“Her Şeyde Bir Çatlak Var”

P24’ün 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde düzenlediği Mehmet Ali Birand Konuşmalarının onuncusunu gazeteci ve P24 Eş Kurucusu Andrew Finkel yaptı.

05.05.2023

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Derneği (P24) tarafından her yıl 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde gazeteci Mehmet Ali Birand’ın anısına düzenlenen konferansların onuncusu Kıraathane İstanbul Edebiyat Evinde gerçekleştirildi.

Bu yılın Mehmet Ali Birand Konuşması’nı aynı zamanda P24’ün Eş Kurucusu ve Yönetim Kurulu üyesi olan uluslararası gazeteci Andrew Finkel yaptı. 35 yılı aşkın süredir ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarında Türkiye’yi takip eden bir gazeteci olan Andrew Finkel “Her Şeyde bir Çatlak Var” başlıklı konuşmasında Türkiye basınına hem içeriden hem dışarıdan bakan bir gazeteci gözüyle ayna tuttu.

Mevcut iktidarın medyayı “tercihe bağlı, hatta tercihan ‘olmaması gereken bir şey’ olarak gören” bir tutuma sahip olduğunu söyleyen Finkel, ancak ana akım medyanın da “uzun zamandır kendisine yapılan baskının suç ortağı” olduğunu savundu.

“Şu an iktidardaki partinin adı bile konmadan (2001) çok önceleri de Türkiye medyası iktidarın kısmen oda hizmetçisiydi, kısmen de akıl hocası” diyen Finkel, “Günümüzle o zamanlar arasındaki fark, 1990’ların medya baronlarının gazete işinden anlamaları ve bu bilgiyi medya dışı sektörlere girmekte kullanmış olmalarıydı … Nihayetinde, nüfuz karşılığı iş görebilmek için önce nüfuzlu olmanız, insanların alıp okumak istedikleri gazeteleri ve izlemek istedikleri televizyon kanallarına sahip olmanız gerekiyordu. Günümüzün medya sahipleri ise müteahhitler, AVM sahipleri, sağlık veya eğitim patronları. Basın sahipliğini hükümetle zaten gerçekleştirmekte oldukları işler karşılığında ödemek zorunda oldukları tatsız bir vergi olarak görüyorlar,” diye konuştu.

Etkinlikte Finkel’ın yanı sıra yazar Cemre Birand ve 6 yıl 7 ay cezaevinde kaldıktan sonra geçtiğimiz Kasım ayı sonunda özgürlüğüne kavuşan gazeteci Nedim Türfent de söz aldı.


Nedim Türfent


Cemre Birand

Gözaltı ve yargılama sürecinde maruz kaldığı hak ihlallerini anlatan Türfent, “Bir gazeteci tutuklandığında sadece o gazetecinin değil, ondan bilgi alan halkın da hakları kısıtlanır,” dedi.

Andrew Finkel’ın İngilizce yaptığı Mehmet Ali Birand Konuşmasının Türkçe çevirisini aşağıda sunuyoruz:

Her Şeyde Bir Çatlak Var

Andrew Finkel

P24’teki meslektaşlarım bu yılki Dünya Basın Özgürlüğü Günü konuşmasını benim yapmamı istediler – emrivaki yaptılar demek belki daha doğru olur. Bu sene yıllık konuşmalarımızın onuncusunu düzenliyoruz. Yine bu yıl P24’ün kuruluşunun onuncu yılını kutlayacağız. Normal koşullarda onuncu yıllar en azından ufak bir kutlama vesilesidir. İtiraf etmek gerekirse, arada sırada mecazen de olsa silkelenip, çalkantılı bir on yılın sonunda hâlâ ayakta olduğumuz için kendi kendimize gülümsediğimiz oluyor.

Ancak bu yıl da Dünya Basın Özgürlüğü Günü, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, kendimizi kutlayacağımız değil, kendimizi ve durumumuzu gözden geçireceğimiz bir gün. “Muhabirler sosyal medyada takibe ve tacize uğramakta, bazen tweetleri yüzünden tutuklanmaktadır. Otosansür uygulamak zorunda kalmaktadırlar. Kariyerlerinden olmuşlardır. Ölüm korkusu yaşamaktadırlar. Ve mesleklerinin gülünç bir duruma düşürülmesini seyretmek zorunda kalmışlardır” diye yazıyor Suzy Hansen, 2019 yılında Columbia Journalism Review’de çıkan ve “Türkiye Basınından Geriye Ne Kaldı” gibi konuya son derece uygun bir başlık taşıyan makalesinde. Az önce hep birlikte tüm bu saydıklarımızı ve daha fazlasını yaşamış olan Nedim Türfent’i dinledik.

Öte yandan, Dünya Basın Özgürlüğü Gününü mesleğimiz için yas tuttuğumuz bir tür kof törene dönüştürmemek, için tetikte durmalıyız; protesto açıklamaları ve dilekçeler imzalayıp parmaklıklar ardındaki gazetecilere dikkat çekerken kendini üstün gören bir haklılık balonu yaratmakla kalmamak için de… Türkiye’de cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine iki haftadan az bir süre kaldı. Korkumuz, ülkenin –herhangi bir demokrasi kuramının medya için öngöreceği– iktidarı hesap verebilir kılmak, güvenilir bilgi akışı sağlamak ve kamusal çıkarları belirlemeye yarayan hür ve akılcı tartışmalara ev sahipliği yapmak gibi görevleri üstlenmeye elverişli olmadığı görünen bir medyayla sandığa doğru yalpalayarak gidiyor oluşudur. Ancak baskıcı yasalar ve giderek otoriterleşen devlete karşı tehlikede olan gazetecileri korumaya çalışırken ele almamız gereken bir mesele daha var; o da basın kuruluşlarının bizzat kendilerinin kamusal tartışmaların kapsamına ve derinliğine sınırlamalar getirmede rol oynamış olmasıdır. Kendi kurumları bu kadar fütursuzca davranmış gazetecilik mesleğinin yardımına, bırakın devleti, toplumun da koşmasını bekleyemeyiz.

