Hafızanın asi çocuğu cover’lar

Şarkılar oyuncuysa, coverlar sihirbazdır. Çok tanıdık bir yabancıdır sanki o şarkı. Dilimizin ucundadır ismi. Bir o kadar da bilinmezdir

KARİN KARAKAŞLI

07.12.2019

Müziğin en büyülü yanlarından biridir coverlar. Klasikleşmiş orijinal parçaların yepyeni yorumlarla seslendirilmesi. Zamana ve mekâna direnerek bir kez ve bir kez daha doğması. Çoğalması. Müziğe ilk kez adım atanlar aşkla bağlandıkları, dinlemekten bıkmadıkları şarkıları yorumlayarak sahneye adım atar. Bazen de dünyaca ünlü isimler sevdikleri parçalara o özgün tarzlarıyla kendi sesini verir. Anlarız ki müzik, yaratanın kendisininki ile yetinemeyeceği bir tutkudur. Farklı sular aynı dehliz kaynakta buluşur.

Şarkılara müptela olanlardanım. Genelde günlerim listeleri, albümleri değil, bir sebepten dilime, kalbime dolanmış tek bir parçayı bıkıp usanmadan ard arda çalmakla geçer. İşin tuhafı, hiç de aynı şarkıyı dinliyor gibi hissetmem. Ana gövdeyi ezberlemiş olmak, beklenmedik ayrıntılara takılmanıza yarar. Sanki ağaçların gölgesiyle kararmış durgun sularıyla bir gölün içindeyim bir başıma. Sonsuza kadar orada kalabilirim. Bütün zamanı kapsayan o anda.

Coverlara da müptela olanlardanım. Takılıp kaldığım şarkı, farklı yorumlarla yeniden ve yeniden can bulmuşsa, değmeyin keyfime. Spotify ve Youtube sağolsun, biz takıntılı kullara bütün versiyonları arka arkaya sunuyor. Buyur, buradan yoluna devam et, patikaları keşfet diyor. Hikâye katlanarak çeşitleniyor böylelikle.
 
Bugün seni nasıl hatırlayayım?

Coverın hafızayla ne ilgisi var diye soracaksınız belki. Mâlum, bir diğer takıntım olarak hayatın hafıza hâlini yazmaya çalışıyorum bir süredir. Coverları da anılara benzetiyorum bu bağlamda. Hani şu hatırlamaya doyamadığımız ya da zaten dost meclislerinde “Hadi bir daha anlatsana nasıldı o gün?..” diye bizden istek parça olarak istenen hikâyeler. İşin tuhaf yanı, hiçbir anı bir ve aynı halde dile gelmez. Her seferinde farklı bir yerini vurgularken ya da anlatının tonunu değiştirirken yakalarız kendimizi. Çünkü anlatılan günün ruh hali, hatırlanan anıyı doğrudan etkiler. Sanılanın aksine anılar sadece ve öncelikle geçmişler değil, aslında bugünümüzle ilgilidir.

Coverlar da bu bağlamda seslendiren sanatçıların şarkının orijinali ile anısına benzer. Hem orada bulduğu özü hatırlar hem de takıntısının işaret ettiği bir boşluğa talip olup onu yeniden yorumlamaya girişir. O arada kendi derdini anlar aslında. Ve meramını paylaşır eskinin yeni hâliyle.

Şarkılar hafızanın anahtarıdır. Hiç beklenmedik bir anda bir kilit döner ve ne zamandır içine girilmemiş ve hatta varlığı inkâr edilmiş kırk birinci odanın kapısı ardına kadar açılır. İhtimal en yakın arkadaşlarımızın ve dahi kendimizin kendimize söyleyemediği şeyleri bir şarkı gelir ruhumuzun orta yerine bırakır. Şarkıların huyudur bu; kaçaklıktan hoşlanmaz, araba kazası gibi gelir, pat diye vurur. Neye uğradığını anlamadan kendini sırtüstü kaldırıma yapışmış ve ancak o hâldeyken gökyüzüne bakabilir olarak bulursun. Kaçtığın şeyin ta kendisi olursun.

Şarkılar oyuncuysa, coverlar sihirbazdır. Onlara iyiden iyiye gafil avlanırız. Çok tanıdık bir yabancıdır sanki o şarkı. Dilimizin ucundadır ismi. Ama bir o kadar da bilinmezdir. Aynı hikâyeye bambaşka duygular yüklenebileceğini öğretir bize. Neyi nasıl hatırladığımızın bugünümüzü ve dolayısıyla geleceğimizi şekillendirdiğini. Hiçbir şey dışardan değişmezken içimizde usul usul devrimler olabileceğini. İyileşebileceğimizi, güçlenebileceğimizi. “Nereye daldın öyle?” diye sorar biri. “Hiiiç” deriz. O üç i kadarlık alana nelerin sığabildiğinden bahsetmeyiz.

Bu yazıya başlarken hangi bir covera değineceğimi, neyi nasıl anlatacağımı bilemediğimi fark ettim. Birini desen öbürünün hatrı kalır. Kerelerce yazsan o kadar farklı yazı çıkar sanki aynı konudan. Sonra meselenin belli coverlara odaklanmaktan fazlası olduğunu fark ettim içimde. Asıl derdim cover ile anının, şarkı ile hafızanın o garip ilişkisine değinmekti. Şarkılar ve coverlar o hiç icat edilmemiş zaman makinesi sanki. İçine bindiğin anda sen ya hatıranın mekânına ya hayalinin ütopyasına ışınlanıyor. Her halükârda iki boyutluluktan özgürleşiyor, kanatsız uçabilmenin mucizesini tadıyorsun. O yüzden müziğin ortadan kalktığı bir dünya kıyamet alâmeti sayılır benim için. Hayatın bütün damarlarından şarkılar akar. İnsanın en güzel hâlini onlar çıkarır ortaya. Mânâyı iade eder kayıp ruhumuza.

