Sen’ler, kendin’ler, şehirler, diktatörler
Gözlerimizi görmez, kulaklarımızı duymaz eden, hem algı kanallarımızı hem vicdanlarımızı tıkayan özel bir felaketin ortayerindeyiz
14.10.2016
“Kendisi hakkında fikir sahibi olmama”, postmodern dönem insanının başlıca karakter özelliklerinden. Üstelik bu basitçe şuursuzluktan ibaret değil. Kendinden bîhaberliğe, genellikle, azıcık izan sahibi herkesi affallatıcı bir pişkinlik, en ufak dokunuşta tın tın öttüğü halde sahibinin altın dolu küp muamelesi yaptığı çakma özgüven, bunları biraraya getirince otomatikman salgıladıkları küstahlık eşlik ediyor.
Ortaya çıkan ve bazen virüsvârî, herkesi sinsice hasta eden, bazen yırtıcı hayvan misali görünür kanlı telefat yaratan sonuçlardan biri, hiçbir özel vasfı, becerisi olmadığı halde her şeye hakkı olduğuna inanan insanlar. Birörnek giyinen, birörnek konuşan, ses tonlarından dahi ayırt edilmeleri zor olan ama her biri kendini dünyanın en özgün bireyi sayan canlılar. Bu canlı türü herhangi bir amaca, hedefe ulaşmak için herhangi bir özel beceri edinmek, mazallah birşeyler öğrenmek, aman! hele hele emek harcamak durumunda değildir. Kendisi, kendisi olduğu için her şeye hakkı vardır, her şey onun olmalıdır, filan…
Mesele çıkmasın, kötüsünden reklamı olmasın diye adını vermiyorum, zaten her tarafta görüyorsunuzdur, vaktiyle spor ayakkabılarından başladığı işi şimdi büyütmüş olan bir giyim firması, dünyanın fakirlikten nisbeten uzak büyükşehirlerinde yaşanan hayat hakkında daha kolay felsefe yapılabilsin diye kıymetli bir hizmet sunuyor.
Medyanın “advertorial” adı altında yürüttüğü dolandırıcılık faaliyeti, sözkonusu felsefeye çabucak nüfuz etmemize imkân veriyor. (Şirketin reklamını sırf reklam değilmiş, aynı zamanda habermiş gibi sunuyorsunuz, böylece daha fazla para alıyorsunuz; hem de firmaların reklam-halkla ilişkiler ajanslarından gelen metinleri olduğu gibi aktarıp fazladan eleman çalıştırmaktan kurtuluyorsunuz…) Bir “advertorial” sayfasından öğreniyoruz ki, sözkonusu giyim firması, “…bu yıl başlattığı kadın hareketini, yeni koleksiyonuyla bir üst seviyeye taşıyor. ‘Bu Sensin’ sloganıyla tanıtılan kadın koleksiyonunun amacı dünyanın her yerindeki kadınlara ‘kendine güven ve güçlü dur’ mesajı vermek… yeni koleksiyon kadınların en büyük gücünü ortaya çıkarıyor: Sen Olmak.”
“Kadın hareketi”nin bir giyim firması tarafından başlatıldığını, bu yıl “bir üst seviyeye taşındığını” öğrenmek güzel. Bu heyecanla daha okuruz biz:
“Bu dünyayı kimliğinden ödün vermeyen, kendi kurallarını yazan, ‘hayır’ cevabını asla kabul etmeyen kadınlar yönetiyor! Günlük giyim tarzından antrenman programına, hayatının tüm kontrolünü elinde tutan, hiçbir şeyden ödün vermeyen, kendine güvenen ve ne olursa olsun motivasyonunu düşürmeyen bu kadınlar, aslında hepimize şu mesajı veriyor: ‘Kendin olmak için SEN ol. Bu Sensin’.”
Ne denklem ama!..
Ne kadar güzel… Ben de bir defa büyük harfle BEN diye yazmış ve antreman programımı kendim yapmıştım. O gün kim neye ‘hayır’ dediyse asla kabul etmedim. Akşama doğru biri gelip âlemin kralı olup olmadığımı sordu. Yalnız ayakkabım başka markaymış. Ayrıca âlemde “son yılların en cool, en güçlü kadınlarından biri”, “uluslararası süper model, oyuncu ve aktivist” birileri ve “‘Bu Sensin’ mesajına verdiği destekle karşımıza çıkan” başka “süper model”ler falan cirit atıyordu, yanaşamadım.
Şimdi bu firma, şehirdeki bütün reklam panolarını “Kendin olmak için sen ol” gibi bir süper sloganla donattı. Tam da, eğer düşünecek azıcık vakti ve imkânı olsaydı günümüz insanını kör kuyulardan oluşan labirentlerde, ucu öbür uca kavuşan spiral merdivenlerle bırakacak türden bir denklem: Önce “ben” olacağım ki “kendim” olabileyim. Fakat ben elbette hem benim hem de kendimim. Bunlardan birini olabilmek için -ki zaten oyum- nasıl yine zaten olduğum bir başka şeyi olayım?
Uzatmayayım, tatsızlaşıyor.
