Plastik masallar: Şirketler ve hükümetin PR taktikleri
Atık toplama, geri dönüşüm, biyoplastikler ve hükümetin “Sıfır Atık” Projesi: Mucize çözümler mi, şirketlerin bir imaj temizleme taktiği mi?
12.11.2019
Plastik kirliliği karşısında gün geçmiyor ki bilim insanları ve aktivistlerden hayatî bir uyarı daha gelmesin. Geçtiğimiz günlerde de deniz kirliliğine dair önemli bir ikaz dinledik: “Deniz çöpleri ve mikro plastikler üzerine yeni bir uluslararası sözleşmenin hazırlanmasını acil görüyorum. Bu konuda düşünmek, konuşmak, rapor hazırlamak değil, eyleme geçme vaktidir." Bu çağrının sahibi ne bir çevre STK’sı ne de iklim aktivisti Greta Thunberg. Belgeselleriyle tanınan okyanus bilimci ve kâşif Jacques Cousteau’nun uyuduğu yerden kirliliğe sitem eden ruhu da değil. Çok daha az olası bir isim: Emine Erdoğan. Paris Anlaşmasını meclisten geçirmekte hâlâ direnen bir ülkenin yürütmesinin başındaki kişinin eşi. Kulağa şaşırtıcı gelse de bunlar harfi harfine hâmisi olduğu, hükümet eliyle yürütülen “Sıfır Atık” Projesi’nin tanıtımı amacıyla Eylül ayında Birleşmiş Milletler 74. Genel Kurulu kapsamında düzenlenen özel bir panelde söylediği sözler. Son derece kritik bir uluslararası sözleşme neredeyse üç yıldır onaylanmayı beklerken, Emine Erdoğan çeperleri daha da genişletecek bir yenisinin yapılması gerektiğini öğütlüyor bize.
Elbette bu “ikili söylem”i, bir taraftan kirliliğe karşı atılması gereken en önemli adımı atmaktan kaçınıp, diğer taraftan sorumluluk vaatlerinde bulunmayı Türkiye hükümeti icat etmedi. Kirletici şirketler ve lobileri bu taktiği yıllardır uyguluyor. Bunun bir adı da var: Kara para aklamanın İngilizcesi “whitewashing”ten türetilen “greenwashing”, yani “çevreci” görünerek (kendini “yeşile” boyayarak) imaj temizleme. Kirletici şirketler giderek daha duyarlı hâle gelen bir kamuoyu karşısında yıllardır üç ana fikir üzerinden söylem geliştiriyor: Atık toplama, geri dönüşüm ve “Plant Bottle” denilen, çevreye daha az zarar verdiği ileri sürülen biyoplastiklerin kullanımı. Ancak arka planda son derece önemli kısıtlayıcı hükümler getirecek yasal düzenlemelere karşı lobi faaliyetlerini de sürdürüyorlar. Dolayısıyla kendi çıkarlarının öncelikli olduğu bir gündeme sahip bu şirketlerin hükümetle doğrudan ya da dolaylı olarak temas hâlinde olması, kirliliğe karşı etkili düzenlemelerin fiilen yürürlüğe konması açısından bir risk oluşturuyor. Kirleticilerin üç söylemine teker teker değinip, ardından da hangi firmaların hükümetin “sıfır atık” projesinde yer aldıklarına bir göz atalım.
Kirleticilerin yönettiği atık toplama STK’ları: ÇEVKO modeli
“Break Free From Plastic” hareketi iki hafta önce markalarla ilgili yeni soruşturmasını yayımladı. Rapora göre Coca-Cola bu yıl da “en büyük” kirletici unvanını kaptırmadı. Coca-Cola’yı ise Nestlé, Pepsi, pek çok bilinen sakız, çikolata ve bisküvi markasının sahibi Mondelez ve Unilever takip ediyor. Coca-Cola, bu yılki “sürdürebilirlik raporu”na göre tek başına muhtelif boylarda ve hacimlerde yılda 117 milyar PET şişe üretiyor (bkz. sayfa 61). Bu rakamı daha iyi tahayyül edebilmeniz için şöyle diyelim: Biliminsanlarına göre bugüne kadar dünyada yaşayan insan sayısı yaklaşık 108 milyar ve sadece Coca-Cola’nın ürettiği PET şişelerden bahsediyoruz. PET şişeler, Coca-Cola içeceklerinin ambalajlarının toplam yüzde 45’ini oluşturuyor. Plastik üretiminde hâlihazırda kullanılan geri dönüştürülmüş malzeme ise sadece yüzde 9.
