Filler tepişirken

Türkiye “cihanda sulh, yurtta savaş” politikası güdecekse, dış politikada yapılan yamalar ancak bir sonraki PKK çatışmasına kadar tutar

EFE KEREM SÖZERİ

03.07.2016

Savaşın gürültüsü yüzünden odaklanamadığımız bir denklem var: Çatışmalarda ölen insanlar, masada uzlaşmayı beceremeyen politikacıların kurbanları.

“İsrail Diz Çöktü”, “Çok Şımarmışlardı, Gereği Yapıldı” diye coşan şovenist sayıklamaları bir kenara koyabilirsek, Gazze ve Suriye sorunlarını bu agresif liderlerin insafına bırakmış olmanın zararlarını konuşmak mümkün olacak. Belki sıradaki ölümü engellemek için bir masa kurmaya vesile de olur. 

 

Çeviride kaybolan özür: Извините

12 Haziran’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım, Rusya’nın milli gününü tebrik etmek için muadilleri Putin ve Medvedev’e birer mektup yazdılar, ilişkilerin düzelmesini istediklerini belirttiler. Putin, Rusya savaş uçağının düşürülmesi karşısında resmi özür ve tazminat şartlarını daha ilk günden söylemişti; bu şartlar yerine getirilmediği için Türkiye’ye aylar boyunca kapsamlı bir ekonomik ambargo uyguladı. Krizin çözülememesi Türkiye’yi sadece ekonomik anlamda değil, diplomasi ve sınır güvenliği alanlarında da zayıflattı, örneğin Suriye meselesinde PYD’nin gücünü artırarak ve Türkiye jet uçaklarının Suriye’de hava saldırıları düzenlemesini engelleyerek. Tüm bu zararlardan sonra hükümet Rusya’nın taleplerini yerine getirilmeyi arka kapılar ardında kabul etti, özür içinse Erdoğan’ın itibarının daha az sarsılacağı bir zamanın beklendiği söyleniyordu. İsrail ile varılan mutabakatın iç politikada ‘zafer’ olarak satılabileceği gün, Erdoğan’ın Putin’e yazdığı özür mektubu açıklandı.
 

Kremlin’in sitesinde Rusça orijinalinden alıntılar yapılan mektupta Erdoğan, “Bizim hiçbir zaman Rusya Federasyonu’na ait uçağı vurmak gibi bir isteğimiz ve kastımız olmadı: ██████████.  Ölen Rus pilotun ailesine üzüntülerimi ve en derin taziyelerimi iletiyorum. Acılarını tüm kalbimle paylaşıyorum. Rus pilotun ailesini bir Türk ailesi olarak görüyoruz. Acıların hafifletilmesi ve zararın büyüklüğü karşısında gerekli tüm girişimlerde bulunmaya hazırız.” diyor.

Alıntıdaki özür ifadesinin üstünü kapattım, çünkü günlerdir Cumhurbaşkanlığı sözcüsü ve havuz medyası Erdoğan’ın aslında özür dilemediğini, “kusura bakmayın” dediğini kabul ettirebilmek için büyük bir çaba harcıyor. Doğrusu, mektupta daha samimi bir özür için kullanılabilecek Rusça “простите” sözcüğü yerine “извините” kelimesinin seçilmiş olması, Erdoğan’ın iç politikadaki ‘güçlü lider’ imajını sarsmamak için dili eğip bükme hazırlığının önceden yapıldığına kanıt. Ama özür ifadesini kapatıp mektubu tekrar okusanız bile, Türkiye’deki siyasi iktidarın hatasından pişman olduğu ve durumu telafi etmek istediği gerçeği değişmiyor. Peki dış politikadaki bu dönüş iç politikadan bağımsız ele alınabilir mi? Uluslararası basında yayınlanan analizler Erdoğan’ın hem bu özür, hem de aşağıda daha detaylı ele alacağım İsrail mutabakatı ile Türkiye üzerindeki dış baskıyı azaltıp başkanlık yolunu açmayı hedeflediğini söylüyor. Davutoğlu’nun istifaya zorlanması da bu amacın, Erdoğan’ın alternatifsiz ‘tek adam’lığının, bir parçası olarak değerlendirmeli.

[Kaynak: NetGazete arşivi, Güneş25 Kasım 2015 ve 28 Haziran 2016 tarihli birinci sayfaları.]

SU24 neden vuruldu?

