Dönülmez akşamın ufku: Seçimlerle “sona” doğru

Sakuralar’ın “tereddütsüzlüğünü” yaşamak, bu kadar da zor olmasa gerek

SEZİN ÖNEY

28.04.2018

Japonya'da bir "Sakura mevsimi" daha geçti.

Yazının başlığına bakıp Türkiye'deki seçimlerle, kiraz çiçekleri Sakuralar'ın alakası ne diyeceksiniz.

Anlatayım: Japonya'da, baharın başında açan Sakuralar'ın ülkenin kültüründe bu denli etkili olması, sadece güzelliklerinden kaynaklanmaz. Bu pembe kiraz çiçeklerine yüklenen, yaşama dair müthiş de bir sembolizm vardır. Sakuralar, muhteşem güzelliklerine rağmen, kısacık bir dönem var olabilirler; tıpkı "tarihin uzunluğuna" vurunca insan ömrü gibi… Geçiciliklerinden kaynaklı olarak da,  bir o kadar eşsizdirler. 

 Japonca "Hakanai" sözcüğü de, Sakuralar'ın simgesi olduğu "geçiciliği", "faniliği" çağrıştırır.

Eğer ki Sakuralar, dallarına yapışıp orada kurumakta ısrar etseler veya plastikleşip dekoratif unsurlara dönüştürülseler, "efsanevî" ve ilham verici bir yanları da olmazdı.

Tüm o geçiciliğin, "faniliğin" ve bunun getirdiği naiflik ve incinebilirliğin yanı sıra, Sakuralar'a "kararlılık" ve "şövalye ruhluluk" da atfedilir. Zira, zamanı geldiğinde Sakuralar, dallarından kopmakta hiç tereddüt etmezler.

Ve, dallarından büyük bir kararlılıkla kopan ve adeta pembe bir yağmur gökten yere yağan Sakuralar'a atfedilen bir sözcük de vardır Japonca'da: "Isagiyoku", yani "tereddütsüz".

Bazı insanlar da, "son kullanma tarihi dolduğu" hâlde, hayatlarında birçok şeyi geride bırakmakta tereddüt ederler ve hayatın getirdiği değişim sürecine direnirler. Para, nüfuz, koltuk, gençlik; hayatlarında her ne varsa, "vazgeçilmez" gördükleri şeylere, kuru kabuklara sarılır gibi yapışmaya devam ederler. Sonunda da, geride bırakamadıkları yüzünden hayat onları geride bırakır.

Çünkü hayat, "direnişi" sevse de, değişime direnenleri sevmez. Hele de harisliği hiç…
 
Dönüşümün kapıları açılırken
 
Türkiye'de de, bir dönem kapanıyor.

Evet; bir dönem kapanıyor ama yeni dönem de henüz açılamıyor.

Çünkü, değişime öncülük edebilecek, değişimin sancısını azaltabilecek aktör (ve aktrisler), yani politikacılar olmak üzere güç-erk sahipleri, "risk almaktan" kaçınıyorlar. Sorsak, siyasetçilerin çoğu, politikanın içinde olmalarını, zaten başlı başına "risk faktörü", "risk almak" olarak  tanımlayacaklardır. Halbuki, bir çoğunun hayali ve hedefi, "milletvekili" olmaktan öteye gidemiyor. Oysa, siyaset,  "risk alma sanatı" demek. Doğru zamanda, doğru riski almayan da, politikacı olamaz; olsa olsa, "siyaset memuru" olur.

"Yerli ve milli başkanlık sistemi" de, milletvekilliğini zaten ,"başkanın iki dudağı arasına bırakan" bir doku ile, milletvekillerini "memuriyete" indirgeyen biçimde kurgulandı.

Bir dönem kapanıyor dedik: kişisel olarak, hep bu "grand final"in ilk alenî işaret fişeğinin, "Doğan Medya Grubuna yapılacak bir operasyon" olduğunu düşünmüştüm.

İşim siyaset bilimi ve gazetecilik; "fütürolog" veya falcı değilim. Dolayısıyla, öngörü yapmaktan çok, verilere dayalı analiz yapmam gerekir; ancak, bir "fâni" olarak "içsel sezgiler" kaynaklı düşüncelerimi, bu kez olsun dışarı açayım.

Üzerine düşününce, bu önsezinin "somut" bir yönü de yok değil: Doğan Medya gibi, aslında iktidara örtük destek olan bir medya yapısına dahi tahammül edememek, dahası onun "iktidarın çimentosu" görevini gördüğü gerçeğini hiçe sayarak bu "meşruiyet kaynağını" yok etmek, başlı başına siyasi bir hatadır.

Siyaset, risk alma sanatıdır dedik ama yanlış yerde risk almak ve frene basmamayı bilmek de, politikanın doğasına aykırıdır.
İktidar, Doğan Medya'nın el değiştir(til)mesi örneğinde  olduğu gibi, freni patlamış kamyon gibi, kendine hâkim olamayarak, "Durmak yok, yola devam" diyor.

