Siyaset aracı olarak ‘’insandışılaştırma’’
Köylerin boşaltılması emri de, kimyasal silahla cezaevlerindeki siyasi suçlulara saldırma emri de devletin hukuku tarafından verilmişti
29.05.2017
Siyaset biliminde “dehumanization” diye bir terim vardır. Türkçeye insandışılaştırma, insandan az görme olarak çevrilmiş. Yani, çok basit haliyle, düşmanını insan olarak görmeme.
Hannah Arendt’in çok bilinen “kötülüğün banalliği” tezine bir alternatif olarak da okunabilir insandışılaştırma. Arendt bu kavramı Adolf Eichmann’ın yargılanması üzerine yazdığı makalede kullanmıştı. Bu kavrama göre toplumdaki ortalama bir insan da, soyutlanarak ya da belirli emirleri, özellikle sonuçlarına tanık olmadığında yerine getirerek büyük kötülükler işleyebilir.
Arendt, Nazizme niçin koskocaman bir toplumun katıldığının, bilfiil katılmasa bile topyekûn suskunluğunun nedenini açıklıyordu. Kötülükleri yapan kişi, çeşitli nedenlerle yaptığı kötülüğün farkında değildir. Kötülüğü yapan, inanılmaz derecede normal ve sıradandır.
1950’lerde Stanley Milgram’ın itaat deneyleri ve sınıf arkadaşı Phil Zimbardo’nun Stanford Üniversitesi’nde yine aynı tarihlerde cezaevi deneyleri, Arendt’in bu görüşünü onaylar nitelikteydi diyebiliriz: Doğru şartlar oluşturulduğunda, herkes birer katile dönüşebilir. Tüm bu anlatıya göre, özellikle itaat ve emir komuta zinciri altında kişiler, yaptıklarının sonuçları ile değil, emirleri yerine getirip getirmedikleriyle ilgilenirler.
Arendt’in bu çalışması, katilin ya da failin aslında normal dışı olan bu davranışının nasıl normalleştiğini anlamak üzerineydi. Arendt büyük bir katliam makinesinden bahseder aslında, Yahudi Soykırımı’nı mümkün kılan bir kitlesel itaatten. Failler, tam olarak ne yaptıklarının farkında değillerdir.
Düşmanı insandışılaştırma, Arendt’in bahsettiği bu emir komuta zincirinde emirleri yerine getiren kişiler açısından doğru olabilir pek tabii ki. Fakat temelinde, Arendt’in savına paralel gidebilen ama bambaşka bir süreçtir. Mekanik katillerden oluşan Nazi ölüm makinasının ast-üst zinciri içerisinde gerçekleştirilmiş kitlesel yıkımın ve facianın ne kadarı insandışılaştırma yöntemi ile mümkün kılındı, başka bir çalışmanın konusu.
Arendt’ten ve kötülüğün sıradanlaşmasından bahsetmemin nedeni, bugün Türkiye’de kötülüğün sıradanlaştığını, hattâ kötülüğün alkışlanarak yüceltildiğini hep birlikte görüyor olmamız. Ama Arendt’ten farklı olarak bugün bu kolektif yıkım, emir-komuta ile değil, düşman ilan edileni toplu bir insandışılaştırma ile gerçekleştiriliyor.
Çünkü insandışılaştırma tek başına, sadece sayısal olarak değil, bireysel ve kolektif hakların ihlali ve yaratılan mağduriyet ve acı açısından aynı oranda büyük bir yıkımı ve faciayı mümkün kılabilecek, Arendt’in ileri sürdüğünün aksine illâ emir-komuta zincirine ihtiyaç duymayan bir araç olarak bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nde karşımızda duruyor.
Yani, Herbert Marcuse’ün kitle insanının AKP yönetimi altındaki aktif ya da pasif, potansiyel ya da harekete geçmiş, izleyici ya da destekleyici olarak kötülüğü bugün, herhangi bir emir komuta zincirine hiç de bağlı olmadan büyük bir kıyımı mümkün kılıyor.
Bugün AKP’nin en büyük siyasi araçlarından biri, düşman ilan ettiklerinin insanlığını, gerek retoriğinde gerekse hukukîi/hukukdışı uygulamalarında ortadan kaldırmak ve bu insanların “aslında insan olmadığı” algısını oluşturarak, kendi tarafında olmayanlara karşı atılacak herhangi bir barışçıl ya da anlamaya yönelik adımı kökünden yok etmek.
