10 yıl sonra mahalle baskısı ve “son baskı”
“Mahalle baskısı” ile “devlet” olma gereği arasındaki uçurumu giderecek bir “Üçüncü Köprü”, bir “Avrasya Tüneli” olmaması, “SON”u getirecek

21.12.2016
Neredeyse 10 yıl oldu…
Duayen akademisyen Şerif Mardin, duayen gazeteci Ruşen Çakır ile, en son yayımlanan kitabını konuşurken, “mahalle baskısı” kavramını ortaya atmıştı.
Sahi; o zamanlar, “duayen” akademisyenler ve “duayen” gazeteciler vardı. Basının ve akademinin durumu çok da parlak değildi ama işini iyi yapanların çalışmalarına her zaman yer vardı.
Oysa 2007 çok karanlık bir yıldı; Hrant Dink’in öldürüldüğü seneydi. Çok karanlıktı fakat şu anki kadar değil…
Herkes, ama herkes için, toptan biçimde bu kadar karanlık değildi.
Mardin, Religion, Society and Modernity in Turkey (Türkiye’de Din, Toplum ve Modernite) adlı kitabı üzerine kendisiyle mülakat yapan Çakır’a, sorusu üzerine, kitaptaki atıflara istinaden “mahalle baskısı” kavramını yorumlamıştı.
Mardin’in ortaya attığı düşüncelerden türeyen “mahalle baskısı” kavramı o gün bu gündür bizimle.
2017’ye ne kaldı şunun şurasında? Bu kavramı bir yeniden ziyaret etmenin zamanı değil mi?
Neticede…
10 yıldır, sabah akşam herkes, “mahallelerden” bahsediyor; gerek medya, gerekse de akademik olarak bu kavramdan hareketle konuşuyor.
Acaba, bu kavramı gerçekten anladık mı, bu kavram üzerinden neyi nasıl tartıştık ve bundan sonra neyi nasıl tartışacağız diye düşünmenin sırası değil mi?
Öyle karmaşık, karanlık ve “fikrin”, “düşüncenin”, “bilginin” öyle yenik düştüğü, öyle anlamsızlaştığı bir zamandayız ki… Değil “mahalle baskısı”, tüm düşünceler, fikirler çöpe atılabilir gibi… Tüm bilgiler, veriler yok sayılabilir, anlamsızlaşabilir.
“Post-mahalle”, “post-bilgi”, “post-gerçek” haller…
Oysa, gerçekten doğru veri ve bilgi, gerçekten objektif düşünce ve yorum ne kadar kıymetli… Öyle değil mi?
Tarihin, çevirmekte sabırsızlandığı ama biz fanilerin kısacık ömürlerinde, bitmek tükenmek bilmeyen “o son anların” uzayıp uzadığı bugünlerin sayfası çevrilirken zaten, herkes ama eksiksiz herkes, öyle olduğunu anlayacak.
Gerçekten doğru veri ve bilgi, gerçekten objektif düşünce ve yorum ne kadar kıymetli! Ve adalet; hukuk devleti, gerçek adalet ne kadar önemli değil mi?
Bunu, herkes eksiksiz, istisnasız bilecek.
En çok bugünün mağrurları bilecek; ne acı değil mi?
Gelecek, gelmekte olduğu için; bugünün sayfası çevrilmekte olduğu için, işte tam da bu nedenlerle, sayfayı devirmekte olan “sebebi”, “nedeni”, kavramı bir hatırlamak lazım.
Bana kalırsa, bugünlerin sonunu getiren “mahalle baskısı” olacak… “Mahalle baskısı” ile “devlet” olma gereği arasında açılan uçurum ve bu uçurumu birleştirecek bir “Üçüncü Köprü”, bir “Avrasya Tüneli” olmaması, “SON”u getirecek.
Tarih tekerrür…
Hayaller Halep, gerçekler Ankara.
Hayaller Şam, gerçekler Ankara.
Hayaller Bağdat, gerçekler Ankara.
Hayaller Kâbil, gerçekler Ankara.
Hayaller en en başta Viyana, gerçekler Ankara.
Ve bugün…
Evet, maçı uzatmalara alırsınız ama her zaman penaltılar var sonunda.
Şerif Mardin’in, “mahalle havası” veya “mahalle İslam’ı” diye de bahsettiği sosyal psikoloji hali, bir grup dinamiği idi aslında: ama İslam dinine ve Osmanlı toplumuna has özelliklerle şekillenmiş biçimde…
“Normal” bir ülkede, Mardin’in ortaya attığı ve Çakır’ın yakaladığı bu kavram, anlaşılmaya çalışılırdı. Fakat, daha o zaman, mesele anlaşılmadan, kavram üzerinden kutuplaşıldı. Kavramın tartışıldığı tek parametre, tek esas Adalet ve Kalkınma Partisi oldu.
Yüzlerce yıllık tarihte bir baki kavrama karşılık bir fani kavram.
O kadar paspaslaştırıldı ki “mahalle”, sonunda medyada “sizin mahalle”, “bizim mahalle” diye, en seçkin kesimlerin (medya ve politika seçkinlerinin) birbirlerini “sözde ötekileştirdikleri” bir araca dönüştü ve yitti gitti.