Türkiye’nin Suriye sınırına yönelik tehdit algısı, Haziran 2012’de Türkiye Hava Kuvvetleri’ne ait bir uçağın sınır ihlali gerekçesiyle Suriye tarafından düşürülmesi üzerine artırıldı. Erdoğan o zaman Esad’ı eleştirirken, “Kısa süreli bir sınır ihlalini kimse haksız, hukuksuz, vicdansız bir saldırı için mazeret olarak gösteremez” demişti.

Buna rağmen Türkiye her türlü sınır ihlalini saldırı sebebi sayan yeni angajman kuralları belirledi ve uygulamaya döktü: Eylül 2013’te Suriye’ye göre “sınırdaki terörist geçişlerini kontrol eden” bir Suriye helikopteri ile, Mart 2014’te “El Nusra’nın elindeki Latakya bölgesini bombalayan” bir Suriye jet uçağı Türkiye sınırını kısa süreli ihlal ettikleri için düşürüldü. Suriye, muhaliflerin kontrol ettiği bölgelerde öldürülen bu pilotların cenazelerini dahi geri alamadı.

2015 Eylül ayında ise Rusya, Esad rejimi ile savaşan silahlı muhalif gruplara karşı Suriye’nin hava harekâtlarına katılmaya başladı. Uluslararası gözlemciler, bu ortak hava saldırılarında hastanelerin de hedef alındığını, binlerce sivilin katledildiğini rapor ettiler.

Türkiye ise özellikle Hatay sınırında bulunan Lazkiye’deki muhalif Türkmen grupların hedef alınması nedeniyle Rusya’yı uyarmıştı. Suriye ve Rusya’nın özellikle bu sınır bölgesinde operasyon düzenlemesinin sebebi, Türkiye sınırından muhalif gruplara, örneğin El Nusra’ya ve Çeçen savaşçılara verilen desteği kesebilmek.

İşte 24 Kasım 2015 sabahı Rusya Hava Kuvvetleri’ne ait SU24 (Sukhoi) tipi jet uçağı ile NATO üyesi Türkiye’nin bir F16 uçağını karşı karşıya getiren durum bu.

Fakat bu krizden henüz bir ay önce, Ekim 2015’te, daha uzun süreli sınır ihlallerinde bulunan Rusya jetlerinden farklı olarak, bu sefer diplomasi ile değil füzelerle cevap verilmesi, bir ‘’pilot hatası’’ndan değil, füzeli cevaba önceden karar vermiş olan siyasetçilerin hatasından kaynaklanıyor.

Diken’den Tunca Öğreten’in görüştüğü bir emekli savaş pilotu, hükümetin Rusya uçağını politik bir kararla, “planlı, isteyerek ve bilerek” vurduğunu söylemişti; öyle ki, 1100 metrelik sınırı sadece 15 saniye boyunca ihlal eden Rusya uçağının tam sınır hattında vurulabilmesi için 10 km ötedeki F16’dan füzenin önceden (sınır ihlali henüz gerçekleşmeden) ateşlenmiş olması gerekiyor. Yani Türkiye, Suriye’deki kara hedeflerine saldırı düzenleyen bir Rusya uçağının sınır ihlali yapma ihtimaline göre hazırlık yapmış, ihlal gerçekleştiği anda da uçağı düşürmüş.

Bu noktada hatayı hemen kabul edip krizi büyümeden durdurmak ve Suriye’nin sorununa odaklanmak yerine, iki lider de iç politik kazanımlara yönelik açıklamalarla sorunu daha da büyüttüler. Örneğin Putin “teröristlerin suç ortakları tarafından sırtımızdan bıçaklandık” derken, Erdoğan muhtarlar buluşmasında "aynı ihlal bugün yapılsa Türkiye aynı karşılığı verir" dedi. Aynı günlerde AKtroller ile Putin’in trolleri de kendi maço dilleriyle Twitter’da savaşıyordu. Bu tutum iki ülkedeki popülist tabanı da çözümden uzaklaştırdı, iç politikadaki yozlaşma dış politikadaki sorunun çözümüne en önemli engel oldu.

Vahim sonuçları olabilecek uluslararası bir krizde Erdoğan’ın neden bu kadar agresif bir iç politik söyleme ihtiyaç duyduğunu anlamak için, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a sertleşen militer siyaset içinde frene basıp özür dilemenin Erdoğan’a kaybettireceği itibar hesaba katılmalı. Soru sormayı unutup birer propaganda aracına dönüştürülen gazeteler ise Rusya’nın ambargosuyla değişen rüzgârların bir çetelesi olarak arşivde duruyor.

