Düşünce hayatımız…

Yanlış, yapanın kimliğine dair silinmez kayıttır. Neysen osundur, asla gözden kaçmaz.

ÜMİT KIVANÇ

17.06.2022

Düşünce, akar. Akması gerekir. Dallanıp yayılan damar deltalarından, bütünleşip hayatta yer işgal edeceği, anlam kazanacağı, belki bir şeyleri değiştireceği gölcüğe akar, birikir, buharlaşır, yağmur olur, azalır çoğalır, dönüşür. Hep hareket halindedir.
 
Yani, olmalıdır. Yani, aslında öyledir… Bizimki gibi, en radikal militanının, en dinamik siyasetçisinin, en avangard sanatçısının, en mûteber akademisyeninin bile düşüncesinin akmazlığı, değişmezliğiyle övündüğü tuhaf ortamlar hariç, düşünce yerinde durmaz. Aklın varlık sebebi çünkü düşünce. O akmayacaksa akıl neden biriktirsin, kendini geliştirsin, üretsin?
 
Bizim felsefemizde düşünce akmaz. Başlangıcı bilinmez ve mistiktir: Bir kimse, kıskançlıkla sarıldığı düşüncesini kimbilir ne zaman nerede nasıl edinmiştir, sorulmaz. Bazen devlet sorar. O kimseyi mahkûm etmek için. “Bunu şunlar kandırdı, kafasına şunu şunu soktular,” der. Fakat kaynak ve zaman sormamakta aşağı yukarı herkes anlaşmıştır. Çünkü bizde düşünce adı altında piyasada bulacağınız şey, bir kimlik kartıdır ve katalogdan bakılarak hazırlanmış, edinilmiş, giyilmiş, takılmış, kuşanılmıştır. Düşünce sahiden düşünceyse, kimlik yerine geçmez. Geçmemesi gerekir. Bizde geçer. Çünkü sahiden düşünce değildir.
 
Akmayan düşünce, nereden ne kadar beslendiğine, içinde hangi canlılardan ne kadarının yaşamasına imkân verdiğine göre, zamanla kokusu ağırlaşan su birikintisine, giderek mikrop yuvasına, içi görülmeyen, dibi seçilmeyen bataklığa, sivrisinek ve pislikte hayat bulan bilumum haşaratın üreme sahasına dönüşür. Yine de sahiplerine göre kıymetlidir ve kıskançlıkla, çoğu zaman hoyratlıkla, genellikle huşûnetle sahiplenilir. Zira o, akması gereken düşünce değil, durması gereken kimliktir. İnsan kimliğini kıskançlıkla sahiplenmez mi? Sahiplenir. Ama o zaman düşünce akmıyor? Akmasın. Sıkıntı yok. Düşünce yok, ama sıkıntı da yok.
 
Bu akmayan fakat kokan niteliğiyle düşüncenin gündelik işlerin hallinde yararlılık göstermesi beklenmez. Daha büyük işlerin çözümlenmesinde hele kendisinden hiçbir şey beklenmez. Sorumluluğu yoktur, yükümlülüğü yoktur. Sınanabileceği olaylardan uzak durur, kendini ispat gereği duymaz. Zira sınavları geçmesini sağlayacak kabiliyeti de yoktur.
 
Akmaması, değişim değerinin ve iddiasının, tartışma konusu edilecekleri ilk vesilede eriyecekleri, geçersiz kılınacakları anlamına gelmez. Dinamizmden yoksun olan o akmama hali, mutlak durağanlık değildir, mutlak durağanlığa mahkûm da değildir. Düelloya zorlandığında, dibi görünmez kirli suların altından paslanmış kılıçlar, ıslanmış tüfekler, sapındaki değerli taşlar dökülmüş hançerler ve başka nice savaş gereçleri çıkarılır. Bunların dipteki varlığı, düşüncenin sahibine kendinden eminlik havası, ne yaptığını bilirlik edâsı verir. Sırf bu edâ hasmı duraklatmaya yeter. Duraklatması beklenir. Duraklatması gerekir. Çünkü duraklatamazsa, ikinci adımda paslanmış kılıç karşısındaki modern silahlarca paramparça edilebilir. Böylece özgüvenin şehirlerarası otobüslerin bagajlarını andıran boş alt bölmelerine ürküntüler, korkular, tedirginlikler dolar. Bunlar da içten ruhu, dıştan havaları, edâları kemiren haşarat üretirler. Haşarat aralıksız çalışır. Düşüncenin rolünü kapmış değişmez kimlik, varoluşunu, görmezden duymazdan gelmelere, bâriz gerçeklerin reddine, inkârlara, eğip bükmelere, olanı yok saymalara, olmayanı katmalara bağlı kılar, kaçınılmaz olarak.
 