Kimse kimseye güvenemiyor, herkes herkesin arkasından iş çeviriyor. Sağ-sol, arka-ön; herkes sahte, herkes yalan dolan.
Evet, bu bir "çaresizlik" tablosu.

Ama aynı zamanda da, Türkiye'de sistemin ta kendisi işte bu manzara hâline geldi. Dolayısıyla, zaten siyasetin yerine, ayak oyunları, kumpaslar, kuşatmalar, karartmalar, yalanlar, çarpıtmalar, dayatmalar geçmiş vaziyette. Çaresizlik gibi gözüken tüm bu manevralar, politikanın yerini alan dolap çevirmeler ve manipülasyonlardan başka bir şey değil.
 
Kazanmak için oynayan tek odak varsa…
 
Siyasetin, "siyaseti ezme aracı" hâline geldiği bu ortamda muhalefet ne yapabilir?

Açıkçası, bunun aklını veren, formülünü oluşturmaya çalışanların da gazeteciler olmaması lazım. Benim şahsen yapabileceğim tek şey, gözlemlerimi paylaşmak.

8 Nisan 2018'de Macaristan'da gerçekleşen genel seçimlerde olup biten, Türkiye'de gerçekleşecek seçimlerin simülasyonu gibiydi. Bunun da sebebi çok basit: her iki ülkede de, iktidarların siyasetin yerine koydukları "düzenbaz düzen" tıpatıp aynı. Dolayısıyla, oluşan yapısal doku çok benzeşiyor. Daha önce de yazdığım gibi, seçimler öyle bir ortamda gerçekleşiyor ki, zaten sistem "kasa/iktidar her zaman kazanır" kurgusuna dayalı. Buna ek olarak, baştaki lider,  her iki ülkede de, gerçekten "kazanmak için oynayan" tek figür. Bunun için de, hiçbir hamleden, manevradan kaçınmıyor; kazanmak, hedeflerine erişmek için yaşıyorlar.

Muhalefetin kazanma formülü de çok basit; ama bir o kadar da güç — bir araya gelmeleri ve takım oyununa girişmeleri lazım. Birbirlerinin açıklarını kapatmaları ve zayıf yönlerini diğerlerinin güçlü yanlarıyla desteklemeleri elzem. Ortaya çıkardıkları sinerjiyle de, tıpkı trapez cambazları gibi, son derece senkronize bir performans sergilemeleri gerekli. Zira, altlarında kendilerini tutacak, çakılmalarını engelleyecek bir ağ yok.

Türkiye'de, seçim tarihi belli olduktan sonra yaşanan gelişmelere bakınca, "ben bu filmi görmüştüm" hissine kapılıyorum sık sık…
Evet, ben bu filmi daha önce görmüştüm; 8 Nisan Macaristan seçimlerinde de, konuşulanlar, yaşananlar, iktidar kadar muhalefetin hâlleri de, neredeyse bire bir aynıydı. Sonuçta, muhalefet kendi küçük hırslarına yenildi. İktidarla didişmekten başka birşey yapıp, yeni bir vizyon ortaya koyamadı, risk alamadı, kabuk değiştiremedi.

Oradaki filmin sonunda, 8 Nisan gecesi muhalefetin ve daha ötesi, sandıklar önünde neredeyse sonuçlar belli olana kadar canla başla kuyruk olan, oylarına sahip çıkan seçmenlerin yaşadığı müthiş hayal kırıklığı var.

Ki, Türkiye'de oylanan "şey", bir sistem değişikliği olduğu için, bu gidişle filmin sonunda, siyasi (ve bu gidişle, ertesinde ekonomik açıdan da) bir "varlık transferi" yaşanacağını düşünüyorum.

Başta, ana muhalefet partisi ve önceden iktidar çevresinde olup da şimdi "ikircikli tutum" alan veya Abdullah Gül gibi aday olmayı "tahayyül dahi" edenlerin, ciddi bir tasfiye dalgası ile karşılaşacağını da… 

Yineliyorum: Politikacılar, eğer çözüm üretemezlerse, seçim sonrası tamamına erecek sistem değişikliğinin ilk hedefi olacaklardır.
Gazeteciler, avukatlar, insan hakları savunucuları, HDP'ye üye ve HDP'yi temsil eden seçilmişler, hattâ anne ve bebekler, zaten hedef oldular.

Örneğin, gazetecileri ele alalım: P24'ün güncel verilerine göre, 184 gazeteci özgürlüklerinden mahkûm; medyanın boynu daha ne kadar bükülebilir?

Sıra (hem de kapsamlı biçimde) politikacılara geliyor: unutmayalım ki, sistem değişikliklerinin ilk hedefleri tarihte de hep, muhalefet temsilcisi politikacılar olmuştur.

Evet, tarih ilerliyor. Devir değişiyor. Ama yeni devir de, bir türlü henüz başlayamıyor.

Tereddütsüz başlangıç yapılamadıkça da; geçmiş, kendisine sarılanları kendisiyle beraber dibe çekmeye devam edecektir.

Sakuralar'ın "tereddütsüzlüğünü" yaşamak, bu kadar da zor olmasa gerek.

Sonuçta kaybedilecek tek şey, kaybeden olma rolünden çıkmak.