Şirketlerin sorumlusu olduğu kirliliğe karşı tüm dünyada filizlenen ilk girişimler ise çoğunlukla atıkların toplanmasını hedefliyordu. Türkiye’de 1991 yılında “Çevre Koruma ve Ambalaj Atıkları Değerlendirme Vakfı” ya da ÇEVKO kuruldu. Zamanla “geri dönüşüm” düsturunu ilke edinen ÇEVKO vakfı basında da sık sık çevreci eylemleriyle gündeme geliyor. Ancak sanmayın ki çevreci aktivistlerin yönettiği bir kuruluş ÇEVKO. Aksine, web sitesinin “hakkımızda” kısmında ifade edildiği üzere kuruluşunu sanayicilere borçlu. Yürütme kuruluna baktığımızda ise ilginç bir dağılımla karşılaşıyoruz: Dünyanın kirleticileri sıralamasındaki ilk 5 şirketten 3’ü temsil ediliyor: Coca-Cola, sektördeki ezeli rakibi Pepsi ve Unilever. Yürütme Kurulu’nu L’oréal ve Erikli temsilcileri tamamlıyor. Yönetim Kurulu’na baktığımızda da başkan vekili pozisyonunda dünyadaki kirleticiler listesinde 7. sırada olan Procter&Gamble’ın temsilcisi var. Diğer üyeler ise Türkiye’de, çoğu ambalajlı içecek ve gıda sektöründe önde gelen firmalar.
Bu model Türkiye’ye özgü değil. Geçmişi, PET şişenin icadından bile önceye dayanıyor. Plastik şişeler ilk olarak 1940’lı yılların sonlarında kullanılmaya başlandı ancak bugün sanki hep var olduğunu düşündüğümüz PET şişelerin, yani gazlı içeceklerin basıncına dayanıklı polietilen teraftalat ambalajların patenti 1973 yılında alındı. Plastik içecekler de o tarihten sonra kademe kademe yaygınlaştı. “Kirlilik” algısını yönetme çabasıysa çok daha öncesinde dayanıyor. ABD’de 1953’te sanayiciler “Keep America Beautiful” adında bir dernek kurdular. 1970’lerde “ağlayan Amerika yerlisi” reklamıyla toplumsal bellekte yer edinen bu derneğin yönetiminde halen Coca-Cola, Pepsi, Boeing, McDonald’s gibi şirketlerin temsilcileri yer alıyor. Benzer modeller başka ülkelerde de kuruldu: Keep Sweden Tidy, Clean Up Britain, Keep Scotland Beautiful, Keep Northern Ireland Beautiful gibi kâh doğrudan kâh dolaylı olarak plastik ve ambalaj sanayisiyle bağları olan pek çok oluşum görüyoruz. Fransa’dan örnek verecek olursak: Atık toplama alanındaki en yüksek bütçeli dernek olan Gestes Propres’un üyeleri arasında yine Coca-Cola’yı, Procter&Gamble’ı, Nestlé’yi, Danone’u görüyoruz.
Basit bir bakış açısıyla şirketlerin sebep oldukları kirliliğe karşı bir oluşum içerisinde olmaları takdire şayan bile görünebilir. Fakat sanayinin amacı tam olarak bu sayılmaz. George Monbiot’nun geçtiğimiz ay Guardian’da da yazdığı üzere, atık toplama söylemi sorumluluğu bireylere yani tüketicilere yüklemenin bir yolu. Dilerseniz bu argümanı daha ikna edici bir olguyla destekleyelim.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Gestes Propres, Keep Sweden Tidy, Clean Up Britain gibi oluşumlar Brüksel’de AB nezdinde kendilerini temsil eden “Clean Europe Network” adında bir ağ oluşturdular. Genel Sekreteri ise Eamonn Bates adında bir lobici. Buraya kadar bir sorun yok gibi görünse de iş biraz bulanıklaşıyor. Zira gelin görün ki Bates aynı zamanda plastik ve ambalaj endüstrisinin çıkarlarını savunan Pack2Go ve McDonald’s, Burger King, Starbucks gibi hızlı tüketim sektörünü temsil eden Serving Europe oluşumunun da genel sekreteri. Üç lobi grubunun da Brüksel’deki adresi aynı. Bu durumun ortaya çıkmasının ardından Clean Europe Network bir açıklama yayınlayarak, plastik ve ambalaj sanayisini tanıdığı için deneyimlerinden yararlanmak ve atık toplama çalışmalarına adanmışlığı nedeniyle Bates’i genel sekreterliğe getirdiklerini belirtmişti. Ancak Fransa’da tek kullanımlık plastiklerin yasaklanması söz konusu olduğunda Clean Europe Network bu yasaya karşı lobicilik faaliyeti yürütmüş, bunun “AB yasalarının ihlali” oluşturacağından AB Komisyonu’na yasal işlem başlatması için çağrıda bulunmuştu. Sonrasında ise AB de tek kullanımlık plastiklerin 2021’den itibaren yürürlüğe girecek şekilde yasaklanmasına karar verdi.
