Pierre Bonnard (1867-1947) Femme Etendant Du Linge 1892.

Okumalar, değinmeler 

Yüz milyonlarca insanın yeryüzündeki savruluşlarının dinamiklerini anladığımızı sanmıyorum. “Ateş düştüğü yeri yakar” deriz ama galiba düşen ateş yoğunluğu hemen hemen gezegeni kaplıyor artık

İLHAMİ ALGÖR

23.11.2024

Geçen hafta Agota Kristof’un Okumaz Yazmaz (L’Analphabete) adlı anlatısına değindim. Yazarı tanıtan bazı cümleler aktardım. Cümlelerden biri, “Sovyet karşıtı bir devrimin ordu tarafından şiddetle bastırılmasının ardından, kocası ve bebeğiyle 1956’da ülkesinden kaçmak zorunda kaldı.” cümlesi idi. Cümleyi daha sonra tekrar dönmek üzere bir kenara bırakarak ekledim: “1956 Macar ayaklanmasının neden, nasıl yenildiğini merak ediyorum. Belki oradan 1968 Prag’ına, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ne giderim.” 

Önce kaçıştan başlayayım. Kristof’un dilinden aktarıyorum: “Yirmi bir yaşındayım. İki yıldır evliyim ve dört aylık bir kızım var. Bir kasım akşamı, bir “insan kaçakçısı”nın peşine düşüp Macaristan ile Avusturya arasındaki sınırı aşıyoruz.”

Kristof, kaçışından söz ettiği sayfalarda, daha sonraki yıllarda gazetelerden okuduğu bir Türk ailesinin İsviçre sınırını aşma çabasından söz ediyor. Ben de hatırlıyorum bu aileye dair haberleri:

“Gazetelerden ve televizyondan on yaşındaki bir Türk çocuğunun, anne babasıyla birlikte gizlice İsviçre sınırından geçerken, soğuktan ve yorgunluktan öldüğünü öğreniyorum. (…) İlk tepkim herhangi bir İsviçreli’nin vereceği tepki gibiydi: ‘İnsanlar yanlarında çocuklarıyla ne cesaretle böyle maceralara atılabiliyorlar? Böyle bir sorumsuzluk kabul edilemez.’ Sonra suratıma birden güçlü bir tokat iniyor sanki. (…) Sen de aynı şeyi yaptın, tam da aynısını. Üstelik senin çocuğun neredeyse yeni doğmuş bir bebekti.”

“İsviçreli tepkisi” denilen algılama/sorgulama şeysinde duralım biraz. Ege ve Akdeniz kıyılarına vuran çoluk çocuk sığınmacı bedenleri haberlerini gördükçe biz de İsviçreli tepkisi veriyoruz: “yanlarında çocuklarıyla ne cesaretle böyle maceralara atılabiliyorlar?” Cevap bulamıyoruz.  O cevapsız boşlukta bir soru oluşuyor: “Hangi koşullar insanları hayata tutunabilmek için ölüm riski yüksek olan kaçışlara iter?”

Soruya doyurucu cevaplar veremediğimizi düşünüyorum. Yüz milyonlarca insanın yeryüzündeki savruluşlarının dinamiklerini anladığımızı sanmıyorum. “Ateş düştüğü yeri yakar” deriz ama galiba düşen ateş yoğunluğu hemen hemen gezegeni kaplıyor artık.  Algı ayarlarımızı lokal, dar bir çerçeveden daha geniş ölçeklere göre değiştirmemizi öneriyorum.  Kolay olmadığını biliyorum. Yine de öneriyorum. 

*

Şimdi biraz da 1956 Macar ayaklanmasına bakalım. 1956’nın 23 Ekim’inde başlayan ayaklanma, SSCB ordusunun 4 Kasım’da yaptığı kanlı müdahaleye bastırıldı. Express dergisinin Macaristan’ın Roman halkı için verdiği mücadele nedeniyle Alternatif Nobel’le ödüllendirilen yazar ve aktivist András Bíró ile yaptığı söyleşiden (*) bir bölüm aktarıyorum:

“Gazeteciydim, sendikanın gazetesinde çalışıyordum. Uluslararası Politika bölümündeydim –bildiğim yabancı diller nedeniyle. Ayaklanma başladığında, gazetede bir “devrim konseyi” seçimi yaptık, ben de seçilenler arasındaydım. Ve devrim konseyi olarak gazetenin ismini değiştirdik. Sebep şuydu: 75 yıllık mazisi olan bu gazete, vaktiyle Sosyal Demokrat Parti’nin yayın organıydı ve komünist rejim döneminde sendikaya geçmişti. Sosyal Demokrat Parti yeniden kurulmuştu, dolayısıyla gazetenin ismini partiye iade etmek durumundaydık. Ama matbaa elimizin altındaydı, kadromuz hazırdı, yeni bir gazete çıkarmaya karar verdik, adını Halkın Umudu koyduk.

