Ateş Altında – gazetecilik tartışmasına devam
Basının “medya”ya dönüşmesiyle füme camlar ardına çekilen gazetecilik alanı öylesine kirli ki… Kadri’nin tortuyu hafifsediği kanısındayım
29.11.2018
Artı TV’de ettiği sözlerle esasa dair bir gazetecilik tartışmasının açılmasına yolaçan Kadri Gürsel, tartışmaya katılan birçok gazetecinin ortaya sürdükleri eleştiri, hüküm ve akıl yürütmeler üzerine, Birikim Haftalık’ta kapsamlı bir yazı yazdı ve doğru bulduğu “ana akım” tarifini anlattı. “Türkiye’nin geçmiş dönemdeki “ana akım”ına dair değerlendirmelerini sıralayan ve mevcut tartışmada öne sürülen çeşitli fikirleri -sahiplerinin adlarını belirtmeksizin- cevaplayan Kadri, “bağımsız, namuslu ve profesyonel” gazetecinin karşısına koyduğu “aktivist gazeteci”ye itirazlarını gerekçelendirdi. Şöyle dedi: “Bana göre bir gazetecinin angaje olabileceği tek meşru aktivizm basın ve ifade özgürlüğü için yapılandır.”
Ve “gazetecilik gazetecilik için yapılır, yapılmalıdır” hükmünü tekrar ederek, sözkonusu “akide”yi kabul etmeyenleri “tepkilerinin duygusal reflekslerinden ileri geldiğini idrake davet” etti.
Bu bir “akide” midir gerçekten? Enine boyuna konuşulması ve, eğer olabilecekse, üzerinde, içeriğinde veya reddinde anlaşmaya varılması gereken bir temel önerme olduğu ortada.
Peki bu “akide”, gazetecinin “sesini duyuramayanların sesi” olma yükümlülüğünü gözardı etmiyor mu? Aslında, Kadri’nin vurguladığı olmazsa olmaz gazeteci niteliklerinin karşısına bu kapsamdaki başka gerekleri diken meslektaşlarımızın temel itirazı bu soruda içeriliyor.
Kadri, buna karşılık olarak, Orwell’i anarak, hele “sahtekârlığın dünyaya egemen olduğu zamanlarda”, hakikat peşinde koşmanın “devrimci eylem” olduğuna dikkat çekti, hattâ, Gramsci’nin, düpedüz “gerçek devrimcidir” demiş olduğunu hatırlattı.
Ve “aktivist gazetecilik” savunucularından bazılarının başvurduğu, “zaten ana akım da kendi (veya sermayenin, devletin vs. çıkarları) açısından aktivist” görüşünün, gide gide, “gazeteciliğin inkârına” vardığını ileri sürdü.
Kadri’nin şu paragrafı bana kalırsa haklı bir uyarı içeriyor: “Bu tartışmacılar, gazeteciliği aktivizmle, militanlıkla eşdeğer tutarak, Türkiye’de matbuatın önceki yüzyılda iktidar ve rejim mücadelelerinin bir vasıtası olarak yanlış bir yerde kurulmasından ötürü, medyayı da bir siyasî kavga alanı, muharrir ve muhabirlerini de ‘matbuat siyasetçisi’ gibi gören ve bundan dolayı profesyonel gazeteciliği takdir edip layık olduğu konuma oturtamayan yerleşik ve bozuk bir medya kültürünü kendi zaviyelerinden tahkim ettiklerinin farkındalar mı?” Ayrıca Kadri’ye göre, bugünkü “iktidarın istediği tam da bu”.
Türkiye’de “basın”ın “medya”ya dönüşmesiyle birlikte füme camlar ardına, lüks döşeme üstüne çekilen gazetecilik alanı öylesine kirli ki, gözleri bundan ayırarak bir gazetecilik tartışması yapmak, hele hele bunu bir defa oradan girildiği için “ana akım” kavramı üzerinden yürütmek sahiden çok zor. Şahsen, Kadri’nin, birikmiş tortuyu azıcık hafifsediği kanısındayım.