“Atık toplamaya adanmış” Clean Europe Network’e göre çevreyi kirletmeme sorumluluğu kime ait? Yurttaşlara, daha doğrusu tüketicilere. Grubun şiarı “sorumluluğu paylaşmak.” Ancak şirketlere yönelik sıkı tedbirler alınması çağrısı yapmazken, yurttaşlara yönelik sıkı tedbirleri coşkuyla destekliyorlar. Örneğin 2017’de yapılan bir basın açıklamasında çöpünü yere atmanın cezalandırılmasını şu ifadelerle destekliyor: “Çöpünü yere atmamak tüketicinin sorumluluğudur. (…) Şaşırtıcı bir şekilde çöpünü yere atmak hiçbir AB ülkesinin ulusal yasasında yasak değil.” Hattâ biraz daha aşağıda şöyle deniyor: “AB Komisyonu ve parlamenterler, çöpe dönüşen ürünleri üreten şirketlerin tüketicileri çöpleriyle doğru olanı yapmaya teşvik eden farkındalık kampanyalarına yatırım yaparak tüketici davranışlarını değiştirmekte üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmelerini istiyorlar.” Yani etrafta görünen çöp yoksa, mesele de yok.
Öte yandan, “tek kullanımlık” plastiklerin yasaklanması önemli bir adım olsa da bu bakış açısının bir olumsuz yanı da var: “kötü,” yani geri kazanılamayacak plastiklerle sanayinin bize geri dönüştürülebildiklerini söylediği “iyi” plastikleri ayırıyor olması. Şirketler pipetleri, plastik tabak, kaşık, çatalları ve kulak çubuğunu gözden çıkarmışa benziyor. Ancak PET şişe üretimini azaltmak mı? Söz konusu bile değil. Son yıllarda tek kullanımlık plastiklere karşı çabaları olan ÇEVKO fosil yakıtlardan üretilen plastiği “değerli bir hammadde” olarak tanımlıyor. Geçtiğimiz 25 Ekim’de ÇEVKO’nun düzenlediği Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Mehmet Emin Birpınar’ın katılımıyla düzenlediği “İklim Değişikliğiyle Mücadele” konferansında buluşan sanayiciler daha ziyade “üretilen plastik ambalaj miktarı kadar geri toplanmasını” ve biyobozunur ambalajlar kullanmayı vaat ediyor. ÇEVKO Genel Sekreteri Mete İmer ise “atıkların daha yüksek kaliteli veya çevresel etkisi daha iyi yeni malzeme veya ürünlere dönüşmesini öngören ‘Yukarı Dönüşüm’ (Upcycling) süreçlerini içeren Döngüsel Ekonomi” modeliyle sürdürülebilir bir tüketimin mümkün olduğunu söylüyor.
Dolayısıyla şirketlerin çevre dostu söylemlerinde ikinci halka, Coca-Cola gibi sanayinin önde gelen şirketlerinin benimsemiş olduğu “döngüsel ekonomi” sloganının temelinde yatan “geri dönüşüm.” Peki, geri dönüşüm vaat edildiği gibi “mucize çözüm” mü? ÇEVKO Vakfı’nı yeni sloganında dediği gibi “gelecek geri dönüşümle güzelleşecek” mi?
