Türk dizi sektörünün karanlık yüzü

“Sektörü batırmak mı istiyorsunuz’’ tehditleriyle oyuncuların yüzde 90’ı sosyal güvenliksiz ve tam bir kölelik sözleşmesiyle çalıştırılıyor

ASLI TUNÇ

07.02.2016

 
Türk dizilerinin dünyada yetmişten fazla ülkede küresel bir popüler kültür olgusu olduğu artık kabul edilen bir gerçek. Sadece 2015 yılında 15 dizi 250 milyon dolardan fazla ihracat geliri getirdi. Ortadoğu, Balkanlar, Türki Cumhuriyetler ve en son da Latin Amerika dizilerimizle çalkalanıyor. Dünyanın ta bir ucunda insanlar Fatmagül’ün suçundan, Binbir Gece’nin Şehrazat’ına, Muhteşem Yüzyıl’ın pırıltılı kostümlerinden, Aşk-ı Memnu’da Kıvanç Tatlıtuğ’un yakışıklılığına kadar sayısız magazin konularıyla meşgul. Kültür ve Turizm Bakanlığı da dizi sektörünün her geçen yıl artan uluslararası başarısından pek memnun.  Daha önce bir dizi bölüm başına  35-50 dolara satılırken bugün bu rakam 500.000 dolara kadar fırlayabiliyor. Son dönemde diziler 12 Latin Amerika ülkesine satıldı. Örneğin bu durum Ezel dizisinin 380 milyon izleyiciye ulaşması demek. Arjantin, Şili, Bolivya, Paraguay, Peru ve Kolombiya’da Türk dizileri inanılmaz revaçta. Hatta Bolivya’da doğan bebeklere Ezel isminin konduğu bile söyleniyor. Varın gerisini siz düşünün artık.
 
Siyasi iktidar bu başarıyı yumuşak güç (soft power) olarak Türkiye’nin olumlu imajını dünyanın uzak köşelerine yaymada bir araç olarak kullanma peşinde. Bu çaba AKP iktidarının yeni Osmanlıcılık teziyle de pek güzel örtüşüyor. Popüler kültür yoluyla hayranlık yaratan, her daim keşfi arzulanan ve bu şekilde uzak toprakların kendine bağlandığı dev bir imparatorluk hayali. Bunlar işin siyasal boyutu elbet. Cinselliği minimum, romantizmi ve aksiyonu bol olan klişe anlatımlar, yüzeysel karakterler, muhafazakâr kadın ve erkek temsiliyetleri, kaba hatlarla çizilmiş iyi-kötü ayrımları ve kör kör parmağa anlatılan ahlakçı hikâyeleri güzelce paketleyip satmak da bir başarı kuşkusuz.
 
Bu, dizi sektörünün ekranlarda gördüğümüz, kimi oyuncularına hayran olduğumuz ve bir sonraki haftayı heyecanla beklediğimiz hoş kısmı. İzleyici olarak sadece bu kadarını biliyoruz haklı olarak. Bir de işin bambaşka ve hiç de pırıltılı olmayan bir karanlık yüzü var. O da oyuncuların çalışma koşulları yani sahnenin arka planı.
 
Karşımda oturan pırıl pırıl genç kadın Oyuncular Sendikası Hukuk Müşaviri Avukat Sera Kadıgil. Onunla dizi sektörünün oyuncu perspektifini konuşmak için buluştuk. Anlatacak çok şeyi olduğunu biliyorum. “Ah hocam nerden başlasam, durum çok fena” diye iç çekiyor ve sadece inandığı bir dava uğruna mücadele veren insanlara özgü o coşkuyla anlatmaya başlıyor.
 
“O hep bilinen ve astronomik paralar aldığı yazılıp çizilen oyuncular var ya, en fazla 50-60 kişi onlar. Biz onlara A+ star oyuncular deriz. Oysa bu sektörden 10 bin civarı kültür ve sanat emekçisi ekmek yiyor. Veri tabanımız henüz olmadığı için tam sayıyı bilemiyoruz. Bu nedenle 2011 yılında Oyuncular Sendikasını kurduk. Şu anda 1300 üyemiz var. Sahne, perde, ekran, mikrofon aktörlerinin hepsi bu sendikaya üye olabilirler. Sendikada Beran Saat ve Kenan İmirzalıoğlu gibi yıldız oyuncular da var.”
 
Kadıgil, oyuncuların çalışma koşullarının felaketini ve onların haklarını nasıl koruyabileceklerini anlatıyor. Öncelikle işin hukuksal kısmına bakalım.
 
Sosyal Güvenliğe ilişkin 5510 sayılı Kanunun 4. maddesinde açıkça “Oyuncular 4/A üzerinden sigortalanır” şeklinde ve hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak netlikte bir hüküm var. Sonuçta oyuncuları ilgilendiren kanun doğrudan İş Kanunu ve oyuncular da işçi olarak tanımlanmalı. Kanun hükmü bu kadar açık olduğu halde uygulanmıyor.
 
Oysa uygulansa 4/A’lı olmak Kadıgil’e göre uzun ve insani olmayan çalışma saatlerini, oyuncuların yapımcının adeta kölesi olmasını, ücret ve cinsiyet eşitsizliğini, ünlü-ünsüz arasındaki uçurumu ve emekli olamamayı anında çözecek. Ancak bu açık hüküm uygulanmıyor çünkü denetimi yok, yaptırımı yok. Maliyetin artacağı iddiasıyla, aman sektörümüze zarar gelmesin, hazır yükselen bir ivme yakaladık gibi gerekçelerle sorunlar hasıraltı ediliyor. ‘’Siz sektörümüzü batırmak mı istiyorsunuz’’ diye tehditlerle oyuncuların yüzde 90’ı serbest meslek makbuzuyla çalıştırılıyor. Sonuçta oyuncu sosyal güvenlik ve emeklilik anlamında serbest meslek, ancak çalışma koşulları olarak işçi gibi çalışıyor.
 