Oysa Mardin, tabandan bahsediyordu. Seçkinlerin mahallelerinden değil… Seçkinlerin, iktidarların, kışkırttıktan sonra kontrolünü yitirebilecekleri “canavarlardan”, Frankensteinlardan bahsediyordu.
Mardin’in, Çakır ile söyleşisini okuduğumda toy bir gazeteci idim. Ve şu ifade, bugüne kadar zihnimde yankılanmayı kesmedi: “Türkiye’de ‘mahalle baskısı’ diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu.”
Sonra şöyle devam etmişti Mardin sözlerine:
“Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla AKP değil de, bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır. Bu havanın İran Devrimi’nde çok etkili olduğuna inanıyorum. Türkiye’de de çıkabilir bir gün. 10-20 sene öncesine kıyasla daha az şansı var ama bugün o havayı pompalayan başka şeyler, tuhaf oluşumlar, birtakım olaylar var. Bazı İslamî alt-çevreler ortaya çıkıyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslamî alt-çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi döver. Demem o ki AKP uzun vadede, eğer böyle bir hava gelişirse ona biat etmek zorunda kalabilir.”
Tam 10 yıldır benim kafamda, zaman zaman bu sözler gitti geldi ve sorular da… Neden, bir nevi idealle ortaya atılan Jön Türklere atıf yaptı Mardin; iktidar gücünü sonunda eline geçiren İttihat ve Terakki’ye değil?
Korkan tam olarak kim ve ne zaman, nasıl; neden bundan bahsetmedi?
Mardin’in mülakat konusu olan kitabında, mahalleden, daha çok bir eğitim birimi, yaşamsal varlık alanı olarak bahsediliyor… Mardin, “mahalle”nin, yaşamsal alanımızı her şeyden önce; ebeveynler, eğitim ve hattâ “mahallenin kendisi” ne kadar belirleyici derece şekillendirebileceğini anlatıyordu aslında.
Mahalle de, “Beyaz Türkler” ve hatta sonradan şekillenecek olan her türlü kesimden “rezidanslarınki” değil, İslamcı düşünce ile şekillenecek olan tabanlardı…
Ne yapıyor bu tabanlar? Bilmiyoruz… Seçkin devlet, seçkin millet, seçkin politikacılar, seçkin asker, seçkin emniyet, seçkin polis, seçkin bürokrat, seçkin gazeteci, seçkin akademisyen, seçkin istihbarat da bilmiyor.
Bilseler, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde, Ankara’da, son derece kritik ilişkilerin yürüdüğü veya yürüyemediği ama yürüyor izlenimi verildiği Rusya Federasyonu’nun Büyükelçisi Andrey Karlov’un suikastı yaşanmazdı. Bildiğimiz hâliyle, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin o yüzlerce yılda oluşturulmuş, ilmek ilmek örülmüş bürokrasi geleneği asla, hiçbir biçimde o suikastın gerçekleşmesine izin vermezdi.
Türkiye Cumhuriyetinde en son gerçekleşen bir diplomat suikastının, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) üyeleri Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir, Mahir Çayan, Necmi Demir, Oktay Etiman ve Ziya Yılmaz’ın, 17 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırması sonucu gerçekleştiğini anımsayalım. O dönemin istihbaratında ve emniyet güçlerindeki kutuplaşma ve “derin” halleri de…
1970’lerde dahi “kontrollü” olan kutuplaşma, bugün toplumun hücrelerine her an, her dakika Ankara kontrollü “medya” tarafından yayılıyor. 2007’de, yasaklı sayılmayacaklar dahi hapiste veya baskı altında… Ama “mahalleye”, sabah akşam “AK” kisvede yayın ve propaganda yapacak herkes sonsuz derecede serbest.
Gelin görün ki, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti de bir devlet. Ve, “mahalle” değil “devlet” davranışları sergilemesi gerekiyor.
Ama şimdi bu iş nasıl olacak; “mahalleyi” dipten fütursuzca ve yıllarca kışkırttıktan, “devlet hâli” nasıl varlığını sürdürecek…Ne yapacak? Kendi varlığı, uluslararası dünyada temsil etmesi gerektiği pragmatik ve elastik hâl ile, tabanına empoze ettiği, aşıladığı radikallik arasındaki uçurumu ne yapacak?
Mahalle baskısı, tam da tabanda… Asla yerine getirilemeyecek çılgın projelerin telekinezi dünyasında çığırından çıkanlarda… Kendi öz insanını, komşularını, vatandaşını çiğ çiğ yiyecek kadar kendinden geçenlerde…
Bu kutuplaşma balonunu söndürmeyen, ülkenin ve kendinin sonunu getirir. Oysa… Kutuplaşma balonu oldukça, “son gelmez” diye umut edenler var. Bu bir paradoks. Mahalle paradoksu…
Dahası, bana kalırsa, bugün iktidara ve koltuklarına yapışanların sonunu, tam da bu aşırı güvendikleri “mahalle” ve bir türlü “korkamadıkları”, malum ve meşum “mahalle baskısı” getirecek.
Hani, derler ya; “neyi dilediğine dikkat et.”
“Gerçek olabilir” çünkü…
Taban ve üstü; üstü ve taban. Olmak veya olmamak…Ve olan ile olmayan arasında açılan makas; vaat ile “gerçekler” arasında. İşte bütün mesele de bu.