Hisleri çağırma ritüeli

Hâl böyle olunca sadece hayatımdaki en güncel birkaç coverı tıpkı anılardan bahseder gibi uyandırdıkları hisle kısaca anlatayım ve aslında herkesi de kendi şarkı ve coverlarının hatırlamaya davet edeyim, dedim. Benim yaptığım gibi ruh çağırma misali hissini çağırarak.

Bu aralar devamlı Get Lucky’yi Scott Bradlee’s Postmodern Jukebox’tan dinliyorum. Grup zaten bir cover vahası. Daft Punk’tan sevdiğim, bir metropol yalnızlığı olarak hissedip ama hani döne döne çalmadan yaşayageldiğim şarkı onların elinde başka bir şeye dönmüş. Adeta bir film sahnesine. Şarkıyı onlardan dinlerken Romanların arasında bir karavanın önünde çimenlerde eteklerim ve saçlarım uçuşurken görüyorum kendimi. Öyle beklenmedik bir düzenleme gelmiş ki ritim ve yaylılar üzerinden, bütün kuşakları ve coğrafyaları buluşturabilirsiniz sanki. Ve kötülük bir süre uzağınızda kalır, oralara uğrayamaz. Kafile ve kabilesiniz. Birsiniz çünkü.

Nirvana’nın Smells Like Teen Spirit’i ilk gençliğim, isyanım, öfkeme eşdeğer bir sesi bulma coşkum. Tori Amos’un piyano başındaki düzenleme ve yorumuysa bir kadın olarak gücünü keşfetme manifestosu sanki. Kırgınlığından kudret üretme sanatı. Aynısı bu şarkıyı yaylılarla yorumlayan Sofi Karlberg ve Nickelback’in aldatılışa isyanlı, hırslı How You Remind Me’sini alıp adeta bir kahır ağıdına çeviren Avril Lavigne için de geçerli.

Gözleri Aşka Gülen, orijinalini açıp da dinlemediğim ama bir yerlerde rastladığımda beni siyah-beyaz televizyonlu, sobalı çocukluk evime ışınlayan oyunbaz bir parça. Nilipek’in o usul usul tarifsiz yorumundaysa aşka yazılmış kırık ama hak teslim eden bir dua.  Çağdaş zaman yakarışı.

Gönlümdeki yeri apayrı Radiohead’in Creep’i kendimizi sürüngen gibi hissettiğimiz zamanların isyanıysa, ona Lucifer dizisinin bir bölümünde, ruhuyla muharebeye tutuşmuş şeytan ve modern zaman gece kulübü sahibi Lucifer Morningstar rolündeki Tom Ellis’in piyano başında giderek yükselen yorumunda rastlamak, başlı başına bir hikâye. Sürünürken bulunan kanatların, cehenneminden göğe uçmanın, acında özgürleşmenin hikâyesi.

Sen Tabipsin Saramazsın Yaramı, yine rastladıkça anılar çağrıştıran klasik türkülerdenken Zeynep Bakşi Karatağ’ın su gibi duru sesi ve modern düzenlemesiyle yeni zaman yalnızlıklarını da kapsar hale geliyor. Tıpkı bin bir farklı yorumu olan Pirlere Niyaz Ederiz’in Kuan’ın düzenlemesiyle elimi yumruk yapıp kalbime vura vura ve döne döne bir zikir dansına davet edişi gibi beni.

Meramım galiba şu: bir şarkı eşliğinde hayal kurabilmeyi, ona hikâye yazabilmeyi seviyorum. Bir cover da çıkıp, çokça hikâye yazılmış bir şarkıya “Ama ona dair size bunu anlatmadılar” iddiasıyla geldiğinde, bütün varlığım heyecanla doluyor. Hem ölümlü halimizle zamanı ve coğrafî sınırları, mekân kısıtlayıcılığını aşıp elden ele, kalpten kalbe bir şarkıyı devam ettirebildiğimiz hem de her şeyin tüketildiği bir çağda yeniden yaratmaya soyunabildiğimiz için. Hâlâ anlatacak yeni bir şeyler bulabildiğimiz ve kötülüğü biraz daha defedebildiğimiz için.

Diyeceksiniz ki şarkılar çalarken savaş ve zulüm sürüyor. Hatta şarkılar, marşlar eşliğinde yapılan işkenceleri de biliyoruz. Öyle. İnsan olmanın garip çelişkisi bu. İyilikte olduğu gibi kötülükte de sınır tanımıyor. Ama bu, şarkıların –propaganda müsveddelerinin değil elbette- masum olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Onları dilediğimiz anlamla donatmak bize kalmış. Aynı ömrümüzü nasıl bir hayata tahvil edeceğimizin de irademizin adı oluşu gibi.

Dilerim siz de benimle kendi coverlarınızı ve onların size çağrıştırdığı hikâyeleri paylaşırsınız.

Şarkılar eksik olmasın hayatınızdan. Kimseler de kanatlarınızı kıramasın.