 

yenisafak_271115_280616.png

[Kaynak: NetGazete arşivi, Yeni Şafak, 27 Kasım 2015 ve 28 Haziran 2016 tarihli birinci sayfaları.]

 

Paranın gücü: İsrail krizi 6 yıl, Rusya krizi 7 ay sürdü

Ocak 2009’da Davos’ta yaralanıp Mayıs 2010’da Mavi Marmara’da dibe vuran İsrail ilişkileri ile karşılaştırıldığında, Rusya krizinin bu denli kısa sürmesinin önemli nedenlerinden biri ekonomik: Putin, Rusya uçağının vurulmasını takip eden bir ay içerisinde Türkiye’ye yıllık maliyeti 10 milyar dolar olacak büyüklükte bir yaptırım paketini uygulamaya koyarken, Türkiye on vatandaşının ölümüne karşılık İsrail’e yönelik ekonomik yaptırımlar uygulamadı; aksine, Türkiye-İsrail ticaret hacmi 2009’dan beri iki kattan daha fazla büyüdü, yaklaşık 6 milyar dolara ulaştı.

Aşağıdaki iki grafik, Rusya’nın Türkiye’ye Ocak ayından itibaren yürürlüğe koyduğu yaptırımları aylık ihracat verileriyle, Türkiye’nin İsrail’e uygulamadığı yaptırımları ise yıllık ithalat verileriyle gösteriyor.

 

TR-RU_ihracat_12aylık.png
[Kaynak:
TÜİK, ülkelere göre İhracat (.xls) istatistikleri]

 

Aralık ayında karara bağlanan ve Ocak ayından itibaren uygulanmaya başlanan yaptırımlarla Rusya Türkiye’den pek çok ürünün ithalatını büyük ölçüde kısıtladı. Kasım 2015’te en çok ihracat yapılan 8. ülke olan Rusya, Ocak 2016’da ilk 20 ülke arasında bile yer almadı. 2016’nın ilk üç ayında bir önceki yıla göre yüzde 74 düşen Rusya’ya sebze-meyve ihracatının yeni adresi ise İsrail oldu.
 

IL-TR_ihracat_12yıllık.png

[Kaynak: TÜİK, ülkelere göre İthalat (.xls) istatistikleri]
İsrail’in Türkiye’ye ihracatının yüzde 65’lik bölümü rafine petrol’den
oluşuyor, bugün iki liderin mutabakata varmasını sağlayan en önemli ekonomik etmen İsrail’in Akdeniz’de çıkaracağı doğalgazın Türkiye’ye ihraç edilecek olması.

Türkiye’nin İsrail’e ihracatı da bu rakamların ortalama 500 milyon dolar altında, benzeri bir büyümeyle devam etmiş. Temmuz 2014’te Gazze’de çoğu sivil binlerce Filistinli’nin ölümüyle sonuçlanan operasyon karşısında Anadolu Ajansı’nın yayınladığı haber çok düşündürücü: “İhracatta İsrail'in payı azalıyor”. Haberde Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mehmet Büyükekşi bir yandan İsrail’i suçlarken bir yandan da “ticaretle siyaseti ayıralım” diye ekliyor. Büyükekşi’nin iddiası, İsrail'e satılan malların bir çoğunun Filistin'e gittiği ve bunların çoğunun da temel ihtiyaç malzemeleri olduğu. Bu elbette doğru değil. Türkiye’nin İsrail’e yaklaşık 3 milyar dolarlık ihracatının büyük bir kısmı inşaat malzemeleri, otomobil ve elektrikli aletler; Filistin’e ihracatı ise 2014’te 250 milyon dolar olarak gerçekleşmiş, bunun da yarısından fazlası inşaat malzemeleri, tekstil ve makinelerden oluşuyor. Giden malzemelerin Gazze’nin yeniden inşasında kullanıldığı da şüpheli, çünkü İsrail ambargosu yüzünden sadece Filistin Ulusal Yönetimi (El Fetih) tarafından onaylanan inşaat projeleri için bu malzemelerin geçişine izin veriliyor.