Bir de Kadıgil’in “kölelik sözleşmesi” diye adlandırdığı oyuncu kontratları var. Standart kontrata imza 39 bölüm için atılıyor. Ancak yapımcı bunu istediği kadar uzatabiliyor ya da dizi tutmazsa şak diye iptal edebiliyor. İş garantisi diye bir şey yok, yapımcı oyuncuyu anında kovabiliyor.
 
Dizi sektörü dünyası hiyerarşik bir acımasızlık sarmalı. Yapımcı kendini kral sansa da kanala karşı gücü yok. Ancak âlemlerin kralı tabii reklamveren. Eh, kapitalist eğlence sektörüne hoş geldiniz!
 
Kölelik sözleşmesi için isimsiz oyuncular gıkını bile çıkartamıyor zaten çoğu da ekranda görünmek ve şöhretin ilk basamağına adım atabilmek için her türlü koşula razı.  İsimsiz genç oyuncular sistemle mücadele edemeyeceklerini ve seslerini çıkardıklarında hızla başka biriyle yerlerinin doldurulacağını çok iyi biliyorlar.
 
Çocuk oyuncu meselesi ise Kadıgil’ı en çok yaralayan konu. Çocuk oyuncular tamamen hukuka aykırı çalıştırılıyor. Bir kısmı anne babanın para ve şöhret hırsının kurbanı olmuşlar. Bebekler bile bu acımasız çarkın bir parçası. Kadıgil son dönemde İş Kanununa çocuklar için madde eklendiğini (71. Madde) ve çocukların izin almak kaydıyla ve günde 4 saati, haftada 30 saati geçmemek suretiyle çalışabileceğini söylüyor. Ancak tahmin edersiniz ki bu maddenin de ne denetimi ne de yaptırımı bulunuyor.
 
Kadıgil’le vedalaşıp ayrılıyoruz. Şimdi sıra bir oyuncunun ağzından çalışma koşullarını dinlemekte. Değerli tiyatro ve dizi oyuncusu Tilbe Saran aynı zamanda sektörün iyileştirilmesi için mücadele veriyor ve Oyuncular Sendikası Genel Sekreterliğini yürütüyor. Şu sıralar onu Star TV’de yayınlanan Göç Zamanı dizisinde Mardinli bir Anadolu kadınını canlandırırken görebilirsiniz. Bir tiyatro sanatçısı televizyonda nasıl oyunculuk dersi verir diye merak edenler Tilbe Saran’ı mutlaka izlesin derim.
 
Onunla da sektörden gelen biri olarak çalışma koşulları üzerine sohbet ediyoruz. “Olaysız, kazasız set yok” diyor. Sonra ölümle sonuçlanan, organları kopan, yanan, psikolojik sıkıntılar çeken set örneklerini anlatmaya koyuluyor. O anlattıkça dehşete düşüyorum. İnsanın ‘’bu kadar da olmaz’’ diyesi geliyor.
 
Setlerde iş güvenliği sıfır, hijyen koşullar ise lüks sayılıyor; “en hafifinden mikrop kaparsınız, zatürre olursunuz ya da kafanıza spot ışık düşer” diyor Saran. “Sette 150 kişi aynı tuvaleti kullanır. Oyuncular olarak tuvaleti kullanmamak için sıvı tüketmeyiz” diye ekliyor. Kar üzerinde yazlık elbiselerle yapılan çekimler, soğukta ağızdan duman çıkmasın diye oyuncuların ağzında buz ile oynaması, kuru sıkıyla ya da içinde mermi unutulmuş silahla sette koşturanlar, köreltilmemiş bıçaklar, zamana karşı stresli bir yarış, müthiş bir reyting baskısı, bunun set çalışanlarına yansıması, teknik ekip ve oyuncular arasında taciz ve mobbing vakaları Saran’ın anlattıklarının bazıları.
 
Setlerde uzman çalışan olmadığından, iş güvenliği düşünülmediğinden ve risk analizleri yapılmadığından yaşanan kazalar ve yaralanan oyuncular da işin cabası. Set ışıkçısı yerine elektrikçi, patlayıcıları yapan ise çaycı olursa gerisini siz düşünün artık. Pek çok dizinin çatlama, patlama ve yangın sahnelerinde yaralanan, zehirlenen ve yanan oyuncular olması kaçınılmaz. Bu tür yangın sahnelerinde en ucuz yanıcı madde ve lastik yakıldığı için her an her şey olabiliyor.
 
Saran, bana çekimde elektroşok makinesinin yanlışlıkla fişte olması, aletin denetimsiz ve cahilce kullanımı sonucu ölümden vücudunda yanıklarla kurtulan bir oyuncunun öyküsünü anlatıyor. Her hafta soluksuz bir koşuşturma, son anda senaryoya eklenen ve çıkarılan sahneler, kanalın beğenmemesi sonucu son dakikada senaryoda öldürülüp diziden atılan ya da ikizi çıkartılan mantık dışı anlatılar.
 
Her hafta rahat koltuklarımıza kurulup sevdiğimiz diziyi izlerken o dizi için 150 kadar kişinin bu denli güç çalışma koşullarında, hukuksal haklarından feragat etmiş vaziyette, iş güvencesi olmadan, ölümüne bir tempoyla çalıştıklarını unutmayalım. Öncelikle pırıltılı bir dünyanın acı gerçeklerini konuşmakla işe başlayalım.