Anayasa Mahkemesini yok etmek
‘’Olmaz, olmaz’’ deme: AYM etkili bir başvuru olmaktan ve dahası, AİHM’in, Avrupa mahkemelerinin eşit bir ortağı olmaktan çıkıverdi
16.01.2018
Anayasa, bir ülkenin tüm diğer yasaların üzerinde olan yasası, hukukî çatısı mâlum. Türkiye'de de durum hukuken böyle…
Anayasa Mahkemesi (AYM) de, Türkiye'deki en yüksek anayasal ve dolayısıyla hukukî organ, kurumsal yapı. Temel görevi, Anayasa'da yazılı temel hak ve özgürlükleri korumak ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılan yasalar ile diğer yasal uygulamaların, Anayasa'ya uygun olup olmadığını başvuru üzerine denetlemek.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 153. Maddesi de şöyle diyor:
"MADDE 153- Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir.
(…)
Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar."
Her şey gayet net.
Her şey açık ve seçik ortada.
Anayasa Mahkemesi'nin gazeteciler Mehmet Altan, Şahin Alpay ve Turhan Günay hakkında verilen hak ihlali kararına, Alpay'ın yargılandığı İstanbul 13. ve 26. Ağır Ceza Mahkemelerinin "uymaması" ise, gayet tuhaf; 1961'de kurulduğundan beri Anayasa Mahkemesi'nin tarihinde de bir ilk.
Ama oldu işte…
Evet, daha önce de "yargı kararlarının" uygulanmaması gibi bir sorunumuz vardı. Bazen idarenin, yargı kararlarını uygulamakta ayak dirediği oluyordu.
Nisan 2014'te de, AYM ile hükümet arasında, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Yasası krizi patlak vermişti malum. HSYK Yasasına, 17-25 Aralık süreci yapılan değişiklik ile Adalet Bakanı'na verilen ek yetkiler, Anayasa
Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. O dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, yaptıkları düzenlemenin Anayasa’ya uygun olduğunu söylemiş ve ''İptal kararı, bu yöndeki kanaatimi değiştirmemiştir. Ancak elbetteki iptal kararına uyacağız'' demişti.
Bozdağ, sözlerine şunları da eklemişti: “Mahkemenin düzenlemeyi öne çekmesi gündemde olmamasına rağmen anlamlı. Kararının arkasında başka bir şey var.”
O zamanlar başbakan yardımcısı olan Beşir Atalay da kararı eleştirerek Anayasa Mahkemesini ”kendisi için bir siyasi rol oluşturmakla” suçlamıştı.
O dönem başbakan olan Erdoğan ise, gene aynı sene, AYM’nin daha önce Twitter'a erişim engelinin kaldırılmasına yönelik kararına tepki göstermiş ve karara “saygı duymadığını” söylemişti. AYM'nin, 2 Nisan 2014'te Twitter erişiminin yeniden sağlanmasına dair kararının hemen ardından Erdoğan yaptığı bir açıklamada "Bizler tabii ki Anayasa Mahkemesi kararına bağlıyız, fakat buna saygı duymak zorunda değilim” demişti.
AYM'ye bağlı olmak veya olmamak…
Anayasa'nın, 138. maddesinde “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” deniliyor.
Şimdi ise, İstanbul 13. ve 26. Ağır Ceza Mahkemeleri, şöyle bir "uygulama" getiriyor: "Yasama ve yürütme organları, Anayasa Mahkemesi ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir sûretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. "
Böylece, bu ceza mahkemeleri, Anayasa'yı da fiilen değişitiren bir "yasa koyucu" rolüne soyunuyorlar.
13. Ağır Ceza Mahkemesinin, kararına; yani Anayasa Mahkemesini "yok hükmünde kılan" açıklamasına bakalım:
“AYM, kendini mahkememiz yerine koyarak özetle, ‘Dosyadaki delillerin tutukluluk için yeterli olmadığına’ karar vermiştir. Hattâ AYM’nin gerekçesi dikkatli okunduğunda 140. paragrafta sanığın yayımladığı yazılar haricinde herhangi bir somut olgunun dosyada olmadığı ifade edilmiştir. Bu tespit dikkate alındığında mahkememiz sadece sanığın tahliyesine değil, beraatine de karar vermek gerekir.” Yukarıda yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, AYM’nin böyle bir hak ve yetkisi yoktur. Dosyada tutukluluk halinin devamını gerektirir olguların olup olmadığını takdir yetkisi mahkememize aittir."