“Kara-kuru”dan kasıt ne?
Fakat tartışmayı ilk ateşleyenlerden İrfan Aktan’ın “Kara-kuru gazetecilik tarifi” başlıklı yazısında öne sürdüğü fikre katılacak olursak, gazetecilik tanımı üzerine teorik tartışma sadece zor değil, aynı zamanda, içinde bulunulan zor koşulları doğrudan hesaba katmadığı ölçüde “mâsumâne olmayan” bir girişim. (Niye bu tehlikeli kelimeyi seçmiş, “doğru olmaz”, “işe yaramaz” falan değil de “mâsumâne olmaz” demiş, bilmiyorum. Türkiye’nin her sabah kötü niyet yüklü arazözlerin çamura buladığı kamusal ortamında bunun ânında nelere dönüşebileceğini hesaba katmadı belki. Keşke katsaymış. Ben “doğru olmaz” dediğini varsayarak devam edeceğim.)
İrfan, aynı habere, farklı kafadaki gazetecilerin bambaşka başlıklar atabileceğini -epeycesi gazetecilik mahsûlü değil propagandacı işi olan- örneklerle gösterdikten sonra, “Hangisi profesyonel, hangisi amatör veya ‘aktivizm’? Hangisi doğru, hangisi yalan?” diye sordu. “Yayın politikasına göre,” dedi, “her gazete hakikatin görülmesini istediği yönünü gösterir.”
Devamını açmadığı için henüz bilmiyoruz, lâkin buradan gidilecek yerde muhtemelen gazetecilik mesleğinin bütünüyle berhava edilebileceği tanımların sınırında dolaşılacaktır. Zira 1 Mayıs’ı “yine anarşi!” veya “coşkuyla kutlandı!” diye vermenin mümkün yegâne gazetecilik tarzları olduğunu ileri sürmek ancak gazeteciliği bütünüyle araçlaştıran birilerinin savunacağı görüş. Bu yaklaşımlar ancak meydana gerçekte kaç kişinin geldiğiyle asla ilgilenilmeyen, bizimki gibi ortamlarda alıcı bulur. Ayrıca verimli olabilecek, bize yol gösterebilecek tartışmanın konusu da bu “güdümlü sunuş”lar değil. Gazetecinin gönlü 1 Mayıs’taki işçilerden yanaysa bu haberi büyütmek isteyecektir, işçilerden, solculardan hoşlanmayan da küçük verir, bunlar doğaldır, ama alanda elli bin kişi varken, biri yüz bin, öbürü on bin diyorsa ikisinin yaptığına da gazetecilik diyemeyeceğimiz rahatlıkla söylenebilir. İrfan yazısının devamını getireceğini söyledi, onu da bekleyelim, “Gazetecinin en büyük testi, hakikatle ilişkisidir”den ne kasdettiği üzerine konuşuruz belki.
Rafael yaşıyor mu?
Demek istediklerimi bir filmden bahsederek sürdüreceğim: Under Fire = Ateş Altında. Süper oyuncu kadrosu ve başarılı atmosferiyle insanı sarhoş -ve sinir- eden bir filmdi. Nick Nolte ile Joanna Cassidy’den oluşan forvet hattı, orta sahada Gene Hackman, Ed Harris, Jean-Louis Trintignant gibi bir yıldızlar-ağır toplar üçlüsüyle desteklenmişti. Roger Spottiswoode’un 1983 tarihli filminde devrim zamanı Nikaragua’daydık. Nick Nolte fotoğrafçı, savaş muhabiri Russel Price. Sandinistler diktatör Somoza’nın Ulusal Muhafızları’nı artık iyice zorluyor. Devrim cephesinde simgesel bir kahraman-lider figürü var: Rafael (bir nevi Che Guevara). Diktatörün adamları, “Rafael’i öldürdük, bittiniz!” propagandasını yaymaya çalışıyor. Devrimcilerse Rafael bir süre daha sağ salim görünürse bunun halka büyük moral etkisi olacağını düşünüyorlar. Çünkü Rafael aslında yeni ölmüş. Kimse bilmiyor. Gerillaları karargâhlarında fotoğraflamak isteyen Russell’ı alıp götürüyorlar ve Rafael’i sağ gösterecek bir fotoğraf çekmesini istiyorlar; basına dağıtmak üzere. Russell’ın çevresindeki uluslararası basın tayfası bu arada diktatör ve emrindeki katiller sürüsünden nefret ediyor, perişan durumdaki halk ve kahramanca mücadele eden devrimcilere sempati veya en azından empati duyuyorlar.
