Demokrasi ile keçi arasında yeni nesil habercilik

En üzücüsü şu ki, işsiz kalan gazetecilerin kurduğu projeler de çoraklığı derinleştiren bir yapıya evriliyorlar

SARPHAN UZUNOĞLU

10.01.2018

Uluslararası toplum gözünde de ulusal kamuoyunun gözünde de Türkiye’ye yönelik yurtdışından dijital haber odaları kurarak yayın yapan medya organizasyonlarının ya da inatla Türkiye’de kalıp alternatif olma çabasında olanların performansı büyük önem taşıyor. Türkiye’deki yerleşik medya sisteminin kırılgan ve tekinsiz yapısının ve Türkiye’deki ifade özgürlüğü krizinin yanı sıra pek tartışma fırsatı bulamadığımız ekonomik modellere ilişkin kriz de aslında bu performansın nasıl ölçüleceği konusunda bazı sorular sormayı gerekli kılıyor.
 
Geçtiğimiz günlerde yine alternatif olarak adlandırılabilecek birçok platformda görülen ve bir çocuğun kulağını yalayan keçi üzerinden oluşturulan içerik, bunun en güzel örneklerinden biriydi. Dünyada gazetecilik üzerine süregelen birçok tartışmadan fersah fersah uzaktayız. Çalışan Gazeteciler Günü mesajında bile gazetecilerin kulaklarını çeken politikacıların evreninde olduğumuzdan, gazeteciliğe ilişkin esaslı tartışmalar yapmayı başaramıyoruz.
 
Gazetecilik tartışması küçücük bir camia dışında ilgi görmüyor
 
Twitter’daki küçük bir topluluk, bazı meslek örgütlerindeki gazeteciliği hâlâ bir meslek olarak görebilecek kadar gazeteciliği seven isimler ve akademiden bazı isimler haricinde Türkiye’deki gazetecilik standartları ve kalitesi üzerine tartışma yürüten kişi sayısı oldukça azaldı.
 
Bu elbette içinden geçtiğimiz dönemin olağanüstü koşullarıyla ilgili; ama ben bunun bir sebebinin de gazeteciliğin başarısının niceliksel, istatistikle kısıtlı bir alana sığdırılmak istenmesine bağlıyorum. Yani gazetecilik eyleminin başarılı ya da başarısız oluşuna ilişkin tartışma, etik tartışmaları gibi tartışmalar bir avuç kalmış okur temsilcileri ve iletişim camiası dışında pek ilgi görmüyor.
 
Gazete kitleselleşmiş bir ürün olarak, okurlardan gelen geri dönüşlere ya da yorumlara göre kendini düzeltme ihtiyacı olan bir kurum olmaktan uzaklaşıp, aksine kullanıcı davranışı gibi analitik veriler üzerinden kocaman bir süpermarketin rafındaymış hissi veriyor.  Üstüne bir de  Türkiye’nin siyasal iklimi ve buna bağlı olarak okurların sürekli bir taraf olma ve haklı olma isteği içerisinde gazeteyi bir tatmin aracı olarak kullanmaları ihtiyacı gelince, gazete spor kulüplerinin pembe tablolar çizmek için kullandıkları kurumsal dergilere ya da soğuk savaş dönemini anımsatan propagandist yayınlara dönüyor.
 
En üzücüsü de şu ki, Türkiye’nin mevcut ifade özgürlüğü ve demokrasi krizi nedeniyle işsiz kalan gazetecilerin kurduğu projeler de bu çoraklıktan nasibini alıyor, hatta bu çoraklığı onaylamasalar da bu çoraklığı derinleştiren bir yapıya evriliyorlar.
 
Alternatif haber platformları köşe başı marketlerine dönüşüyor
 
Tıklamanın her şey olduğu bir dijital ekonomi sürecinde yola çıkan “alternatif medya projeleri” sürümden kazanmak isteyen ve her sokak başında türeyen bir market gibi benzer ürünleri ya da popüler içeriklerin “çakmalarını” yahut “döndürüp çevirilmiş hâllerini” kendi içerikleri gibi sunuyorlar. İçerikler arasında, kelime analizine dayalı bir ağ analizi yapılsa Hürriyet, Evrensel, Dünya Gazetesi gibi özgün içerik konusunda iddialı basılı yayınların ve az sayıdaki Bianet tipi alternatif yayının özgün içeriklerinin yeniden üretilmesi üzerine kurulu bir pazarla karşı karşıyayız. Bunlar dışındaki içeriklerse masa başı editörlerin ürettikleri Twitter veya Instagram kavgalarına dayanan ya da editörlerin iletişim masrafı hariç sıfır bütçe ile masa başından  haberlerle kısıtlı durumda. Teknik olarak kaliteli bir üretimden bahsetmek güç.
 
Dünyanın büyük medya şirketleri haber prodüksiyon süreçlerinde çalışan insanların sayısı, bir habere harcadıkları zaman ve kaynaklar üzerinden gazeteciliklerinin kalite ve niteliğini ölçerlerken, Türkiye’deki birçok yayın sosyal medya takipçileri, tık sayıları gibi birçoğunun da üzerinde oynandığını ya da sahte hesaplarla büyütüldüğünü bildiğimiz istatistiklere göre başarı ölçüyor ya da politik paralellik olarak adlandırılabilecek bir tarafgirlik ile belirli bir kitlenin “amigosu” olarak gazeteciliği ikinci plana atıyor.
 