Kimlik mahiyetindeki düşüncenin bulunduğu yere ne zaman gelip yerleştiğinin sorulmayışı ilginçtir. Ha o mu? O, odur. Onlar mı? Onlar da onlardır. Geçmişsizlik, temelsizlik zaten gerçekle karşılaşma korkuları yüzünden asla dinlenemeyen ruhları daha da yorar, yıpratır. Rüzgârın ısıra ısıra parçaladığı, eprimiş sandal bayraklarına döner ruhlar. Bayraklığına bayraktırlar da, artık kimsede -korku şöyle dursun-, bir fincan saygı bile uyandırmazlar. Bu yüzden, düşünce rolü kapmış kimliklere kuyruk gibi takılacak hikâyeler, destanlar yazılır. Düşünceymiş gibi yapan, akmayan kokan yaratık, nereye gitse bu kuyruğunu peşinden sürükler. Arkadan sürüklenen, yerin kirini tozunu süpüren kuyruk pek hoş görüntü olmadığından ve itibara katkı yapmak şöyle dursun, onu aşındırdığından, düşünce yerine kimlik geçirmiş canlılar, sahibi gelmeden kuyruğun önden gideceği bir düzenek geliştirmişlerdir. Kuyruğun ucunu görenler, kimin geldiğini, hangi soruya hangi cevabı vereceğini şıp diye anlarlar.
 
İşte düşüncenin yerini almış kimliklerin böyle özellikleridir ki, yapma etmelerimize de başka gözle bakmamıza yol açarlar. Diyelim biri bize göre yanlış iş yaptı; onun başka durumda doğru iş yapacağını düşünmemiz bizim düşünme dediğimiz eylemin özüne, mantığına tamamen aykırıdır. Zira o, yanlış yaptığı durumda, bazı koşulları yanlış değerlendirdiği ya da bazılarını hesaba katmadığı, eyleminin sonucunu öngöremediği veya o harekete geçtikten sonra şartlar değiştiği veya işin içindeki etkin aktörler onun beklemediği davranışlar gösterdiği… vs. sebeplerle yanılmış değildir. O, o olduğu için yanlış yapmıştır. Çünkü o, biz değildir ve yanlışı kaçınılmazdır. O olduğu için.
 
Siyasî hayatımız, herkesin, akmayan kokan, düşünce yerine geçen değişmez özellikler bütünü kimliklerine göre muamele gördüğü sayısız tecrübeyle doludur. Yanlış, yapanın kimliğine dair silinmez kayıttır. Çıkarıp gösterdiğinde senin ne mal olduğun anlaşılır. Bu iklimde hava parçalı bulutlu olmaz, sabah yağmur yağıp öğleyin güneş açmaz. Bu takvimde Şubatlar hiç uzayıp kısalmaz. Neysen osundur, asla gözden kaçmaz.
 
Değişimin ihanet, uzlaşmanın yavşaklık sayılması, bu ortamda kaçınılmazdır. Burada siyaset iki şekilde yapılır: Kendi söylediğine inanmayanlar, eline güç geçirip her şeyi talan, memleketi viran, bol bol insanı kurban eder; bir. İnandığını söyleyenlerse, tekrar ede ede bunlara herkesin inanmasını bekler; iki. Politika denen insan faaliyetinin terkibi ilkinde yalan ve zordan oluşur. Zorluklar hileyle, olmuyorsa şiddetle aşılır. İkincisindeyse politika paketine konmuş apolitiklik oradan mütemadiyen sızarak sinir gazı tesiri yapar, herkesi içten uyuşturur, eylemlilik hali uyuşmayı teşhis edilemez kılar. Burada da güçlükler sınıflama işlemiyle aşılır. Makbûl olmayan kimlikler, önerileri ve davranışları hoşa gitmeyen kimselere dağıtılır. Kendinden gördükleriyle bir araya gelen her ufak grup başkalarına bu makbûl olmayan kimlikleri dağıttığından herkes artık ebediyen ayrı durmaya mecbur ve mahkûm kılınmış olur.
 
Düşünme değişkenlerle dolu bir süreç olmayınca, düşünce akmayınca böyle şeyler olur.
 
—–
Kapak Görseli: PublicDomainPictures (Pixabay)