Ben tarihe tarih demem, tarih benim olmayınca

Bu topraklarda artık eline kudreti geçirmiş kimse onun istediği şekilde tanımlanan bir “biz”e ait olmayan hiçbir şeyi sevmedik…

ÜMİT KIVANÇ

29.06.2017

 
2005 Mayıs’ının başında, az sayıdaki ilgili-duyarlı insan dışındakilerin muhtemelen dikkatini bile çekmeyen, gördülerse de “ee, ne olmuş!” deyip geçtikleri, şöyle bir haber göründü çeşitli gazetelerin kenar-köşe yerlerinde: “…Tarihî Kentler Birliği Muğla-Milas Buluşması adı altında Muğla Müzesi bahçesinde düzenlenen kokteylde belediye başkanları kürsü yerine Roma döneminden kalma heykelin üzerinde konuşma yaptı. Tarihi eserin üzerinde ilk konuşmayı yapan Muğla Belediye Başkanı Osman Gürün’dü. Gürün, ‘Kentimizin tarihi ve kültürel dokusunu geleceğe taşıyacağız. Birliğin hedefi kültüre sahip çıkmak,’ dedi. Ardından heykelin üzerine çıkan Milas Belediye Başkanı Fevzi Topuz da, ‘Milas tarihle içiçe yaşayan ve tarihine sahip çıkan anlayış içindedir,’ diye konuştu. Ancak başkanların böyle konuşmalar yaparken, tarihi bir eseri kürsü diye kullanmalarına anlam verilemedi.”
 

Verilememiş. Oysa bu hepimiz çok açık bir anlamdı. Halen öyle.
 
Daşlar…
 
Yerini söylemeyeceğim, hem önemi yok hem de yüzlerce başka yerde aynısı cereyan ediyor, özelleştirmenin mânâsı yok; köyün ilerisinde antik kalıntılar vardı, onun ilerisinde de bir kestirme yol, bahçeler vesaire. Birileri yol sordu mu, köylüler, “Daşın oradan git…” diye başlarlardı tarife.

Ne demelerini bekliyorduk?

Kıskançlıkla sınırlanmış, düşmanlıkla tanımlanmış, hasetle sarmalanmış bir resmî yaklaşım, bütün bu musibet ve garabeti bir tür “sivil” çoğunluk zihniyetiyle paylaşıyordu. Dünyanın tarih ve kültür bakımından en zengin topraklarını tek renge boyama çabası içerisinde, yıllar boyu, uzun yıllar boyu, onyıllar boyu, artık eline kudreti geçirmiş kimse onun istediği şekilde tanımlanan bir “biz”e ait olmayan hiçbir şeyi sevmedik. Bir avuç idealist insanın azimli gayretleriyle günışığına çıkarılan, önemi izah edilmeye çalışılan antik kalıntılara burada bizden önce yaşayanların hayatından kesitler görme arzusuyla bakamadık. Böyle bir arzu bize yabancıydı, hattâ zararlı maddeydi, çünkü tarihi, hele toprakla birlikte deştikçe karşımıza çıkacaklardan korkmak bünyemizin aslî yakıtı, hareket ettiricisi, şekillendiricisi haline gelmişti. Onmaz bir dehşet duygusuyla, yatışmaz bir histeri nöbetinin hararetiyle bulanan tekinsiz perdenin ardından gördük her şeyi.

Oysa zengin bir tarih, bunun getirebileceği insanlık bilinci toprağa sinmişti, azıcık itinayla, insana huzur ve olgunluk, azıcık da haklı ve tatlı bir gurur verebilirdi.

Üstünde yaşadığımız toprakların barındırdığı tarih zenginliği, bir yandan Hititleri “Eti Türkleri” yapmaya çalışan, Frigyalıları, Likyalıları Osmanlı’nın karşısına cenge sürmeye kalkışan despotik işgüzarlık, öbür yandan kendini devamına yamamaya çalıştığı “resmî” Sünnî muktedirlik hattı üzerinde yeralmayan her şeye nefretle, bir an önce imha etme tutkusuyla bakan atgözlüklü cahil cüreti tarafından perişan edildi. Oysa gözlerin üzerinde olduğu birkaç mühim istisna dışında, kiliseleri ahır yapmada, etraflarını sakil binalarla çevirmede, hiçbiri olmuyorsa, çürümeye, yıkılmaya terk etmede, kendilerini korumak için yüksek duvarlar, demir kapılar ardına saklanmaya mecbur bırakmada bu iki ana damarın içinde aynı sıvı aynı yönde akabiliyordu.

Tarih de, kalıntılar da, hikâyesi de, sakıncalı-makbul, sizinki-bizimki diye ayrıldı bizim burada.

Kimse köylüye gidip de, niye o daşı gepçeyle galdırıverip de gâri oradan atıvermediğimizi anlatma zahmetine girmedi. Yine bir avuç idealist insan; onlar dışında kimse. Topraklarında bu kadar çeşitli kalıntı ve tarih zenginliği barındıran bir ülkenin sırf bu işle ilgilenen bakanlığı da olurdu, ona göre bütçesi, örgütlenmesi, faaliyetleri de. Ve herşeyden önce, geleneği, alışkanlıkları, yani kültürü de.
Olmadı.
 
Geçmiş korkusu
 
Niyesi hakkındaki fikrim, nâçizâne, bu korkunç yoksunluğun yalnız cehalet veya kıymet bilmezlikten vs. kaynaklanmadığı, herkesin içine sinmiş yakın tarih korkusunun giderek bir tür tarih korkusuna dönüştüğüdür. Bu birincisi.

İkinci olarak da, “bize ait değilse bize ne!” zihniyetini saymalıyız. Frigyalı kim ya? Çünkü bize, yalnız tarihdeğil, bağlantı kurmanın hiçbir türlüsü de öğretilmedi.