Gazeteciler için savunuculuk yapan bir kuruluş olarak sürekli dönüp geldiğimiz nokta, gazeteciliğin temel ilkeleri tehdit altındayken meslektaşlarımızı tam anlamıyla korumanın imkânsız olduğudur.

Dolayısıyla, dönüp son on yıla bakarken benden önce konuşanların dile getirdiği düşünceleri tekrarlamaktan duyduğum suçluluğu hafifleten şey, bunu nostalji saikiyle değil, bilincimizi kuvvetlendirmek ve önümüzdeki zorlukları tanımlamaya yardımcı olmak amacıyla yapıyor oluşum…

Kendi neslimden pek çok kişi gibi ben de gazetecilik okumadım; okullu değil, alaylıyım. Mesleği iş başında öğrendim; hatalar yaparak, editörlerce düzeltilerek, sonra aynı hatayı tekrarlayarak. Genelde İngiliz gazeteleri için yazdım ve zamanla –belki doğru belki yanlış–  İngiliz gazeteciliğinin en güçlü yönünün tüm hikâyeyi anlatan o tek detayı yakalamak olduğu kanısına vardım. O ânı yakalamak, biricik olanı görmek, metaforu doğru kurmak insanın her zaman başarabildiği şeyler değil ve şimdi vereceğim örneğe dair de şüphelerim var. Yine de bu örnek zihnimde yer ettiği halde daha önce hiç anlatmadığım bir görüntü, ama Türkiye basınının temel ikileminin bir özeti olduğundan eminim. Tek sorunum, bunun neden böyle olduğunu tam olarak kavrayamayışım.

1995 yılı olsa gerek. Üsküdar’da Mihrimah Camiinin önündeydim, burası bugün bir tür otogar ama o zamanlar asfalt kaplı, açık bir alandı. Aslında oraya öylesine gitmiştim ama bir tür resmî tören vardı, ben de ne olduğunu görmek için o tarafa yöneldim. Ortada İstanbul’un yeni seçilmiş belediye başkanı, Tayyip Erdoğan duruyordu. Seçimlerden kısa bir süre sonra onunla mülakat yapmıştım, dolayısıyla beni tanıyordu. Çok kalabalık yoktu ve yanında büyük bir ekip getirmemişti. Kurdela keserek açılışını yaptığı şeyse, bir gazete büfesinden ibaretti: Yuvarlak, hoş görünümlü, süslü demir bir çatısı olan, bağımsız bir yapı – kendisiyle sonradan özdeşleşecek devasa yapılar veya mega projelerle alakası yoktu tabii. Sanırım oradaki tek gazeteci bendim, üstelik tesadüfen oradaydım. Konuştuk, ona yolun hemen karşısında gayet kullanışlı iki gazete büfesi varken üçüncüsünün açılışına neden bu kadar önem verdiğini sordum. Gayet sabırlı bir biçimde bu gazete büfesinin her gazeteyi satacağına ve hiçbir gazetenin dışlanmayacağına dair söz aldığını anlattı. O zamanlar gazete dağıtımında ikili tekel (duopol) vardı; Doğan Grubu dağıtımın yüzde 60’ına, Sabah gazetesinin yayıncısı Medya Grubu yüzde 30’una sahipti, ikisinin ortak mülkiyetinde olan bir başka firma da kalan yüzde 10’luk payı kontrol ediyordu. Belediye başkanının üyesi olduğu Refah Partisini destekleyen medya grubu piyasadan dışlanıyordu. Dolayısıyla yeni bir gazete satış noktasının açılışının sebebi doğrudan politik çıkardı, ancak bu hamleyi meşrulaştırmak için kullanılan araç, demokratik bilgi erişimi hakkını savunan, tarafsızlık diliydi.

Aylar sonra aynı yerden geçerken büfenin meydanın ortasından çekilmiş olduğunu görüp şaşırdım. Kısa süre sonra tekrar oradan geçerken, oldukça yüksek bir vincin büfeyi çatısındaki bir kancadan yukarı çektiğine ve büfenin tamamen kaldırıldığına tesadüf ettim. Tam olarak neler yaşandı, kim bilir.