Geri dönüşüm “miti”: “Plastik bağımlılığının süreğenliğini sağlamak”
Coca-Cola demişken, şirket 2018’in Ocak ayında “Atıksız Bir Dünya” adında bir kampanya başlattı. Şirket buna göre 2030 itibariyle ürettiği ambalajların yüzde 100’ünü (yan ürettiği plastik kadar plastik ambalajı) toplamayı taahhüt ediyor. Peki, şirket önceki vaatlerini gerçekleştirmiş mi? İşte bu noktada şeytan biraz da ayrıntılarda gizli. Zira Coca-Cola ambalajlarının yüzde 75’nin geri dönüştürülmesini vaat ediyordu – ama yalnızca gelişmiş pazarlara. 2018 raporu hayli çarpıcı zira 60. Sayfasına bakıldığında 2014’te geri kazanılan ambalaj oranı yüzde 61 iken, 2018’de 58’e düşmüş. En azından bu oran artmamış.
Bu çerçevede firma gelişmekte olan ülkelerde de çeşitli girişimlerde bulunmuş. Sunulan başarı hikâyelerinden biri Tanzanya. Coca-Cola, yürüttüğü farkındalık kampanyası sonucu 880 ton atık toplandığını, plastik toplayıcılara ücret ödenmesi sûretiyle de 1.5 ton PET şişe toplandığını ifade ediyor. Oysa gelin görün ki Coca-Cola 2015’e kadar Tanzanya’da PET şişeyle içecek satmıyordu. Onun yerine eski, emektar depozito sistemiyle cam şişelerde dağıtıyordu ürünlerini. STK’ların tepkilerine karşı “sosyal sorumluluk” projeleri geliştirmeyi vaat etti Coca-Cola. Yani kısaca yukarıdaki “başarı hikâyesi” bir anlamda şirket için bir zaruret.
Tanzanya örneğinde ayrıca şunu görüyoruz: Şirketlerin dilinde plastikle mücadele, plastik üretimin azaltılması anlamında gelmiyor. Atıkların toplanıp geri dönüştürülerek yeniden kazandırılması kast ediliyor. O halde “geri dönüşüm” tüm dertlere devâ bir çözüm olmalı. Öyle mi? Plastikler üzerine araştırma yapan uzmanlara göre hayır.
“Bu yönde ciddi bir propaganda söz konusu,” diye uyarıyor Çukurova Üniversitesi öğretim görevlisi, deniz biyoloğu Doç. Dr. Sedat Gündoğdu kendisine mail ile yönelttiğim sorulara cevabında. “Bu propagandanın en önemli ayağını da özellikle gelişmiş ülkelerde kolayca görüleceği üzere çok iyi işleyen ayrıştırma ve toplama sistemleri oluşturuyor. Buraya plastik çöpünü atan vatandaş vicdanen plastiğin kirletici olma riskinin sorumluluğundan kurtulduğunu düşünüyor. Oysaki o çöplerin çoğunluğu ya yakılıyor ya da 3. Dünya ülkelerine gönderiliyor. Madem geri dönüşüm çok iyi ve çok faydalı, plastik çöp de çok güzel bir ticarî değer, o zaman bu kadar ülke çöpünü neden üzerine bir de para ödeyerek az gelişmiş ülkelere gönderiyor?”
Gündoğdu, plastik çöplerin tarihsel süreçteki geri dönüşüm oranının da sadece yüzde 10 olduğunu söylüyor. Zira devletler plastik atıkları daha çok yakmayı tercih ediyorlarmış “Geri dönüşüm tercih edilmiyor çünkü çok fazla çöp üretiliyor. Bu kadar çöpün hepsinin geri dönüştürülmesi teknik olarak neredeyse imkânsız. Ayrıca madem plastik geri dönüştürülebilir bir malzeme o zaman neden yakılıyor diye bir soru da akla geliyor.” Çöpleri yakmanın İklim Krizi’ni beslediğini de vurguluyor Gündoğdu. Tüm bunlar sektöre yöneltilmesi gereken sorular.
Dahası da var. Plastiğin yüzde 100 geri dönüşümü mümkün değil. “Plastik en fazla birkaç defa geri dönüştürülebilir ve geri dönüştürüldükçe de kullanım alanı daralıyor. Bir de unutulmamalı ki üretilen plastiklerin ekserisi geri dönüştürülebilir değil,” diyor Gündoğdu. Yani bir PET şişeden sonsuza kadar PET şişe üretemiyorsunuz, bunu yapmak için genellikle geri dönüştürülen plastikler yeni plastiklerle karıştırılıyor. Ayrıca geri dönüştürülen plastiklerin çoğu daha sonra tekstil ürünlerde ya da inşaat malzemesi olarak kullanılabiliyor. Demek ki durum aslında sanıldığı gibi değil.