Uzun süredir Türkiye’de basit bir haberde dahi vakanın birden fazla tarafına görüşlerin sorulduğu bir içeriğe rastlamak zor. Tek taraflı tanıklıklara dayalı, olayla ilgili derinlemesine bir araştırmaya gerek dahi duymayan bu tür içerikler ortamı öylesine domine etmiş durumdaki “altını çizdi, ifade etti” gibi cümlelerle kişilerin hikâye aktarımları aynen gazeteye koyuluyor. Teyit mekanizmaları ise tabii ki “maliyet ve zaman kısıtı gereği” işleyemiyor.
 
Çizdiğim bu tablonun karanlık olduğunun farkındayım. Hattâ, uzun süredir Türkiye’de yeni medyanın okuru anlama ve haber anlatımı konusunda daha iyi kullanılabileceğini söyleyenlerden biri olarak, bu yazdıklarım bugüne dek söylediklerimle zıt bir açıdan da tınlayabilir.
 
Haberin kalitesini tıkla ölçemeyiz
 
Ancak bir ürünün kalitesinin yalnızca kitlesel tıklama ile belirlenebileceğine ilişkin bir yargıya hizmet etmek istemiyorum. Dahası, iyi bir haberin işlevselliğini demokratik ya da bürokratik olsun süreçleri hareketlendirmek, toplumda farkındalık yaratmak olduğunu ve aynı zamanda iyi yeni medya kullanımıyla daha geniş kitlelerde farkındalık oluşturulabileceğini söylemenin bugünkü “klik” rejiminin onaylanması anlamına geldiğini de düşünmüyorum.
 
Burada asıl tartışılması gereken, Duvar, Diken, T24, Gazete Karınca, Artı Gerçek ve benzeri yoğunluklu metin bazlı yayıncılık yapan aktüel haber platformlarının, bazen şapka çıkartılacak iyi işler yayınlasalar da birbirleriyle çoğu zaman örtüşen ve hattâ çoğu zaman Hürriyet gibi ana damar yayınların içeriklerini yeniden üreten yayın anlayışlarının teknolojik ve ekonomik anlamdaki sıkışmışlıklarını nasıl aşabilecekleridir.
 
Her şeyden önce Türkiye’de bir önceki yazıda bahsettiğim üzere ödeme duvarları ve okurların habere ödeme yapmasına ilişkin bir tartışma başlatmak şart. Vaktiyle dokuz8Haber tarafından bu tür bir araştırma yapılmıştı. Birçok medya şirketi de böyle yoklamalar yapıyor ve yine önceki yazıda bahsedildiği üzere dijital abonelikle ilgili kimi deneyimler de var.
 
Ancak mevcut kurtuluş reçetesi olarak sunulan “çocuğun kulağını emen keçi” haberinden kaliteli ve maliyetli bir haberciliğe geçişi, içinden geçtiğimiz bu ekonomik kriz sürecinde okurun ne denli finanse edebileceğine ilişkin o mantıklı soruyla kafalarımızın meşgul olması da doğal. Şu bir gerçek ki Türkiye’de dijital ve gelenekseldeki reklam pastasının âdil olmayan bölünme biçimi, resmi ilanların politik dağılımı ve daha nice problem üzerine doğru düzgün bir tartışma yürütemememiz, birbirinden değerli yazar, akademisyen ve gazetecilerin oluşturduğu platformların en çok paylaşılan ya da okunan içeriklerinin bu tür balon içerikler olmasının sebeplerinden biri.
 
Okur olarak gazeteye bakışımızla, seçmen olarak demokrasiye bakışımız arasında çok ciddi benzerlikler var. Aktif bir katılımı her ikisinde de göstermeyişimiz, sürekli olarak sesimizin asla ve asla duyulmayacağı yahut yalnızca bazı görüşlerin duyulmayı hakkettiğine dair (popülist mesajlar vs.) önyargılarımız, üstüne bir de gazeteciliğin de başka türlü yapılamayacağına dair bir inancı besliyor. En optimist olanımızda dahi sürekli “kötü” ve “kalitesiz” olanın kazanacağına dair bir ön kabul var.
 
Yani her iki ucu da cehennemin farklı köşelerine çıkan bir tünelin içerisinde gibiyiz. Gazetecilerin okurlara olan inancı tükenmiş durumdayken, okurlar da gazetecilerin itibar görmeyi hakkeden bir grup olduğu fikrinde değil. ABD’de Trump karşıtı, Britanya’da Brexit karşıtı dalganın yarattığı demokrasi yanlısı okur refleksleri, büyük gazeteleri ve yeni nesil dergileri daha iyi yeni medya kullanıp daha iyi gazetecilik yapmaya itti. Türkiye’de ise büyüyen gerilim ve baskı ortamı daha iyi gazeteciliğin yerine daha iyi taraftarlığı, sesi daha gür olup daha popülist söylem üretenin öne çıktığı bir rejim üretti.
 
Bu rejim içerisinde siyaset yapmak da gazetecilik yapmak da oldukça zor, bu kesin. Ancak enseyi karartmaya gerek olmadığı gibi, iyi gazetecilik yaptıkları için insanların hapiste olduğu bir dönemde istatistiklerin ve “klik” rejiminin gerekliliklerinin arkasına saklanıp slogandan ya da “içerik pazarlamadan” ibaret işler yapmanın utancına katlanmaya da gerek yok.