Kendi alegorimi yine kendim çözümleyecek olursam: Medyayı tercihe bağlı, hatta tercihan ‘olmaması gereken bir şey’ olarak gören bir tutumun örneği bu. İşin en üzücü yanı, medya kuruluşlarının kendilerinin de zamanla bu tutumu benimsemeye başlamış olmaları. İddiam, Türkiye’de anaakım medyanın uzun zamandır kendisine yapılan baskının suç ortağı olduğu. Şu an iktidardaki partinin adı bile konmadan (2001) çok önceleri de Türkiye medyası iktidarın kısmen oda hizmetçisiydi, kısmen de akıl hocası. Günümüzle o zamanlar arasındaki fark, 1990’ların medya baronlarının gazete işinden anlamaları ve bu bilgiyi medya dışı sektörlere girmekte kullanmış olmalarıydı. Bunu, yolsuzluğa bulaşmış bir polis gibi, kuralları ne zaman çiğneyeceklerini ve ne zaman düzgün davranacaklarını içgüdüsel olarak kestirerek yapıyorlardı. Nihayetinde, nüfuz karşılığı iş görebilmek için önce nüfuzlu olmanız, insanların alıp okumak istedikleri gazeteleri ve izlemek istedikleri televizyon kanallarına sahip olmanız gerekiyordu. Günümüzün medya sahipleri ise müteahhitler, AVM sahipleri, sağlık veya eğitim patronları. Basın sahipliğini hükümetle zaten gerçekleştirmekte oldukları işler karşılığında ödemek zorunda oldukları tatsız bir vergi olarak görüyorlar. Dijital çağda haber içeriği satmanın değişen ekonomik yönüyle uğraşmak yerine, diğer sektörlerde avantaj elde etmek için medya işlerini zararına sürdürmekten ibaret, tamamen işlevsel bir işletme yaklaşımları var. İktidara doğruyu söylemek çıkarlarına tamamen aykırı. Editörler ve hükümet arasında “basına kapalı” görüşmeler yapıldığı çok iyi bilinen bir örnek. İşi bilgi sağlamak olan bir sektör, akıl hocası benzetmesini bir adım daha ileri götürecek olursak sessizlik (omertà) yemini etmiş durumda. Eğer bugün Guardian veya New York Times gazetesi itibarına sahip çıkıyorsa bunun nedeni, dürüstlüğün ticari getirisi olmasıdır. Türkiye’deyse internet ve sosyal medyanın eski kârlılık modellerinde yarattığı büyük dönüşüme hükümet yanlısı yeni medya sahiplerinin kaba ve hatta eski kafalı yanıtı, işletmelerini yolsuzlukla finanse etmek olmuştur.

Türkiye’deki gazetecilik kariyerim 1989 yılında, ilk korsan televizyon kanalının devletin televizyon yayıncılığındaki tekelini kırmasından bir yıl önce başladı. O zamandan bugüne, basının ele geçirilmesinin nerdeyse mükemmel bir örneği olarak tanımladığım şeye tanıklık etmekteyim. Nüfuzunu medya dışı sektörlerde ticari avantajlar elde etmek için kullanan özel medyadan, neredeyse hiç bağımsız nüfuzu olmayan medyaya dönüşümün hikâyesi bu. Bugün gazete ve televizyon sahipliği, ister inşaat ister enerji olsun, esas iş kolları hükümetin lütfuna ve himayesine bağlı olan yandaşların kazançlarından kesilen bir vergi haline gelmiştir. Dönüm noktalarından biri, finans sektörünü ve GSYMH’nın üçte birini buharlaştıran 2000-2001 finans krizidir. Yüksek enflasyon ve yüksek faiz farklarından faydalanmak amacıyla hükümetten banka lisansı koparmayı başaran bir nesil basın baronunun medya varlıklarına, mevduatların garantörü olan Hazine’ye geri ödeme yapılabilmesi için el kondu. Böylelikle ilk seçimini hemen bu krizin ardından, 2002 yılında kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi, medyanın kendi destekçilerine –kelimenin tam anlamıyla–  pay edilmesini yönetti, hatta bu süreçte başbakanın damadının genel müdürü olduğu bir şirkete devlet bankalarından çok yüklü krediler sağlanması gibi meşhur örnekler yaşandı.

AKP 2000-2001 finansal krizinin küllerinden doğmuştu, büyük ölçüde medya desteği olmaksızın. Türkiye’de 1995 genel seçimleri bir anlamda iki ana gazete grubu arasındaki bir yarış olmuş, muhtemelen bu grupların birbirlerine yapmaya çalıştığı şantaj karşısında duyulan yaygın öfkeden faydalanan Refah Partisi aradan sıyrılabilmişti. Bu yüzden basının demokrasinin sağlığı için vazgeçilmez, dolayısıyla imtiyazlar ve özgürlüklerle donatılmış olması gerektiği fikri Refah Partisinin kendiliğinden benimseyeceği bir fikir değildi. Erdoğan belediye başkanı değil, cumhurbaşkanıyken “Bu devasa ülkeleri başında olanların değil, medyaların yönettiğini gördüm… Halk varsa demokrasi var, yoksa yoktur. Medya ile demokrasi falan olmaz,” demişti. Zannımca, yasal ve anayasal güvenceleri ihlal ederek medya özgürlüğünü bastırma çabalarını meşrulaştıran, işte bu saygı eksikliğidir.

Hükümetin sosyal medyaya yaklaşımı daha da karmaşık.