“Duruşunu tüm dünyaya göstermek isteyen kadınların en büyük yardımcısı şüphesiz bu duruşu destekleyecek yeni #BuSensin koleksiyonu olacak”mış. Bakar mısınız, Twitter için başlığı da vermişler; advertorial sanayii de bir noktaya gelmiş. Duruşunuzu sevsinler sizin!
Ne alâka? Şu:
Diyeceksiniz ki, Dabık’ta “Kıyamet’ten önceki son savaş”a bir çeyrek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’ın milis örgütüyle kapışmasına iki çeyrek kalmış, parlamento, seçim, kuvvetler ayrılığı, mevcut on gram demokrasi adına ne varsa paramparça, yıkılan Kürt şehirleri dümdüz ediliyor, onca yazar-gazeteci hapiste, muhalif tek televizyon veya gazete kalmasın diye her tarafa hunharca saldırılıyor (e, uzar gider bu; haliyle bir yerinde kesmek zorundayız)… sen kalkmış, ben olmak için önce kendi olmak durumundaki spor ayakkabılı süper model hareketinin antreman programıyla uğraşıyorsun.
Çoğu zaman aklımdan geçiyor ama dile getiremiyorum: Acaba her zaman meseleleri üzerinde konuştuğumuz zeminlerde bir yanlışlık, lafa başladığımız noktalarda, özne saydığımız unsurlarda isabetsizlik olmasın?
Türkiye’de öyle korkunç şeyler yaşıyoruz ki, dünyada olup bitenin farkında olamıyoruz. Ne zaman farkındaydık, kendimizden başkasıyla ne zaman ilgilendik, dünyayı ne zaman merak ettik, derseniz, başımı önüme eğerim. Fakat kabul edelim ki, şu anda gözlerimizi görmez, kulaklarımızı duymaz eden, en kötüsü, hem algı kanallarımızı hem vicdanlarımızı tıkayan özel bir felaketin ortayerindeyiz; bu yüzden dışa kapalılığımız kırmızı alarm düzeyinde.
Oysa pekâla Washington’dan Budapeşte’ye çizilebilecek çizginin Moskova’dan geçip Ankara’ya uzanabileceği yıllardayız. Konuyu layıkıyla ele alanlardan aktararak, daha önce de değinmeye çalıştım, evrensel bir musibetle karşı karşıyayız: Geniş toplumsal desteğe dayalı, totaliter-otoriter liderlerin yönetiminde kurulan ve yürüyen anti-demokrasi rejimleri.
Mikro musibet?
Nâçizâne, bu rejimlerde vücut bulan evrensel eğilimin bir de “mikro” taşıyıcısının varolduğundan şüphelenmekteyim. 1980’ler sonrasının postmodern ortamında boy veren, yazımın başlangıcında ucundan dokunabildiğim “canlı türü”nün, bugün artık insanın “doğal ortamı” sayabileceğimiz, gelişmiş ülkelerdeki ve gelişmemiş ülkelerin gelişmiş şehirlerindeki hakimiyeti ile bu musibet arasında münasebet var gibi.
Bu konudaki sorgu kolay bitmez; pek çok soru sorulabilir:
Algı operasyonu denen şeyin feriştahıyla mı karşı karşıyayız? Bütün bu “sen”ler, “kendin”lerle atomize edildikleri için mi insanlar özgün olabilmek için aslında başkalarıyla aynı şeyleri giydiklerini fark edemiyorlar?
Yoksa -burada esas soruya yaklaşıyoruz- aslında başkalarını mı fark edemiyorlar? Burada sanki bir ideoloji aşamasına bile gelemiyoruz. Daha baştan, etrafa bakarken görememe hali var gibi.
Peki bu atomize oluş (ediş!) bir ülke sınırları içindeki insan topluluğunu toplum olmaktan çıkmaya doğru sürüklemiyor mu? Böylece, eğitimsiz geniş kitleler, propaganda teknolojisinin ustalıklı kullanımıyla, onların, hepsinin kılınmış, aslında pekâlâ daracık bir çevreye, zümreye, kimi zaman tek bir lidere ait duygusal hedef etrafında birleştirilebiliyor, anti-demokrasi rejimine destek edilirken, öbür yanda, kendini bireysel özgürlüklerinin engin ummanında yüzmekte sanan sen’ler, kendin’ler, havası her an kesilebilecek, istendiği anda yemsiz bırakılabilecek bir akvaryumda birörnek geziniyorlar.
’80’lar sonrasının az buçuk gelişmiş kapitalist şehrinde boy veren, kendini biricik sanan, çünkü görmez-duymazlaşmış sen-kendin bireyi, asgarî ilkokul bilgisiyle kofluğu anlaşılacak zırvalara şehvetle inanmaya hazır, çünkü eğitimsiz bırakılmış kitle, yalanı sağlam imal edip düzgün paketlemeye bile ihtiyaç duymayan, çünkü ahlâksız yönetici-siyasetçi, dahası, utanç verici eylemlerini yalanla örtmeye gerek duymayan, çünkü gücü ele geçirmiş, onunla ilerleyebileceğini gözüne kestirmiş, “yaptımsa yaptım”cı muktedir… bunların hepsi aynı paketin unsurları mıdır?
Sadece soruyorum 🙂