Peki, ya yukarıda değindiğimiz başta atık toplanması yönündeki sosyal sorumluluk projeleri? Açık Radyo’daki Sudan Gelen programından tanıdığımız Mercator-İstanbul Politikalar Merkezi araştırmacısı Dr. Akgün İlhan’a göre bu projeler sebep olunan kirliliğinin yanında son derece yetersiz. “Bu şirketler dünyanın suyunu, toprağını ve insan emeğini kâr amaçlı kullanıyor. Bu yaşam kaynaklarını kullanırken de onları hem tüketiyor hem de kirletiyor. Üretim faaliyetleri sonucu ortaya çıkan sosyal-ekolojik sorunlara dair gerçekleştirdikleri çevre dostu projeler maalesef devede kulak kalıyor. Hiçbir şey yapmamaktan iyi belki ama bu projelerle imajlarının temizlendiği ve tazelendiği de bir gerçek,” diyor İlhan sorularıma cevabında.
Benzer kaygıları dile getiren Gündoğdu, şirketlerin bu söylemleri öne çıkararak kazançlarını korumayı da amaçladıklarını belirtiyor. “Tüketim algısının süreğenliğini beslemesi ve beraberinde plastik üretiminin ve çöp üretiminin artmasını sağladığı için geri dönüşüm çözüm değil bu haliyle bu sunuluş şekliyle sorunun da kaynaklarından biridir,” diyor Gündoğdu ve ekliyor: “Bu da üretici ve tedarikçilerin kazançlarının artarak devam etmesini sağlıyor. Bu reklamın nedeni az çok da bu.”
Geri dönüşüm vaat edildiği gibi mucize çözüm değilse de şirketlerin vaatlerinde bir unsur daha var ki ilk duyulduğunda son derece ikna edici bir argüman gibi görünüyor: Biyoplastik kullanımı. Tamamen biyobozunur hale getirilmesi durumunda PET şişe kullanımında bir sakınca kalmaz gibi geliyor kulağa. Mesele işinsanı Murat Vargı’nın kurduğu Çopüne Sahip Çık Vakfı için biyobozunur plastikler ideal bir çözüm. Yoksa bu da aldatıcı mı?
Biyoplastikler: “Bitki kullanılması plastiği sorunsuz yapmaz”
Coca-Cola’ya tekrar geri dönersek, yapımında bitki kullanılan plastik ambalajlar ilk olarak 2009 yılında lanse edildi. “PlantBottle” adı verilen bu PET şişeler Coca-Cola’nın “Atıksız Bir Dünya” stratejisinin ya da vaadinin köşe taşlarından birini oluşturuyor. 2020 itibariyle tüm yeni PET şişelerini PlantBottle olarak üretmeyi taahhüt ederken, “yüzde 100 bitki bazlı PET plastik şişeleri ticarî olarak üretmek” için çalışıldığı belirtiliyor.
Peki PlantBottle ya da Türkçe adıyla BitkiŞişe tam olarak nasıl bir ürün? “PlantBottle denilen teknolojik üründe şişelerde petrol yerine şeker kamışı küspesinin kullanılması söz konusu. Ancak bir ürünün içinde bitki kullanılması onu sorunsuz yapmaz. Plant bottle bir biyoplastik üründür. Biyoplastikler nişasta, selüloz, odun vb. biyokütlelerden üretilir,” diyor Akgün İlhan.
İlk bakışta daha az fosil yakıt kullanımı, daha az sera gazı emisyonuna yol açacağı anlamına geldiğinden bitki hammaddeli şişeler üretmek cazip bir seçenek olarak görünse de İlhan biyoplastiklerin, özellikle de büyük firmaların şişe üretimi ölçeği dikkate alındığında doğaya büyük tahribatları olabileceğini söylüyor. “Bunlar petrol bazlı plastiklerden pek çok bakımdan daha çevre dostu olsalar da kesinlikle masum değiller. Evet, konvansiyonel plastiklere göre daha az sera gazı emisyonuna neden oluyorlar ama günümüzde çevre sorunları tek boyutlu değil,” diyor İlhan. Sebebini de söyle açıklıyor: “Biyoplastiklerin üretiminde kullanılan su, toprak, pestisit ve kimyasal gübre hesaba katılmadan hangisin daha iyi olduğuna dair bir kıyaslama yapmak doğru olmayacaktır. Biyoplastiklerin özellikle su varlıkları üzerinde ötrofikasyon (suda azot ve fosfor oranın artması) ve asitlenme gibi çok olumsuz etkileri var. Çünkü bunlar endüstriyel bitkilerden yapılır ve bu tarım tipinin yarattığı hiçbir çevre sorunundan da muaf değildir.”