Tüm bunların yanında, AKP hükümeti Mavi Marmara’ya düzenlenen operasyon karşılığında Tel Aviv büyükelçisini çekmek gibi sadece sembolik değeri olan adımlar atmış olmakla birlikte, İsrail’in OECD üyeliğini ve NATO statüsünü güçlendirecek adımlar da attı. Akademisyen Selin Nasi de, tarihsel olarak Türkiye’nin Batı’ya yaklaştığı dönemlerde Türkiye-İsrail ilişkilerinin yakınlaştığına dikkat çekiyor. Peki, uzaklaşacak ne vardı?

Mavi Marmara Aşdod Limanı’na neden gitmedi?

İsrail, Hamas’ın Gazze seçimlerini kazanıp El Fetih ofislerini kapattığı 2006 yılından beri Gazze’ye ekonomik ambargo uyguluyor. Kâğıt üstünde güvenlik amacıyla, “silah yapımında kullanılabilecek malzemeleri engellemek için” konulan sınırlamalar pekala Gazze’deki hayatı çekilmez hâle getirip Hamas’ı zayıflatmak amacı taşıyor. Bu sınırlamalar, Gazze’nin Mısır’a çıkan Refah sınır kapısı ile İsrail sınırındaki kapılarında karadan, Akdeniz kıyılarında ise denizden bir abluka ile sağlanıyor. Mayıs 2010’daki filo yola çıkmadan hemen önce insan hakları örgütü Gisha’nın derlediği bir liste, Gazze’ye yaklaşık 100 çeşit malzemenin girmesine izin verildiğini, çikolata, balık oltası, müzik âleti, A4 kâğıdı ve oyuncak gibi pek çok malzemenin ise çeşitli zamanlarda engellendiğini belirtiyor (.pdf).

Bu liste Gazze’ye yardım götüren örgütlerin deneyimlerinden yola çıkarak hazırlanmış. Yani, Mayıs 2010’da ablukayı denizden delmek için insani yardım ve inşaat malzemeleriyle yüklü altı gemiyle yola çıkan Gazze Filosu, bir ilk değil. Özgür Gazze Hareketi 2008’den itibaren Gazze’ye gemilerle çeşitli seferler yapıp insani yardım ve ilaç taşıdı; Mavi Marmara’nın katıldığı, bu seferlerin dokuzuncusuydu.

30 Mayıs 2010 gecesi uluslararası sularda İsrail Deniz Kuvvetleri tarafından durdurulan filonun yükünü İsrail’in Aşdod limanına bırakması istendi; Aşdod seçeneği, filo yola çıkmadan önce de Türkiye dahil tüm ülkelere iletilmişti. Ancak filo bunu kabul etmedi. Sonunda İsrail donanmasına bağlı askerler gemilere çıktıklarında sadece İnsani Yardım Vakfı (İHH) üyelerinin bulunduğu Mavi Marmara’da fiziki direnişle karşılaştılar. Eylemcilerin sopalarına karşılık gerçek mermilerle karşılık veren İsrail ordusu 9 kişiyi öldürdü, 55 kişiyi yaraladı; yaralılardan biri 4 yıl komada kaldıktan sonra 2014’te vefat etti.

Bugün İsrail’le varılan mutabakat o gün savunulabilecek her şeye tezat: Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin olaya dair hazırlattığı Palmer Raporu’nda İsrail askerlerinin eylemcilere ölçüsüz müdahale ettiği belirtilmiş, abluka ise yasal olarak değerlendirilmişti. BM’nin kendi insan hakları komiserleri ise ablukanın insan hakları hukukuna aykırı olduğunu, Filistinlileri topluca cezalandırdığını ifade ettiler. Mutabakat ile Türkiye hem bu askerlere karşı dava açmayacağını kabul ediyor, hem de insani yardım malzemelerini Aşdod limanına götürmeyi kabul ederek İsrail’in Gazze ablukasını da tanımış oluyor.

Dönemin Başbakanı Erdoğan, filonun askeri müdahaleye uğrayabileceğini tahmin ederek AKP milletvekillerinin gemiye binmesine izin vermemiş, ama filonun İsrail’den izin alması gerektiğini ifade eden Fethullah Gülen’i eleştirirken de “biz izin verdik” demişti. Bugün Erdoğan’ın İHH’yi eleştirip “bana mı sordunuz” diye sorumluluğu üstünden atmaya çalışması en az Rusya özrü kadar keskin bir dönüş, dış politikadaki hesapsızlığın önemli de bir göstergesi:

2013’te defalarca ertelenen Erdoğan’ın Gazze ziyareti, Mısır’da askeri darbeyle iktidara gelen yönetim tarafından iptal edilmişti. General El-Sisi, Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler’e verdiği destek yüzünden böyle bir tavır almış, diğer yandan da Gazze ile Mısır arasında Hamas’ın açtığı tünelleri suyla doldurup kapatmıştı. Bu girişimi, ve genel olarak Gazze ablukasını, Hamas’ın güçlenmesine engel olmak isteyen Filistin devlet başkanı Abbas da destekledi. Kimsenin değerli bulmadığı yalnızlığımızın bir vahim örneği daha.