P24 Gezi Parkı direnişi sırasında kuruldu, tesadüf tabii, ama Türkçede dendiği gibi, manidar bir tesadüf. Sizlere şehir içindeki bir parkı kurtarmak için gerçekleştirilen düzensiz ama geniş katılımlı protestoların, protestocular ve zırhlı polis araçlarıyla süregiden çatışmalara dönüştüğünü hatırlatmama gerek yoktur sanırım. Gezi’nin başta oluşturduğu kalabalıklar ve neşeli karmaşa, sokağın dilini konuştuğunu iddia eden iktidar için rahatsız edici bir bilişsel uyumsuzluğa neden oldu. Gezi’nin medyada ele alınışı ise Türkiye’deki pek çok orta sınıf profesyonel için gönül verdikleri bir davanın nasıl yansıtıldığını, çarpıtıldığını ve sıklıkla düpedüz yok sayıldığını bütüncül biçimde gösteren bir tecrübeydi. Bir zamanların güvenilir 24 saat haber kanalı CNN Türk’ün, protestolara karşı polis müdahalesinin en sert olduğu bir zamanda yayımlamayı tercih ettiği belgeselin konusu olan kutup kuşundan ismini alan “penguen medyası” ifadesi gündelik dile yerleşiverdi. Türkiye’nin batısındaki gençler kendilerini bir anda devlet şiddetine maruz kalan tarafta buldular ve bu da onları –özellikle kendini Kürt kimliğiyle tanımlayan nüfusun hakları da dahil olmak üzere– toplumdaki diğer çatışmaların nasıl yansıtıldığı ve kırmızı çizgilerin nerelere çekildiği konusunda biraz düşünmeye itti. Aradan on yıl geçmesine rağmen, Gezi’nin liderliğini yaptığı iddia edilen kişiler halen sivil toplum aktivizmini vatana ihanetle eş tutan suçlamalarla yargılanıyorlar veya hapisteler. Benim yorumum, Gezi’nin devleti devirmekten ziyade ona doğru düzgün davranmayı öğretmeye yönelik bir çaba olduğu, buna karşın devletin henüz bu dersi çıkarmamış olduğudur.

Gezi’yi amorf bir hareket olarak tanımlıyorum, protestoları önemli bir dönüm noktası kılan da kendine özgü olmalarıydı. Gezi aynı zamanda Türkiye sivil toplumunun son derece hissedilir eksikliklerini tanımlamak için kullanılan bir kısaltmaya dönüştü. “Gezi”, bir parkı (en azından şimdilik) kurtarabilecek kadar güçlü bir ses olsa bile, politikacıların kurmayı başardığı oy toplama makineleriyle hiyerarşik menfaat ve patronaj sistemine kendisini bir alternatif olarak sunacak kadar güçlü değildi yada zaten böyle bir niyeti yoktu. Yalnızca “geleneksel” medyanın inanılırlığını alt üst etmekle kalmadı (Türkiye’nin ilk 24 saat haber kanalı olan NTV’nin Gezi Parkından çok uzaktaki merkez binası, kanal protestoların iyi hazırlanmış bir komplo olduğu yönündeki hükümet iddialarına uyduğu için protestoların hedefi oldu). Gezi aynı zamanda akıllı telefonlar ve internet siteleri aracılığıyla kendi alternatif iletişim kanallarını oluşturdu. Protestoların en şiddetli olduğu zamanlarda saniyede 3000 tweet atıldığı bildirilmişti.

Hükümet ise yanıtını, yandaşlarının kontrol ettiği, emri altındaki onlarca gazete ve televizyon kanalından oluşan –ve pek çok kanal için haber hazırlayan tek bir “mutfağı” çağrıştırırcasına kendi destekçilerinin bile “havuz medyası” olarak adlandırdığı– medya kuruluşları aracılığıyla verdi. Başbakan Erdoğan 2013’ün Haziran ayında yurt dışı gezisinden Gezi’yi kontrol altına almak üzere döndüğünde yedi ulusal gazete tarafından, gerçek demokrasi için her şeyini vermeye hazır bir lider olduğunu vurgulayan, bire bir aynı başlıkla selamlandı. Gezi aynı zamanda hükümetin o zamanlar başa çıkmakta çok zorlanacağı, yeni bir sosyal hareketi fark etmesini de sağladı. Hükümet, benim bir tür Midas dokunuşu adını verdiğim bir durumu yaşıyordu, yani gazete bayilerini ve radyo ve televizyon yayıncılığı ortamını ancak bu mecraların iletişim etkinliğini yitirmek pahasına kontrol edebiliyordu.

Derken Başbakan Erdoğan sosyal medyayı topluma yönelik “en büyük baş belası” olarak tanımladı. Erdoğan Twitter için de “bela” ifadesini kullanmıştı, bu platforma erişim mahkeme kararlarıyla (Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde) engellendi. Bu engellemenin ne kadar etkili olduğu tartışmalı. Bazı hesaplara göre, yasağın VPN kullanarak veya DNS sunucusu ayarlarını değiştirerek kolayca aşılabilmesi sayesinde Twitter kullanımı yasaktan sonra aslında arttı. Hükümet kendi destekçileri arasında da popüler bir mecra olan Facebook’u yasaklamayı göze alamamıştı. Zaman içerisinde iktidar, kendisini Twitter gibi etkili araçları kullanmaktan mahrum bırakamayacağını ve sosyal medyayla bir uzlaşıyı zorlaması gerektiğini anladı. 2015 yılının Şubat ayında, artık cumhurbaşkanı olan Erdoğan ilk tweetini attı…

P24’ün 3 Mayıs konuşmalarından ilki, 2014 yılında ABD merkezli insan hakları örgütü Freedom House’un Türkiye’deki medyanın statüsünü “kısmen özgür” seviyesinden utanç verici “özgür değil” seviyesine düşürmesinden iki gün sonra gerçekleşmişti. Bir ülkenin demokrasisini Eurovision usulü puanlamak ne ölçüde geçerli ve doğrudur, tartışılabilir, ama kimse o günden bu yana durumun iyileştiğini düşünmüyordur, sanırım.