Herhangi bir katkı malzemesi olmaması, doğada yüzde 100 bozulabilen bir PET şişe piyasaya sürülse bile sorunun başka bir alana taşınması anlamına geliyor. Akgün İlhan, bu plastik sanayinin ihtiyaçları için gerekli bitkinin üretiminde uygulanacak tarımın yaratacağı sorunların ötrofikasyon ve asitlenmeyle de sınırlı kalmayacağını söylüyor. “Bazı durumlarda bu bitkilerin tarımı yapılsın diye insanların beslenmesi için gereken toprağın ve suyun gasp edilmesi söz konusu olabilir,” diye uyarıyor ve şu örnekleri veriyor: “Açlığın insanları öldürdüğü Sierra Leone’de geleneksel olarak pirinç yetiştirilen toprakların devlet eliyle İsviçreli bir biyoenerji şirketine etanol üretimi için verildiği bir dünyada yaşıyoruz. Daha başka Afrika ülkelerinde de benzer toprak ve su gaspı vakaları var. Brezilya’dan Malezya’ya onlarca Güney Amerika ve Asya ülkesinin toprakları ve suları insanların karınlarını doyurmak için değil birkaç şirket küresel biyoyakıt ticareti üzerinden para kazansın diye kullanılıyor. Malezya’da palmiye yağı üretimi için her yıl hektarlarca orman yakılıyor. Biyoplastiklerin popüler olmaya başlamasıyla benzer gasp vakaları artacaktır.”
Sedat Gündoğdu da bu konuda hemfikir. “Bitkiden şişe yapalım tamam da her gün milyarlarca şişe kullanmaya devam edeceksek buna bitki mi dayanır? Bu tüketim hızı ve bu tek kullanımlık yaşam tarzı devam ettikçe bunların hiçbiri fayda etmeyecektir.”
Gündoğdu’ya göre sorunun kaynağı “aşırı tüketim”: “Tüketim de plastik üretimine bağlı olarak artmaktadır. İkisi de birbirinin tetikleyicisi. Bakın dünyanın büyük plastik üreticilerinin plastik üretiminde 2050 için önlerine koydukları hedef yaklaşık 1 milyar ton. Şimdiki oranın neredeyse 3 misli. Geri dönüşüm için önlerine koydukları hedef de %50. Bu hedef çok ütopik bir hedef. Yani bir nevi ‘imkân olursa yaparız’ gibi. Bu durumda geri dönüşüm istenildiği kadar uygulansın, malzemenin kendi doğası zaten bazı sınırlara sahip. Ne plastik yiyen bakteri ne de doğal malzemeden yapılmış plastikler bu işin çözümü olmaz.”
Buradan çıkan sonuç İlim Krizi’ne karşı tek çözüm plastik ambalajsız bir dünya, tek kullanımlık olmasa ve biyobozunur olsa dahi ambalajlardan vazgeçilmesi. Akgün İlhan’ın ifadesiyle “Plastik sorununu tarım mecrasına veya gelişmekte olan ülkelere ötelemeden yani onu tarımsal bir sorun haline getirmeden çözmemiz gerek. Daha az plastik tüketmekten başka bir çaremiz yok.”
Tüm bu lobicilik faaliyetleri ve PR’in söylemleri ışığında, şimdi en başa yani 2. Sıfır Atık Zirvesi’ne geri dönelim. Türkiye hükümetinin bu atılımında önerisi ne? Hem 1 Kasım’da düzenlenen projenin 2. uluslararası zirvesine hem de bu çerçevede yapılan işbirliklerine bir göz atalım.
Hükümetin sıfır atık kahramanları: Coca-Cola, Tetra Pak ve Arçelik
İzleğimizi hemen açığa vurmakla başlayalım: Hükümetin “Sıfır Atık” projesi samimi bir çaba mı, yoksa en başta değindiğimiz bir “imaj temizleme” çalışması mı? Proje kapsamında, belediyeler özelinde pek çok girişimler olduğu açık. Ama bunlar “sıfır atık” kavramının da içinin boşaltıldığı yüzeysel ve günü kurtarmaya mı yönelik, yoksa Türkiye’de tepeden tabana doğru daha çevreci bir yaklaşımın tezahürü mü?