İç politikada güçlü görünmek için dış politikada kriz yaratan bu sorumsuzluğun dönüşü, pekâlâ içte kriz olarak da yansıyabilir. Ne İHH, ne Mavi Marmara’da öldürülenlerin aileleri, ne de sağ kalanlar bu pazarlıktan mutlu. Ama Erdoğan’ın pazarlıkları her zaman insan hayatından daha değerli olmuştur.

Mevzu Kürtler ise, Gazze ve Suriye teferruattır

Ankara’dan Erbil’e, pek çok uzman Türkiye-İsrail yakınlaşmasının Süriye’deki Kürtler’in elini zayıflatacağına dikkat çekiyor. Rusya’nın kriz zamanı PYD’ye verdiği desteği de düşününce, özrün bir amacının da Suriye’deki Kürt bağımsızlığı ihtimalini azaltmak olduğu düşünülebilir. Ancak, ABD’nin desteğiyle Fırat’ın batısına geçmiş olan Kürtler, Avrupa’nın en büyük tehdit unsuru gördüğü IŞİD ile gerçek anlamda mücadele ederken, IŞİD’in büyümesine göz yuman, Suriyeli mültecileri ise rehine olarak kullanan Erdoğan’ın alandaki işi zor. İstanbul saldırısıyla örgüt Türkiye’ye açıkça meydan okurken bile bu tehdidi henüz önceliği haline getirememiş bir hükümetin bu işin içinden çıkması gerçekten zor. Hillary Clinton’ın zamanında Pakistan’a söylediği gibi, arka bahçenizde yılan besleyip sadece komşularınızı sokmasını bekleyemezsiniz.

Komşu, artık Kürtler; ve IŞİD’le muhtemel bir mücadeleden daha da zor olacak olan şey, Cizre’de bodrumlarda yakılan, Silopi’de sokakta vurulan, Sur’da hunharca yıkılan Türkiyeli Kürtlerin kalbini kazanmak.

Bu fotoğraf çekileli henüz 16 ay oldu:

DolmabahçeMutabakatı.jpg
[Kaynak: Barış Balcı, ‘
İktisatçı gözüyle çözüm süreciBusinessHT, 16 Mart 2015.]

London School of Economics öğretim üyesi Kostas Matakos, Türkiye’deki çözüm sürecinde devletin ve PKK’nin karşılıklı güvensizliğini aşmak için, iki tarafın da sözünü tutmama durumunda yaptırıma uğrayacağı yeni bir kurumsal çatı önermişti. Matakos o günlerce bu çatının Avrupa Birliği olabileceğini düşünmüştü ama fikrin özü geçerliliğini koruyor: Türkiye’nin ve Kürtlerin masaya dönüp barışı konuşabilmesini sağlayabilecek, onlara dış politikada ve ekonomide yaptırımlar uygulayabilecek karmaşık bir ilişkiler ağı var. Örneğin Rusya, ilişkilerin düzelmesi için Türkiye’nin El Nusra’ya desteğini kesmesini istemişti, Soçi’deki toplantıda bu yönde işaretler verildi.

Türkiye kapalı kapılar ardında Esad’la bile barışıp Kürtleri zayıflatmanın yollarını arayacaksa, “cihanda sulh, yurtta savaş” politikası güdecekse, şu an dış politikada yapılan yamalar ancak bir sonraki PKK çatışmasına kadar tutar. Ama eğer Süleyman Şah Türbesi’ni IŞİD tehdidinden kurtarıp Türkiye sınırına taşıyan ‘’Eşme Ruhu’’ hatırlanır da, Kürtlerin Suriye’de sırtımızı yaslayabileceğimiz bir komşu olduğu kabul edilebilirse, o zaman masada barışmak mümkün olabilir. Erdoğan Türkiyeli Kürtleri Kobani’de kaybetti, yeniden bulmak istiyorsa aynı yere bakmalı.