İki yıl önce 3 Mayıs konuşması hukukçu, gazeteci ve aktivist Eren Keskin tarafından yapılmıştı. İnsan hakları hareketinde geçirdiği 30 yıl boyunca, geleceğin bu kadar karanlık göründüğü, kendisini bu kadar savunmasız hissettiği, hukukun bu kadar merkezileştirildiği ve hâkim ve savcıların bu kadar korktuğu bir başka dönemi hatırlamadığını anlatmıştı bize. Bu konuşmalar dizisinde Keskin’den önceki konuşmacılarımızdan biri olan Beritan Canözer, daha bir hafta önce Diyarbakır’da medya çalışanlarına yönelik bir operasyon kapsamında tutuklandı. Bu, ilk kez başına gelmiyor ve suçu anaakım medyanın göz ardı ettiği taraftan haber yapmak. 2016 yılındaki onur konuğumuz Zaina Erhaim’in konuşmasının başlığı, “Kendi Savaşını Haberleştirirken Gazetecilik Değerleri,” BBC tarzı tarafsızlığa yönelik nazik bir iğnelemeydi. Suriye’nin İdlib kentinden gelen bol ödüllü yurttaş gazeteci “temel insan haklarını talep eden veya özgür ve demokratik bir ülkede yaşamayı hayal eden insanlara soykırımla karşılık veren zorbalara karşı tarafsız” kalamadığı için “kötü gazeteci” olduğunu itiraf ediyordu. Gazeteciliğin sadece gördüklerini haber yapmak hatta zorbalıkları ortaya çıkarıp baskıyla mücadele etmek değil, “muktedirlerin hakikate istedikleri biçimi vermesini ve tarihi kendi bakış açılarından yazmasını engellemenin mecrası” olduğunu da söylemişti.

Gezi’den sonra devlet medyasında ve devleti destekleyen özel medyada bağımsızlık emaresi gösteren gazeteciler tasfiye edildi. Bağımsız gazeteciliği desteklemek için kurulan P24, neredeyse kuruluşundan itibaren bağımsız gazeteciler için savunuculuk yapmak durumunda kaldı; özellikle de basın kuruluşlarının kapatıldığı ve en heyheyli günlerinde yaklaşık 170 basın çalışanının kendilerini parmaklıklar ardında bulduğu 2016 darbe girişimi sonrasında.

Ancak en çok zararı gören tabii ki toplumun bizzat kendisiydi. Bu yüzden P24’ün misyonunun önemli bir parçası, tehdit, ceza ve otosansür kısır döngüsünü, hür ifadenin faydalarının bilincine varmış, yokluğundan zarar görmüş ve dolayısıyla kendisinin ve başkalarının haklarını savunmaya istekli bir topluluk yaratılmasıyla oluşan verimli bir döngüye dönüştürmek gibi çok büyük emek isteyen bir çaba olmuştur her zaman. Benim gibi son yıllarda çok sayıda fon başvurusu hazırlamış herkesin elinin altında bir klişeler listesi vardır herhalde. En sevilenlerinden biri “ifade özgürlüğünü savunmanın en iyi yolu onu kullanmaktır” sözü olsa gerek.

2020 yılındaki 3 Mayıs konuşmasını BM Düşünce ve İfade Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye, Zoom üzerinden yaptı. Kaye kendi ifadesiyle “hastalık patojeninin baskı patojeni olarak işlev gördüğünü” söyledi. Ona göre pandemi aynı zamanda bir ifade özgürlüğü krizine dönüşmüştü. Bize “Kendilerine bilgi verilmediği, bilgi kaynaklarına güvenlerinin azaldığı ve kamu yetkililerinin açıklamalarında propaganda ve dezenformasyon baskın olduğunda bireylerin ve toplulukların kendilerini hastalıktan koruyamayacağını” anlatmıştı. Türkiye’de sorun, sanırım insanların bilgi eksikliği yüzünden Kovid-19’a yakalanmasından çok, hastalığın internet ve sosyal medyayı denetim altına almak için bahane olarak kullanılması oldu. Human Rights Watch raporlarına göre Kovid-19, valilik ve kaymakamlıklarca kadın hakları aktivistlerinin, sağlık çalışanlarının, hukukçuların ve muhalefet partilerinin barışçıl gösterilerini yasaklamak için kullanıldı.

Daha yakın zamanda Türkiye’nin güneydoğusunda resmi açıklamalara göre 50,000’den fazla cana mal olan bir deprem yaşadık. Bu sonu gelmez acılar mirası, hazırlık eksikliğinden ve inşaat kurallarının hemen her yerde ihlal edilmesinden kaynaklanıyor. Ve aynı zamanda yalnızca konutları değil, çok ağır hasar görmüş medya ekosistemini ve kamu hesap verilebilirliğinin çökmüş mekanizmalarını da onarmak gerektiğini bize korkunç bir biçimde hatırlatıyor. Tabii ki böylesine bir trajediden yalnızca medya sorumlu değil, ancak medya bu büyük sorumluluğu politikacılar ve politikacılara destek sağlayan örgütsüz sivil toplum dahil, diğer aktörlerle paylaşıyor.

Hızlı şehirleşme dönemi olan 1970’lerde Türkiye’deki sosyal bilimin önemli gözlemlerinden biri, devletin, kentsel arazi gibi elinde tuttuğu önemli bir kamu varlığı üzerindeki kontrolünü çarçur ettiği için büyük şehirlere gelen göçü planlama yetisini kaybettiğiydi. ‘Suça ortakçılık kültürü’ olarak adlandırdığım, sıradan insanların yasa dışı bir durumda bırakıldıktan sonra (örneğin evleri için imar izni verilmediği veya evlerinin bulunduğu arazinin kadastro ve tapusu olmadığı durumlarda) siyasilerin daha büyük suçlarına göz yummak zorunda kalmaları konusunda daha önce yazmıştım. 1994 seçimlerinden önce, laik basın belediye başkanı adayı Erdoğan’ın ruhsatsız gecekondularının olduğunu “ortaya çıkarmış”, bu atlatma haberi manşetlere taşımıştı, oysaki bu haber herhalde ona fazladan oy kazandırmaktan başka işe yaramamıştır. Belki biraz zorlama bir kıyaslama olacak ama, Amerikalı seçmenin bir bölümünden, kendilerinin de bir düzeyde benimsediği cinsiyetçi tutumlar veya ırkçı dil için başkan adayı Trump’ı cezalandırmasını beklemek gibi oluyor bu.