Russell gerillaların talebi karşısında sadece meslekî olmayan bir muhasebe mecburiyetiyle yüzyüze kalıyor. Rafael’i sağ gösterecek fotoğrafı çekerse, haklı bulduğu tarafa yardım etmiş olacak. Fakat bu aynı zamanda gerçeğe, dolayısıyla mesleğine ihanet demek.
Filmi izlemeyen ve izlemek isteyenlere kötülük etmiş olacağım, ama gerisini de anlatmak zorundayım: Russell efsanevî gerilla liderini sağmış gibi oturtup, kılığını toparlayıp, biraz makyajla yüz ifadesini canlandırıp fotoğrafı çekiyor ve Rafael, gazete sayfalarında kanlı canlı boy gösteriyor. Diktatör ile adamları bozum oluyor, halk cephesinde moraller ve mücadele yükseliyor.
Kabul edin ki, tam da tartıştığımız mevzunun özü. Damardan. Russell’ın yaptığına gazetecilik diyebilir miyiz? Gazeteciliğin gereği, olmazsa olmazı mıdır Rafael’i sağ göstermek? Peki, gazeteciliğe ihanet midir? Hakikate ihanet midir? Somoza’nın muhafızları halkı katlederken hesabı yapılacak olan şey bu hakikat midir? Russell’ın gerçeğe ihaneti, daha yüksek, daha büyük, daha önemli bir başka hakikate sadakat uğruna mıdır? Yoksa gerçeğe ihanetin küçüğü büyüğü olmaz mı? Peki burada sözkonusu olan Russell’ın gazeteciliği midir yoksa insanlığı mı? Ortada bilinçli karar konusu mu vardır, vicdan ve haysiyet sorunu mu?
Veya bunların hepsini hepsini şöylece tek probleme indirgesek nasıl olur:
Russell, insanlığı (şahsiyeti, haysiyeti, vicdanı, duyguları…) uğruna gazeteciliğinden feragat etti, diyebilir miyiz?
Yani: İnsanlık adına veya vicdanının sesini dinleyerek yaptığını ille gazetecilik mesleğinin gerekleri içine sığdırmamız mı lazım? Eğer insanlık veya vicdan gereği olanı içine yediremezsek gazetecilik değersizleşir mi? Gazeteci, vicdanını iptal edebilen bir sağduyu otomatı mı olmalı? Vicdana uyacağı yerle akıl-mantıktan vazgeçmeyeceği yeri ayrıştırabilir mi?
İrfan’ın bir hükmüne hiç katılmıyorum; kendi açtığı faydalı tartışma yolunu tıkıyor: “Kara-kuru” diye küçümsediği, şayet bu topraklarda bir nebze bulunsa bütün bu tartışmaları bambaşka zemin üstünde yapabilmemizi sağlayacak şey. Sadece bu tartışmaları değil, siyaset yapma, örgütlenme tarzlarımızı da düzgünleştirir, etkinleştirirdi. Yaklaşımlarımızda da olumlu farklılıklar meydana gelirdi: Failler aşamasından neden-sonuç aşamasına geçebilirdik.
Nihayet Russell’ın her şart altında o makineyi ustaca kullanabilmesi, filmi düzgün yıkayıp o kareyi karta basabilmesi filan gerekiyordu ki, işin bu kısmına henüz hiç dokunamadık bile.