(…) 23 Ekim’in ikindi vaktinde ilk büyük gösteri başladı. Aslında yasal bir gösteriydi, Ernö Gerö (1898-1960) hükümeti önce izin vermişti, sonra içişleri bakanı geri adım attı, yasakladı. Ama yasağı kimse dinlemedi. Yüz binlerce kişi Petöfi Meydanı’ndan parlamentoya doğru yürüyüşe geçti. İlk sembolik işaret, Macar bayrağının ortasındaki kızıl yıldızlı armanın kesilip çıkarılmasıydı. 200 bin kişi mi, 300 bin mi, parlamentonun önünde toplandık. Unutmadığım bir andır: Tam Imre Nagy’nin (1896-1958) çıkıp konuşacağı balkonun önündeydim. Meclisin tepesindeki kızıl yıldızın ışığı yanıyordu. İşçi mahallesi olan Csepel’den gelen gençler yanımda slogan atmaya başladı: “Yıldızın ışığını kapat, yıldızın ışığını kapat…” 

Onlara dönüp dedim ki, “yıldızın nesi var?” Cevapları şuydu: “Onu Ruslar getirdi buraya.” “Peki” dedim, “o yıldızın neyin sembolü olduğunu biliyor musunuz? Uluslararası işçi sınıfının, beş kıtanın işçilerinin sembolü.” Kızıl yıldız hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. On dakika sonra, yıldızın ışığı kapatıldı. Csepelli işçi çocuklar benimle dalga geçme başladı, “e, ne diyorsun amca şimdi?” (gülüyor) Az sonra Imre Nagy parlamentonun önündeki yüz binlere hitap etmek üzere balkona çıktı. “Sizleri selamlıyorum yoldaşlar” diye başladı söze. “Yoldaş” kelimesi ağzından çıktığı anda ıslıklar başladı. Artık yoldaş yoktu. O güne kadar sokakta herkes birbirini yoldaş diye selamlardı, herkes yoldaştı. O 200-300 bin kişinin birkaç saat sonra devrimin başlayacağına dair en ufak bir öngörüleri, tahayyülleri yoktu.”

Acaba son cümle, öngörü ve tahayyülün olmayışına dair cümle, ayaklananlarda fikri hazırlık olmadığı anlamına gelir mi? Hoşnutsuzluğu dışarı vuruş, ayaklanma kendiliğinden dalga dalga yayılıyor. Ancak karşısındaki güç kendiliğindenci değil. Örgütlü, organize ve silahlı.

*

Macar halkının bir önceki yüzyılda Avusturya İmparatorluğuna karşı direndiğini biliyorum. Oradaki başkaldırı bastırıldığında çok sayıda Macar Osmanlı İmparatorluğuna sığındı. Mesela Julia Banyai. 1848-49 yıllarında Macarların Avusturya’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşının gözü pek savaşçısı Julia Banyai. 

Bir avukat ile evliydi. Kocası ölünce onun adına, erkek kılığında bağımsızlık savaşına katıldı. Transilvanya’da gösterdiği olağanüstü cesaretle önce teğmenliğe, ardından tabur kaptanlığına yükseldi. Sadece silahlı çatışmalara katılmakla kalmadı, Fransızcası sayesinde dansçı rolünde casusluk yaptı. Avusturyalılar, Rus desteği ile Macar bağımsızlık talebini ezince, birçok Macar bağımsızlıkçısı gibi İstanbul’a kaçtı. İstanbul’da kendisi gibi Macar göçmeni bir kaptan ile evlendi. Birlikte Transilvanya’ya döndüler. Burada Avusturya karşıtı bir komploya katıldı. Komplo açığa çıkınca yine İstanbul’a kaçtılar. Sonra Mısır’a geçip bir han açtılar. Uzun hikâye. 

 “1968 Prag’ına, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ne giderim” demiştim. Yalan oldu. Selam sevgi ile

**

Agota Kristof, Okumaz Yazmaz (L’Analphabete), Çev. Feyza Zaim. Can Yayınları

(*) Kasım 2016 146. Sayı