Kentsel mekânı, tamamen denetimsiz bir serbest piyasanın yönetimine bırakılamayacak kadar önemli bir kamusal varlık olarak görüyorsak, medyayı ve kamusal alanı da aynı biçimde düşünebilmeliyiz. Kamu yararına yayıncılık, basın ve yayıncılığı düzenleyen kurumların varlığı ve bunların bağımsızlığını geri kazanmasının niçin öncelikli olduğu: Hepsinin ardında yatan mantık budur. Ancak basının denetlenmesi ve özdenetimi çetrefilli bir konu ve belki önümüzdeki yılın konuşmasının teması olabilir.

Bir zamanlar bağımsız medyanın doğruluk, şeffaflık, genel kabullerin sorgulanması gibi değerlerini temellendirmeye gerek olmadığını ve bunların kendiliğinden kamuoyunu etkileyeceğini ana ilkeler olarak kabul ederdik. 2014 yılında, ilk kez bu konuşmayı yapan Ahmet Altan karanlıkta yanan bir mumun gün ortasında büyük projektörlerden daha fazla ışık yayacağını söyleyerek gazeteciliği kahramanca bir girişim olarak tanımlamış, belki de romantik diyebileceğimiz bir yaklaşımı savunmuştu. Geçen yılki konuşmacımız, Rusya’dan sürülmüş rejim muhalifi televizyon sunucusu Ekaterina Kotrikadze resmi yalanlarla mücadelenin zorluklarına dair tüyler ürpertici bir anlatı sundu. Batı demokrasilerinde Trump tarzı popülizmin yükselişi tabii ki bu değerlerin sürdürülebilirliğine dair güveni sarstı ve liberal medyayı halkın kendi önyargılarına meydan okumasını sağlamanın meşakkatlerine yeniden ve korkuyla eğilmeye zorladı. 2017 yılındaki konuşmacımız, o tarihte New York Timesgazetesinin editörler kurulu üyesi olan Carol Giacomo, yalnızca Donald Trump’ın yakın zamandaki seçim zaferinin depremini yaşamıyordu, bu zafer bir yandan da gazetesinin editoryal standartlarını alaya alarak artçı bir sarsıntı yaratmıştı. Bize anlattığına göre, normalde ülke dışında faaliyet gösteren ABD merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi artık ABD’deki tehlikelerin farkına varmaktaydı. “Ülkemde özgür basına yönelik en büyük tehlike şu anda başkandan yayılan yalanlar, yalanlar ve tekrarlanan yalanlar,” demişti. Beş yıl sonra bugün, Oy kullanma makinelerinin üreticisi Dominion firmasının Fox News kanalına açtığı karalama davası ile ilgili ayrıntıların kamuya açılmasıyla öğreniyoruz ki Fox News, Trump’ın 2020 seçimlerini kazandığı kurgusunu yalnızca muhafazakâr izleyicilerinin kana susamışlığını tatmin etmek ve kendisinden daha fazla yalana sarılabilen rakip kanallara reklam geliri ve pazar payı kaptırmamak için desteklemiş. Basının tekrarlayıp durduğu yalanların yanında, önyargılarını ve bilişsel uyumsuzluklarını muhafaza etmek isteyen Fox News izleyicilerinin söylenmesini talep ettiği yalanlar da basın özgürlüğünü tehdit eder olmuş.

Türkiye’deki 1999 genel seçimleri sırasında ATV’de ilk sandık sonuçlarına dayanarak nihai sonuçları tahmin etme çalışması yaparken yaşadığımız bir olay hatırıma geldi. Seçimlerden MHP, Bülent Ecevit’in DSP’sinden sonra ikinci parti olarak çıkmıştı ama ilk sonuçlara göre MHP önde gidiyordu. Bilgisayar tahminlerini yansıtan incelikli bir televizyon grafiği seti hazırlamıştık ama kanal sahibi merdivenlerden aşağı hiddetle inip sahibi olduğu hiçbir kanalda MHP’nin bu kadar başarılı gösterilmesine izin vermeyeceğini söyleyince bunların hiçbirini kullanamadık. Sabah üçe kadar yanıltıcı olduğunu bildiğimiz ve diğer tüm kanalların gösterdikleriyle çelişen tahminler yayımladık, ta ki bilgisayar ekranı yaramazlık yaptığını itiraf eden bir çocuk gibi aniden doğru sonucu gösterinceye kadar… 25 yıl sonra şimdi, daha etkili bir düzenlemeden geçirilmiş bir medyanın sonuçları inkâr edip etmeyeceğini görmek için seçim gecesini bekliyoruz.