Karşınızdakini insan olarak görmeyi bıraktığınızda, onun duygusunun, acı hissinin, isteklerinin ve yaşama alanının artık hiçbir anlamı kalmaz. Karşınızdaki o şey, artık bir canavardır ve tek derdi, sizin varlığınızı yok etmek, sizi kapana kıstırmak, susturmak ve katletmektir.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş süreci de dahil olmak üzere, Tanzimat zamanında gelenekselleşmeye başlamış bir düşman yaratma üzerine kurulu. Siyaset bilimi bu konuda hemfikir: Ulus devlet yaratabilmek, ulus devlet olarak kalabilmek için sınırlar içinde yaşayanların çoğunluğunu tehdit eden ortak bir düşman bulmak şart. Bu düşmanlar Türkiye açısından önce dış düşmanlardı—vatanın bütünlüğüne karşıydılar. Daha sonra iç düşman olarak her dönemin geçer akçesi Kürtler esas düşman olarak ortaya kondu. Kürt düşmanlığı CHP’nin, DP’nin, AKP’nin, MHP’nin ve bugün var olan veya olmayan diğer nice partinin uluslarını korumak üzere birleştiği nokta hâline geldi. Hattâ bir adım öteye de götürebiliriz: Sınırın diğer tarafında akrabaları kalan insanlardan sopayla bir millet kurmak, yani Misak-ı Milli, hâli hazırda insandışılaştıran bir uygulamaydı.
AKP’nin uygulamaları, bu geleneğin bir devamıdır. Sadece devamı da değil hattâ. Kemalizmin mağdur ettiği ve bu nedenle canavarlaşmış ve canavarlaştırılmış bir kesimin intikam çığlıklarının, tekel ve tekil iktidar ile birleşerek korkunç bir Leviathan’ı yaratmasıdır.
Öyle ya da böyle, AKP bugün, ister tamamen kendi yarattığı terörist düşman FETÖ olsun, ister yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’nin en azılı düşmanı ilan edilmiş PKK olsun, isterse de düşman ilan ettiği diğer kesimler olsun bu insandışılaştırma geleneğini katlayarak devam ettiriyor.
Sadece polisin, askerin insanları bir eve kilitleyip yakmalarından, çocukların cansız bedenlerinden asker kurşunlarının çıkmasından, zamanında sınırlarda çantaların içinde öldürülen bebeklerden, devlet eliyle mümkün kılınmış otel ve azınlık yakmalardan, zorunlu sürgünlerin sistematik ve planlı katliamların kılıf uydurma çabası olmasından öteye gitmemelerinden bahsetmiyorum.
Her gün bunu destekleyen kitle kişisinden ve onun kendisine düşman ilan ettiği kesimi insandışılaştıran söyleminden de bahsediyorum.
Düşmanın insandışılaştırılması ile şiddet, türlü akla hayale gelmeyecek işkence artık AKP’yi destekleyen kitle insanı için sadece normalleşmekle kalmıyor, bu yapılanlar düşmana “müstehak” deniyor.
Bugün de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kanlı tarihinde neredeyse her hükümette olduğu gibi, AKP’nin siyaset yaratısında insandışılaştırma en önemli araçlardan biri. Kemal Gün’ün oğlunun kemiklerini istiyor olması başlı başına bir insandışılaştırma. Kimse, çocuğunun kemiklerini devletten istemek zorunda bırakılmamalı. Ama süreç, hâlihazırda mağduru tekrar tekrar mağdur etme ve Kemal Gün’ü devlet ve çoğunluk nezdinde tekrar insanlıktan çıkarma eylemi olarak ilerledi. Kemiklerinin Gün’e ulaştırılmasına karar verdikten sonra bile yılmadı muktedirin bu siyaseti. Kemal Gün’ün kemikleri nasıl alacağından, nereye gömeceğine kadar her aşamada devlet, Kemal Gün’ü bir terörist babası olarak hak ettiği yere koydu. Kendi gösterdiği mezarlığa gömülmezse, kimsesizler mezarlığına gömüleceği ile tehdit etti. Ana akım medya da bu insandışılaştırmada kendine düşen rolü başarıyla icra etti: Devlet, DHKP-C’li bile olsa, bir vatandaşının isteğine yanıt vermişti.