Hele geçmişle bağlantı kuracaksak, mazallah!, çok dikkatli olmalıyız. Bugünkü kimliğimizi, iddialarımızı, içimizden aksini hissederken dışarıya karşı takınmaya çalıştığımız sözde üstünlüğümüzü doğrulamayacak, onaylamayacak, kendimiz hakkında zaten içten içe sezdiğimiz, bildiğimiz şüpheleri büyütecek, yayacak işlere niye kalkışalım? Frigya’ydı, Lidya’ydı, Eski Yunan’dı derken, Bitinya târikiyle Pontus montus, nemelâzım! Hititler “Eti Türkleri” olmadıklarında Hattuşaş ancak “turist geliyor” diye temiz tutulan, meslekten arkeologlar, sanat tarihçileri, çevrelerinde muhtemelen pek iyi gözle bakılmayan arkeoloji meraklısı bir avuç insan için değer taşıyan bir daş yığınıdır.
 

 
Efes, evet, bomba ve intihar saldırısı tehlikesi bu kadar güncel değilken ve gazeteci hapishanesi despotik Türkiye insanların gelmeye çekindiği bir yer değilken çok turist çekerdi, bu bakımdan korunmasında fayda olan daşlardandı. Şimdi turist pek gelmiyor, her hafta sonu Tophane rıhtımını işgal eden dev “cruise” gemileri artık İstanbul’a uğramıyor, hazır bunlardan biri yolcularına “Efes’te yemekli memekli gece” programı vaat etmişken, Efes antik kentine beyaz örtülü masaları dizmekte ne sakınca var? Başta sözünü ettiğim, üzerine çıkılıp konuşma yapılan antik heykel de, orada öyle duruyordu bin senedir; kimseye hayrı dokunmadan.

Efes’e masaları dizip orayı bu şekilde kullanmak-kullanmamak, pek basitçe, zihniyet meselesidir. Haydi, öncelikler meselesi olsun -ki, bu da başka şey sayılmaz.
 
Kapıya kilit vurmamak
 
Bunca lafı sadece yakınma edebiyatına katkı maksadıyla etmiş olmamak için, 1985 sonları veya 1986 başlarında -emin değilim- çektiğim bir fotoğrafı buraya ekleyeceğim. Antalya’daki Aspendos antik tiyatrosunun girişi. Kemal Atatürk’ün 9 Mart 1930’ta ettiği bir sözü mermere kazıyıp oraya asmışlar. Atatürk, “Bu tiyatroyu restora ediniz,” demiş. “Ama kapısına kilit vurmayınız. Burada temsiller veriniz, güreşler düzenleyiniz.”
 

 
Güreş kısmına takılmayalım. O sırada elde bin türlü seçenek vardı da Atatürk bunu demedi. “Temsiller” ise daha sonra burada epeyce sahnelendi.

Burada tarihî kalıntılarla ne yapılabileceğine dair bir teklif var. Dünyadaki eğilimlerden biri bu: Daşı daş olarak bırakmayıp, “restora” edip hayatına katarsan, biz o daşı bulana kadar kimbilir kaç defa olduğu üzre, o da eğilip bükülüp yaşamaya devam edebilir. Tabiî bedeli, artık onu o bulduğumuz halde kalamayacak olması. Dolayısıyla kimileri bu yaklaşıma şiddetle karşı çıkabilir. Fakat şu da sorulabilir: Eski eserler orijinal halleriyle ne kadar korunabilir? Milyonlarca yıllık canlılar tarihinin kısacık bir evresini işgal edebilecek uygarlıklar birbirlerinin yerini alırken eskiyi eğip bükmelerinin, işlerine yarayacak hale sokmalarının sakıncası, önemi, ağırlığı ne kadardır? Bunun ölçüsü nedir? Ne kadarı meşrudur, vs…

Dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz: Kimlerden bahsediyoruz? Eğer buldukları daşın mânâ ve ehemmiyeti konusunda zihni açık, tarihten gelen sesi duyunca, havayı soluyunca memnun olan, kendini gelecek kuşaklara karşı sorumlu hisseden birilerinden bahsediyorsak, bu tartışma meşrudur ve göründüğü kadar riskli, tehlikeli değildir.

Ancak biz o kahrolası pırıl pırıl kayık ayakkabılarıyla bin senelik heykelin üzerine çıkıp “tarihi koruma” üzerine laf ebeliği yapanlarız. Efes antik kenti gibi bir hazinenin böğrüne, geceliği kimbilir kaç para karşılığı, masa-sandalye bacakları saplayanlarız. Bu topraklarda bizden önce yaşamış ve dini, kültürü, şusu veya busu bizim şimdiki komplekslerimize uygun düşmeyen kim varsa izlerini yok etmek için seferber olanlarız.

Muğla Müzesi’nde takım elbiseli siyasetçiye kaide yapılan heykel ve “cruise” turuna albenili yemek ortamı olarak sunulan Efes antik kenti… Kimbilir, belki de “temsiller düzenleme” fikrini geliştirebilsek, Efes’i gözümüz gibi sakınmak da bunun öbür yüzü olabilirdi.

Fakat bu defa da Ani’yi yıkıma terk edişimiz bir başka türlü sırıtacaktı. İşte, hem “restora” hem Ani de birarada olamıyor.

Bu konuyu evirip çevirirken, Oğuz Atay’ın ne yazık ki istediği kadar derinine inemediği “Türkiye’nin ruhu”na dokunmak üzere olduğunu hissediyor insan.

Tarihle bu kadar sorunu olanın tarihî olana yaklaşması zor. Yaklaşınca da kazık çakıp duvarını çatlatıyor.