Britanyalı editör Peter Preston –2015 yılındaki konuşmacımız–  hükümetlerin geçmişte ve şimdi duymak istemedikleri tartışmaları susturma yeteneğini hafife almamak gerektiğini anlattı bize. Neyse ki bunu başaramayacaklarını düşünüyordu. “Baskı duvarında her zaman bir gedik bulunur,” demişti. Tam da onun gibi erdemli ve zarif bir insana yakışır biçimde, daha derinde yatan trajediyi tespit etmişti: Türkiye gazeteciliğinin mücadelesini ve yaşadığı zorlukları endişeyle izlemesinin nedeni yalnızca özgürlük karşıtı yasalar ve otosansür değil, aynı zamanda, kendi deyimiyle “yaratıcı seslerin uğultusunun hiçbir zaman susturulmaması” gereğiydi. “Boşa giden yeteneğin, boşa giden tutkunun, boşa giden özlemin” yasını tutuyordu.

Konuşmamın başlığında da belirttiğim gibi “her şeyde bir çatlak vardır,” ve Leonard Cohen’in “Anthem” isimli parçasına göre, ışık içeri bu sayede girer. Bu alıntıyı, önceki konuşmacılarımızdan bir diğeri olan, önde gelen insan hakları hukukçusu Philippe Sands’e borçluyum. Sands bu şarkının bir versiyonunu Treblinka Toplama Kampı yakınlarında bir kafede, cızırtılı bir radyodan, yirminci yüzyılın karanlığının kalbinden bir umut yankısı olarak dinlediğini anlatmıştı. Umarım bu anlattıklarımdan umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini söylediğim anlaşılıyordur. Bize Sovyetler Birliği döneminde bile bir şeklide engelleri aşmayı başaran bağımsız gazeteciliğin bugün de hayatta kalacağını söyleyen yine Ekaterina Kotrikadze’ydi. “Biz daha genciz, daha zekiyiz, daha hızlıyız. Ve gerçekler bizim yanımızda,” demişti.

Bir paradoks var: Yaygın olarak dile getirilen bir sayıya göre Adalet ve Kalkınma Partisi medyanın yüzde 90’ının koşulsuz itaatine sahip. Aynı zamanda sosyal medyaya hükmetmek için bir trol ordusunu yönettiği de söyleniyor. Gündemi belirleme yeteneği tartışılmaz görünüyor. Yine de bu kadar medya cephanesine rağmen, hükümet kendisini peş peşe “cumhurbaşkanına hakaret” davası açmak, reklam verenlere gözdağı vermek ve muhalif sesleri susturmak için büyük çaba harcamak zorunda hissediyor. Eleştirel tweetler için gözaltına alınanlar yalnızca gazeteciler değil, okul çağında çocuklar bile gözaltına alınıyor. Bu güvensizliğin bir açıklaması “paranoyakların da düşmanları olduğu” yönündeki o bilindik klişe. Bugün Türkiye’de görmeye başladığımız, iktidar partisinin eski Cumhuriyet elitleriyle Kulturkampf’ında önemli muharebeleri kazanmış olsa da savaşı kaybediyor olabileceğidir. Burada mesele diğer tarafın kazanıyor olması değil; kavga ve kutuplaştırmaya, ihanet suçlamalarına ve pervasızca hakaret etmeye dayalı söylem biçiminin artık işe yaramıyor olması. Demagojinin derinliklerinde kaybolmuş bir Türkiye’nin şimdi nefes almak için yüzeye çıkıyor olduğunu söylemek belki fazla şey ummak olur, ama bir umut yine de.

Bunları tuhaf bir bakış açısından yazdığımın farkındayım. Başka yerde doğdum, 1960’ların ortalarında, henüz okul çocuğuyken o zamanlar nüfusu iki milyondan az olan İstanbul’da kısa bir süre yaşadım, sonraları önce akademisyen, ardından da gazeteci olarak geri döndüm. Bu geri dönüşlerimde gizli görevim hep gençliğimin İstanbul’una ne olduğunu keşfetmekti – veya 1970’lerin İstanbul’una, 1980’lerin İstanbul’una, hatta beş yıl öncesinin İstanbul’una…

Konumuzla daha ilgili bir özelliğim ise meslek hayatımın büyük bir bölümünü aynı anda iki tarafta geçirmiş olmam. Hem Türkçe yayın yapan hem de uluslararası basın için çalıştım. Türkçe basın, okul çocuklarının başlarını belaya sokmaları türünden de olsa ötekiyle karşılaştırılmayacak kadar çok daha eğlenceliydi. Bu noktayı iyi anlamamı sağlayan olay, 25 yıl önce büyük ulusal gazetelerden birindeki köşemde benim makul bulduğum ama Cumhuriyet savcısının Türk ordusuna hakaret ve aşağılama saydığı bir yorum yüzünden yargılanmamdır. O dönem şartlar şimdikinden çok daha yumuşaktı ve savcının talep ettiği altı yıl hapis cezasının infaz edilmesi olasılığı çok düşüktü.

Bu tecrübeden öğrendiğim iki şey oldu.