Bir hukuk adamının, amacını ve derdini gayet net ve açık haykıran bir insanın karşısına geçip de “Ölümden çıkarınız nedir?” diye sorması, herhalde bu düşman bellediği iki insanı insan olarak görebildiği bir durumda mümkün olamazdı.
Bu insandışılaştırma, sadece retorik ve uygulama ile gerçekleştirilmiş değil, aynı zamanda hukuk ile de garanti altına alınmış durumda. Kemal Gün, Kabahatler Kanunu kapsamında kamu yerini işgal ettiği için para cezasına bile çarptırıldı. Semih Özakça ile Nuriye Gülmen’in tutuklanma gerekçesi, “tutuklanmamaları hâlinde adaletin işleyişine zarar verecekleri”. Yani neredeyse iç ilişkilerimiz de Bush’un Afganistan işgalini meşrulaştırmak için ortaya attığı (preemptive) Bush Doktrini’ne benzer hâle geldi, hukukta niyet okumasına geçildi. Semih Özakça ile Nuriye Gülmen’in dışarıda bulunmaları, ceza hukuku açısından bir suç teşkil etmese bile, ileride potansiyel olarak edebilir, denildi.
Potansiyel suçluluk, hukukun insandışılaştırılması ile el ele giden bir uygulamadır. İtalyan kriminolog Cesare Lombroso’nun 1860’larda ortaya koyduğu kalıtsal suç eğiliminin ve kafatasçılığın bir tık üzerinde durur. AKP’nin uygulaması, Lombroso’nun savındaki gibi ırksal bir kafatasçılık değil, sosyal bir kafatasçılık yaratır: Gezici misiniz, suça meyillisiniz! Açlık grevi mi yaptınız? Suça meyillisiniz. İnsan Hakları Anıtı’nın önünde devleti protesto mu ettiniz? Suçlu olmasanız bile, suç işlemeniz an meselesi. Yani iyi ve ahlaklılar, gerçekten insan olanlar bunları yapamaz. Demek ki, gerisi insan değil. Demek ki, müstehak.
Yine de, AKP’nin bugünkü insandışılaştıran, ırkçılığa sosyal ayrımcılığı, cinsel ayrımcılığı ve politik ayrımcılığı ekleyen uygulamalarını, sadece AKP’nin sorumluluğu olarak değil, bir geleneğin devamı olarak görmek, CHP gibi hiç olmayacak yerlerden medet umarak zaman kaybetmemek açısından önemli. AKP, İslamcılar ve Kemalistler Türkiye Cumhuriyeti’nin bu insandışılaştırma üzerine kurulu düşman yaratan geleneğini elbirliğiyle inşa ettiler. Sıkıştıklarında, bugün de gördüğümüz gibi, hep birbirlerinden destek aldılar. Hukuksuzluk belki de bundan otuz beş yıl önce böylesine göz önünde değildi—çeşitli multimedya araçlarının ve bilgiye ve gerçeğe erişim ile mümkün olan kitle uyanışının eksikliği nedeniyle. Köylerin boşaltılması emri de, kimyasal silahla cezaevlerindeki siyasi suçlulara saldırma emri de devletin hukuku tarafından verilmişti.
Devletlerin, hükümetlerin, faillerin ve katillerin eylemlerini anlama çabalarımızda çoğunlukla devletlerin, hükümetlerin, faillerin ve katillerin davranışlarını, yapıp ettiklerini değerlendiremeye yöneliyoruz. Evet, AKP bir geleneğin açık devamıdır. Sanki AKP’den önce bütün bu pratikler hiç var olmamış gibi davranıp eleştirmenin nasıl bir elitizme tekabül ettiğini daha farklı incelemek gerekiyor.
Fakat, öyle ya da böyle, AKP’nin öncesinde de AKP döneminde de var olan bir kilit unsuru, bütün bunları mümkün kılan bir varlığı hep es geçiyoruz, ve ben hep aynı noktada takılıyorum: Kitle. Belki de, bir arkadaşımın dediği gibi, öncelikle mücadele ettiği açlık ve sefalet ve sonra da eksik insan hakları nedeniyle tiran ve şiddet dolu olsa da güçlünün yanında durmaya zorlandığı için toplumsal bir hafıza kurmasına olanak bırakılmamış bu Anadolu kitlesini, başka bir tarihsel değerlendirmeyle okumak, bize başka türlü cevapları verebilecek anahtar noktadır.