Öncelikle Temmuz ayında yayımlanan Sıfır Atık yönetmeliğine değinmek gerekiyor. Son aylarda mahallenizde çöp ayrıştırmaya yönelik yeni çöp kutuları gördüyseniz, sebeplerinden biri bu yönetmelik olabilir. Bu yazıdan çok daha detaylı bir inceleme gerektiren bir belge bu, ama özetle yerel idarelere çeşitli sorumluluklar yüklüyor ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na da koordinasyon görevi veriliyor. Burada sorulması ve ayrıca araştırılması gereken konuysa şu: Hangi belediyede bahsedilen sisteme uygun bir atık depolama altyapısı mevcut?
Öte yandan, hâlihazırda üreticilere herhangi bir kısıtlama getirilmesi söz konusu değil. Ama yönetmelikte “sıfır atık belgesi” çıkarılarak şirketler tesislerinde atıkları toplamaya teşvik edilmiş.
Peki, bu teşvikten yararlananlar arasında hangi şirketlerin tesisleri var? Mesela Coca-Cola. Evet, dünyanın en büyük kirleticisinin ta kendisi. Şu haberden Coca-Cola’nın daha henüz yönetmelik hayata geçirilmeden “sıfır atık” uygulamasında endüstriye “öncelik edeceğini” ve bu sistemi 10 fabrikasında hayata geçireceğini okuyoruz. Hattâ bu yılın başı itibariyle üç fabrikası – Ankara, Çorum, Elazığ – “sıfır atık” statüsüne kavuşmuş bile. Zaten neden itirazları olsun? ÇEVKO modelinde gördüğümüz üzere, büyük sanayiciler aynı miktarda plastik ürettikleri müddetçe atıkların daha etkin bir şekilde toplanması için yapılan her girişimi destekliyor. Lobi faaliyetleri de bunun üzerine kurulu. Hükümetin “Sıfır Atık” projesi de kendi söylem çerçevesi içine yerleşen bir yaklaşım içinde. Ama bir fabrikanın “sıfır atık” belgesine sahip olması, o fabrikadan çıkan ürünlerin dünyayı kirletmediği anlamına gelmiyor.
Ayrıca, Akgün İlhan’ın 2016’da Yeşil Gazete’de yayınlanan bir yazısında anlattığı üzere “Coca-Cola gibi ambalajlı su ve meşrubat şirketleri hükümetlerle yaptıkları anlaşmalara dayanarak temiz su varlıklarına çoğu zaman hiçbir bedel ödemeden el koyuyor.” İlhan, şirketin sadece İzmir Kemalpaşa’daki fabrikasında “1 milyon m3/yıl yeraltı suyunu devlete beş kuruş ödemeden çektiğini” anlatıyor. Bu da esasında perde arkasında oynanan lobiciliğinin gücünü bize gösteriyor. Hal böyleyken, bu şirkete devlet tarafından “çevreci” gösteren bir belge verilmesi gerçeği yansıtıyor mu?
Sıfır atık projesinin eğitim ayağına da bir göz atalım. Çevre Bakanlığı ve TEMA Vakfı ortaklığında iki partnerle hayata geçiriliyor. Bunlardan biri elbette Milli Eğitim Bakanlığı. Diğeri ise… Tetra Pak Türkiye. Evet, meşrubat ambalajlarının üreticisi. Tetra Pak ambalajları, karton görünümlü olsa da yüzde 22 oranında plastik (polietilen) içeriyor. Kompozit olduğu için de geri kazanımı çok zor bir ambalaj. Dolayısıyla çoğunlukla karton olması, Tetra Pak ambalajlarını plastiğe nazaran daha sürdürülebilir kılmıyor. Geri dönüşüm tesisleri genellikle Tetra Pak kartonları kabul etmiyor ve içerdiği plastikle alüminyumu ayırabilen özel tesislerin kurulması gerekiyor. Dolayısıyla burada da kirletici bir firmayla yapılan bir işbirliği söz konusu.