İlki şuydu: Gazeteciliği hep tatsız gerçeklere tanıklık yapmayı, daha sağlam bir uzlaşıyı yeniden inşa etmek adına genel kabulleri yıkmayı içeren soylu bir görev olarak görmüştüm ama şimdi gazeteciliğin aynı zamanda toplumu kutuplaştırmanın, hegemonya dayatmanın ve mesleği icra edenleri karşıt cephelere sürmenin de bir yolu olabileceğini zor yoldan öğreniyordum. O günlerin Türkiye’sinde kültür savaşı ordu ile İslamcı sağ arasında, açıkça laiklik yanlısı olanlarla Cumhuriyet elitinin saflarına girmesi engellenenler arasında sürdürülüyordu. Bu konudaki temel çalışma veya en azından iyi ipuçları içeren bir çalışma, Benedict Anderson’un, kişinin doğrudan deneyiminin çok ötesinde soyut bir varlık olan ulus devlete insanların bağlılığını yaratmada gazetelerin hayati rolünü betimlediği Hayali Cemaatler [Imagined Communities; Hayal Edilmiş Cemaatler] isimli kitabıdır. Ama Anderson 19. yüzyıl Latin Amerika’sından bahseder. Bense Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 75 yıl sonra (ayrıca Watergate’ten 25 yıl sonra) Türkiye’deki Kürtlerin arzularını anlamaya yönelik tereddütlü çabalarımın ulus inşası projesini baltalamayı amaçlayan bir suç girişimi olarak yorumlanabileceği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştım. Bunun tam tersinin doğru olduğu ve Türkiye’nin yalnızca bu arzuları açık biçimde ele alarak barışı sağlayabileceği bana, yabancı basının büyük bölümüne ve tabii ki liberal meslektaşlarımın çoğuna apaçık görünüyordu. İhanetle suçlanmasak bile, böylesine bir diyaloğun mümkün olduğunu veya Kürt milliyetçilerinin isteklerinin kültürel haklar konusunda verilecek birkaç tavizle yatıştırabileceğini düşündüğümüz için çok saf olmakla suçlanıyorduk tabii ki.

Diğer ve daha çarpıcı gözlemim, yukarıda da bahsettiğim gibi, basının kendisinin derinden yozlaşmış bir kurum olduğuydu. Gazetecileri Koruma Komitesi gibi kuruluşlar savunmama koşsa da onlara Türk devletinden çok kendi gazetemden korunmaya ihtiyaç duyduğumu söyleyecek kadar kuşkucuydum. Çalıştığım gazete davamı haber yapmamakla kalmadı, sonradan öğrendiğim üzere askerlerin kontrolündeki Milli Güvenlik Kurulunun bu yöndeki açık emrine uyarak başka bir köşe yazım yüzünden işime son verdi. Türkiye basını on yıllar önce nüfuzunu kârlı özelleştirme anlaşmaları için değil de medya özgürlüğünü savunmak için kullansaydı bugün düştüğü acınası durumda olmayacaktı, buna inanıyorum. Açıklamaya çalıştığım gibi, orduyla yaşadıkları çatışmalar nedeniyle 1997 yılında o zaman “post-modern darbe” adı verilen ve büyük medya kuruluşlarıyla birlikte yürütülen bir kampanya sonucu iktidardan düşürülen mevcut hükümetin mensuplarının pek çoğu da benim gibi Türkiye medyasına dair kötü kanaatler besliyor.

Tarihin yeni sayfaları açılıyor. Bizi çevreleyen duvarlar yerine oturuyor ve çatlaklar belirmeye başlıyor. Işık içeriye girebilecek mi? Tanık olduğumuzun eski Cumhuriyet elitlerinin yeniden güç kazanması değil, yeniden tanımlanması olduğuna inanıyorum. “Yeniden eğitim” tarihi bağlamda korkunç çağrışımlar taşıyan bir terim, ama toplumların öğrendiği de bir gerçek. Popülizmin ve önyargının kara bir katran gibi Avrupa kıtasını kapladığı bir dönemde, bu katranın yüzeyinin hem ince hem de kırılgan olduğunu görmek umut verici olabilir.

Nerdeyse on yıl önce dostlar ve meslektaşlarla Türkiye’de bağımsız medyayı desteklemek ve o zaman bile giderek moralini yitiren mesleğe cesaret vermek için yapabileceğimiz bir şey olup olmadığını konuşmuştuk. Yıllarca bu derneğin başkanlığını yapan ve olağanüstü dürüstlüğünü politikaya geçişinde de koruyacağına inandığımız Hasan Cemal bize destek vermişti. Aynı zamanda P24’ün genel direktörlüğünden yakın zamanda ayrılan, engel tanımaz Yasemin Çongar’a teşekkürü borç biliriz.

Geçtiğimiz Ocak ayında, bu konuşmaları adına düzenlediğimiz Mehmet Ali Birand’ı, on sene önceki zamansız ölümünün yıl dönümünde andık. Onun rehberliği, profesyonelliği ve karşı konmaz cazibesiyle ilk kez yaklaşık 45 yıl önce karşılaşmıştım. Londra’daki King’s College’da, Birand’ın kendini adadığı bir konu olan ve Türkiye’nin, o zamanlar Avrupa Birliği değil, Avrupa Topluluğuna, başvurusu konusunda düzenlenen bir seminerde tanışmıştık. Daha sonraları, Türkiye’de gazetecilik standartlarını yükseltmeye yönelik çabalarını anlamaya başladım. Türkiye kamuoyunu, televizyonunun 1981-1983 sıkıyönetim döneminden sonra yayımlamaya devam ettiği “farklı odalarda aynı adamlar veya aynı odada farklı adamlar” olarak özetlenebilecek protokol haberciliğinden soğutmada büyük rol oynamıştı. Kendisi de bir mücadele insanı olan Cemre Birand’ın konuşmalara bu denli destek vermesinden ötürü çok mutluyuz. Mehmet Ali’nin erdemini, yetkinliğini ve Türkiye’de haber odalarında akıntıya karşı kürek çekip bunu küçük yara berelerle atlatabilme yeteneğini özlüyoruz. O gazeteciliğin yalnızca gücünü değil, aynı zamanda iyilik için kullanılması gerektiğini anlamış birisiydi.

Bu akşam bize katıldığınız ve dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.