu diyebileceğimiz hareket tarzı, geçmişi köklü, kökü derinde, yaygın, klasik, yerleşik, bildik, tanıdık bir fiildir. Ve yatıştırma değil başka tercihler yapıldığında neler olabileceğine dair işarettir.
 
Toplu ısrar – “hukukun iki kaynağı”!?
 
Gelin görün ki, Türkiye’nin az buçuk yükselmiş her devlet görevlisi, bizzat vesayetçisi, hernekadar demokrasiden yalnız çoğunluğun tahakkümü anlasa da sağcı siyasetçisi, hernekadar hukuk devletinden yalnız ideolojik güdülü bir bürokrasinin işlere müdahale edebilmesini anlasa da devletçi siyasetçisi, bütün bunlara rağmen, bir noktada birleşmişler, dayanağını ancak hukukta bulabilecek bir kurumsallığın topraklarımızda yaşadığında ısrar etmişlerdir.

Devletle ilişkili konularda göstermelik, devlete ucu dokunmayan konularda sahiciye yakın hukuk, her şeyden önce dış politikada, cumhuriyetin dünyadaki konumu bakımından bir niyet ilanı yerine geçiyordu. Avrupa Birliği, günün birinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi ölçütlerine uygun demokrasiye adım atabilmesini bekliyordu; savaşın sadece askerlikten ibaret olmadığının ve Sovyet blokuna karşı aynı zamanda ideoloji ve rejim savaşı yürüttüklerinin bilincinde olan NATO’cuların beklentisiyse, TC’nin, en azından ilk bakışta falso vermeyen bir “hukuk devleti” görüntüsünü korumasıydı. Çok partili rejime niye geçildi ki zaten? Teşkilat-ı Mahsusa adına Ege’deki etnik temizliği yürütmüş “politbüro üyesi”nin “gözetiminde” muhalefet partisi kurularak?

“Eski” TC iktidar yapısı, bir tür zoraki uzlaşma organizasyonuydu. Sağcı partiler seçimle hükümeti elde edebilecek, ama hükümet tam anlamıyla iktidar olamayacaktı. Siyaset sahnesi “kırmızı çizgi”den geçilmiyor, pekâlâ iç ve dış politikanın konusu olmaları gereken, olmadıklarında “politika”nın da eciş bücüş, anlamsız kaldığı ezcümle hayatî mevzu bu çizgilerin ardında tutuluyor ve daha çok askeriye ile onun sivil kolu gibi iş gören bürokrasinin yetki alanında sayılıyordu. Buna karşılık, sağcı siyasetin bir tür ganimet üretme-dağıtma mekanizması olarak çalışma alanı “resmen tanınıyor”du.
Esasında, linççi-katliamcı kitle organizasyonları ve devletin buralardaki tutumu da tepedeki uzlaşmanın tabandaki uygulaması olarak görülebilirdi. İktidara hakim olan birileri, kitleye hakim olan başkalarıydı. Tepedeki anlaşma yürümezse birilerini “sallandırmak” geçici çözüm olabiliyordu, ama kitleye hakimiyet için bu yeterli değildi. Bu sadece bastırmaya yarıyordu, sürdürmeye değil. “Olağan hal”de kitleyi denetim altında tutabilmek için de, işte, bir nevi “hukuk” gerekliydi.
 
“Devletimiz, Allah razı olsun, silahlanmayı destekliyor”
 
“Demokratik hukuk devleti” teriminin fiilen içini boşaltan, hukuk dolabının raflarına yalnız millî güvenlik kitaplarının sıralandığı bu yapı, mutlak hukuksuzluk anlamına gelmiyordu. “Mış gibi hukuku”, bazen sahiden hukuk gibi yapan, bazen, gereğinde, o yetkiye sahip birileri tarafından çiğnenebilen bir kurallar manzumesiydi.

Trafik ışıklarını beraber yaşayabilmek için faydalı, gerekli bir düzenleme değil, mümkünse etrafından dolanılacak resmî buyruk sanmamıza, bize hukuk diye sunulan şeyin içerdiği bu sahteliği sezmiş olmamız yolaçtı. Bu çarpıklıkta bile, devletin herkes için geçerli kurallar koyduğu ve kendisi hariç herkesin bunlara uymasını beklediği düşüncesi zihinlerimize yerleşmişti. Durum mutlak hukuksuzluk diye tarif edilemezdi.

Şimdi karşı karşıya olduğumuz yeni felaket ise hukuksuzluğa sürüklenmemizdir.

“Ahsen TV” adıyla faaliyet gösteren, ne olduğunu tam bilmediğimiz kuruluşun meşhur muhabiri bu yılın Nisan’ında bir “silah fuarı”na gitmiş, orada, kamuflaj desenli kılıklar giymiş, eli silahlı birileriyle görüşmüştü. “Ne haber reis?” diye hitap ettiği -kamuflaj desenli tişörtlü- iriyarı adam, ona şunları söylemişti (12. dakikadan itibaren): “Artık insanlar bir şekilde bir yerlere hazırlanıyor ülkede. (…) 15 Temmuz’dan sonra artık hem taktik grupların artışı başladı hem silah artışı başladı, insanlarımız silahlanmaya başladı. Devletimiz de, Allah bin kere razı olsun, destekliyor. Destekliyor yani.”

Buradan, devletin paramiliter örgüt kurduğu sonucu çıkabilir. Şimdiki KHK’dan ise, bunlar birilerini öldürürse cezalandırılmayacakları sonucu kesin çıkıyor. KHK aynı zamanda, devletin doğrudan denetlemediği birilerinin özel teşebbüslerine de kapıyı açık bırakıyor. Bizde böyle bir kapı açık bırakıldığında bu doğrudan teşvik anlamına gelir. Hırsız girdiğinde, “E, sen de kapıyı açık bırakmışsın!” denir.

Aydın Selcen, Duvar’a yazdığı “Cumhuriyetimizin sonu” başlıklı yazısında, “Rejim değişti, diyor, Artık hukuk devletinden çıktık. Hukuksuzluk, hukuk boşluğu, gri alan (…) dönemindeyiz. En korkuncu, devletin şiddet tekelini kendi eliyle paylaşacak olması.” Öngörülen hukuksuzluk, hukukun yalnız güçlülerin, zenginlerin lehine işlediği, modern zamanlarda genellikle “burjuva hukuku” diye nitelenen ilişki sistemiyle kıyaslanacak şey değil. Bizim “mış gibi” düzeninden de farklı. O “yersen hukuk” müessesemizin bile elinde dayanabileceği bir-iki meşruiyet belgesi vardı; buna karşılık, şimdi bize dayatılanın elinde silah var.

Yani “devletimiz”, “Allah razı olsun” kendi meşruiyetinin yok oluşunu “destekliyor”.

Trump’lı Putin’li büyük sahneye bakıp, “Myanmar’a, Sudan’a kim ses çıkarıyor ki?” diyerek omuz silkenler, ikbal, istikbal ve kaderlerini nelere, kimlere bağladıklarının şuurundalar mı? Çok şüpheli.
 
Değerli okurlarım, hem bizi hem ülkeyi -dolayısıyla kendilerini de- yıkıma sürükleyenlerin marifetlerinden başka şeyden bahsedemez olduk. Oysa bir an önce bu gidişattan kurtulmak ve az buçuk insanca yaşayabilmek için ne yapılması gerektiğine kafa yormaya geçmemiz lazım. Gazetecisi, okuru, siyasetçisi, hep beraber. Yeni yıl buna vesile olsa keşke. İyi seneler.