Dahası, şu da gerekçeye eklenmiş:
"Tutukluluğa itiraz hâlinde istisnaî olarak itiraz mercileri ve ayrıca karara itiraz hâlinde Bölge Adliye Mahkemeleri ve temyiz hâlinde de bu yetki Yargıtay’a aittir. AYM’nin dosyamızın esasına girerek karar vermesi, ‘görev gaspı’ niteliğindedir. AYM’nin bağlayıcı nitelikteki kararları, Anayasa’ya ve kendi kuruluş kanununa uygun olarak verdiği kararlar içindir, bunun haricinde yasalar ile kendisine tanınan sınırların dışına çıkarak ve hattâ açıkça yasak konulan alanlara müdahale ederek vermiş olduğu kararlar için ‘kesin ve bağlayıcı’ olduğundan söz edilemez.”
Ve de bir de şu:
"AYM kararının kabulü mümkün değildir.”
Bu kadar basit.
"Ben yaptım oldu" demenin başka bir hali.
Neden olabiliyor?
Çünkü olabiliyor…
Nasıl yapılabiliyor?
Çünkü yapılabiliyor.
Tabii, tüm bunların esas kapısını açan da, siyasi bir açıklama.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, AYM'nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan hakkındaki tahliye kararını eleştirerek “Anayasa Mahkemesi vaka değerlendirmesi yapıyor ve Anayasa'nın çizdiği sınırları tek tek aşıyor. Bu hak ihlali değil, beraat kararıdır. Anayasa Mahkemesi'nin beraat kararı verme yetkisi yoktur” sözlerini anımsayalım.
Alt mahkemelerin AYM'ye karşı çıkan, AYM kararını uygulamaya koymayan kararı, bir kez daha, Türkiye'den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) doğrudan başvuruların kapısını açmış oldu. Zira, "AYM, etkili bir iç hukuk yolu olmaktan" çıkıyor. Çünkü bu karar, 12 Eylül 2010'da getirilen “Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkının sonuçlarını etkisiz kılma” sonucu doğurdu.
Tüm bu süreç, Türkiye kaynaklı "hak ihlalleri" dosyalarının, AİHM'in doğrudan önüne gitmesine ve AİHM'de ister istemez, Türkiye aleyhinde birbiri ardına kararlar almasına neden olacak. Tazminatlar birikecek…
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin hiçleşmesi, Türkiye'nin bir "hukuk devleti" olduğuna dair eğer bir algı kalabildiyse, onu da yerle bir edecektir tabii.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, 2018'in hemen başındaki Fransa ziyaretine, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un şu sözleri damgasını vurmuştu.
"Türkiye-AB ilişkilerine de değindik. Güncel gelişmeler ve tercihlerin, AB üyelik sürecinde ilerleme yaşanmasına izin vermediği açıktır. Yeni başlıkların açılması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır, açılır dersem yalan söylemiş olurum…Türkiye, Avrupa Konseyi kapsamında kalmalıdır. Türkiye-AB diyaloğu daha sakin olarak devam etmeli. Demokrasilerde hukukun üstünlüğüne tam saygı çok önemlidir."
Türkiye'de, "diplomasi üzerine yazan devlet dilli diplomatik gazeteciler" arasında bu ifadeler, "Türkiye için Avrupa’da ibre Brüksel’den Strasbourg’a dönüyor" şeklinde yorumlandı.
"Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta Paris’e yaptığı ziyaret AB ile ilişkiler konusunda yeni bir format arayışının başladığının işaretlerini verirken, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin geleceği konusunda Avrupa Konseyi ve AİHM sisteminin AB’ye kıyasla daha işlevsel bir konum kazanmakta olduğunu da gösterdi."
Macron'un, "AB'nin sözcüsü" imiş gibi, Türkiye'nin AB üyeliği sürecini tek bir açıklama ile resmen bitirivermesi, Avrupa ile ilişkilerde gerçekten de bir değişikliğe sebep olmuşa benziyor.
Yukarı bahsettiğim "diplomatik yorum" eksik ve hattâ yanlış aslında-doğrusu şöyle olmalıydı: "Türkiye için Avrupa ile pazarlık ibresi Brüksel’den Strasbourg’a dönüyor."
Ve evet; Macron'un açıklamasının üzerinden günler geçmişti ki; Türkiye'de, AYM etkili bir başvuru olmaktan ve dahası, AİHM'in, Avrupa mahkemelerinin eşit bir ortağı olmaktan çıkıverdi.
Bu kadar hızlı bir kopuş, bir irtifa kaybı, artık "pazarlık payında" Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf olmanın, Avrupa Konseyi üyeliğinin tartışılmasına yol açacak.
Bu durum, Türkiye'yi "siyasi seviye olarak" Azerbaycan gibi ülkelerin ardına düşürmek olur. Kimsenin de tercihi bu olmamalı.
Ama, "Olmaz 'olmaz' deme, 'olmaz' olmaz" çağındayız.
Ve şu soruya dönüyoruz gene…
Neden olabiliyor?
Çünkü olabiliyor…
Nasıl yapılabiliyor?
Çünkü yapılabiliyor.