Tetra Pak kirletici olmaktan da öte, güçlü bir lobiciliğe sahip bir şirket. Financial Times’da 2018’de çıkan bir habere göre bir yandan kamuoyuna kağıttan pipet üretileceğini açıklarken, diğer taraftan şirket iç yazışmalarında tek kullanımlık plastiklerin yasaklanmaması için çalışılacağını belirtmiş. İsviçre merkezli şirketin bir ayrıca kendi alanında tekelleşmeye çalışma konusunda da sabıkası var. Hem Avrupa’da (1991’de) hem de Çin’de (2016’da) anti-tekelleşme yasalarını ihlal etmekten cezalar alan Tetra Pak’in böyle bir projede yer alması Türkiye pazarındaki konumunu güçlendirir mi? Daha da önemlisi, yerel tedarikçilere hizmet sunabilecek olası tekil ambalajsız çözümlerin gelişmesini baltalar mı? Okullarda “sıfır atık kültürü”nün gelişimi kısmen Tetra Pak’a emanet.
“Sıfır Atık” Projesi’nin 1 Kasım’da düzenlenen 2. zirvesinde ise yine bir teşvik metotu olarak ödüller verildi. Özel Sektör ödülünü alan ise “elektronik atıkların geri dönüştürülmesine yönelik” bir projeyle Arçelik oldu (bu arada "Sıfır Atık Medya ve Farkındalık Ödülü"nü NTV’ye “kaptıran” Açık Radyo’ya da bir göz kırpalım). Yine ilginç bir nokta, projenin STK ortaklarından bir TURMEPA. TURMEPA, çoğunlukla gemi taşımacılığı firmalarının yer aldığı, denizlerdeki atıkların toplanmasını hedefleyen bir kuruluş. Tekneleri vasıtasıyla da bu alanda bazı iyi işler de yapıyorlar. Ancak TURMEPA’nın kurucu ve onursal başkanı kim? Rahmi Koç. Ödül alan Arçelik’in yönetim kurulu başkanı kim? Yine Rahmi Koç. Tüm bunlar iyi niyetli rastlantılar olabilir. Ama işin içinde çevre dışında, çok sayıda ekonomik çıkarı da kapsayan şirket ajandaları da mevcut olabilir. Dolayısıyla, bu olguların ışığında “oldu bitti” bilinip kabul edilmeden irdelenmesi gereken ilişkilerden bahsediyoruz.
Ayrıca bu çerçevede TEMA Vakfı ve Doğayı Koruma Vakfı (WWF) gibi STK’ların da Paris Anlaşması’nı onaylamayan bir hükümetin imaj temizleme hevesi içinde olabileceğini hesaba katmadan bu girişime destek vermesini de sorgulamak gerekiyor. Fransa’da Emmanuel Macron hükümetinin ilk Ekoloji Bakanı, iklim aktivisti gazeteci Nicolas Hulot da bir şeylerin değişmesi için yürütmede bulunmak gerektiğine inanıyordu. Ne büyük hayal kırıklığıyla istifa ettiğini gördük. Bu işbirliği zamanın "isyan" ve "grev" ruhuna aykırı olmuyor mu? Başka bir yazının konusu, ama STK’ların da tıpkı şirketler gibi hükümete tesir etmek için “lobicilik” mantığını benimsemesi savunuculuk alanında ciddi erozyonlara yol açıyor.
Bu yazıdan çıkan sonuç: Şirketler, ambalaj üretimine kısıtlama getirilmemesi için kendilerini çevreci gösteren iletişim stratejisi ortaya koyuyorlar. Sosyal sorumluluk projeleriyle de toplum içindeki girişimlere yön veriyorlar. Hükümetin kendi projesinde şirketlerle bu kadar dirsek teması içinde olması, kirleticilerin en çok arzuladığı şeylerden biri. Böylesine bir proje ile de Paris Anlaşması’nı daha imzalamadığı için tüm dünyanın gözü önünde itibarını onarmayı uman bir hükümetin ekmeğine yağ sürmek de her lobicinin rüyası olmalı. Bize düşen, bu projelerin perde arkasında yatan sermaye-hükümet ilişkilerini irdelemek.
Son söz yerine: Akgün İlhan tüketimin azaltılmasının yanı sıra var olan plastik atıkların doğaya daha az zarar verecek şekilde yeniden kullanımını değerlendirmek gerektiğini söylüyor. Sedat Gündoğdu da tek başına atıkların azaltılmasıyla sorunun çözülemeyeceğinin altını çiziyor ve ekliyor: “Üretim konusunda sınırlamalar getirilir, plastiği hayatımızdan çıkartmak için girişimler başlatılırsa o zaman sıfır atık anlamlı olabilir.”