Kendi krizini kendi üreten ülke
Türkiye, ekonomisini krizden çıkarsa, güçlü bir demokrasiye ve hukuk devletine sahip olsa bile kriz üretme potansiyelini kaybetmeyebilirdi
08.08.2017
Dünyada kriz üreten, kriz çözümlerine katkı sağlayan ülkeler diye bir index var mı bilmiyorum. Ama olsa gayet yerinde olur diye düşünüyorum.
Herhalde ekvator kuşağı içinde olan ülkelerin çoğu kendine kriz üreten ülkeler kategorisine, özellikle kuzey yarım kürede yer alan ülkelerde kriz çözümlerine katkı sağlayan ülkeler kategorisine girerdi.
Bunun kuşkusuz ekonomik ve demokratik gerekçeleri çok fazla olsa da bana öyle geliyor ki ekonomisi ve demokrasisi güçlü olan ülkeler kriz üretmez yaklaşımı tek başına yeterli olmayabilir.
Çünkü kriz üretmenin bir diğeri yanının toplum kültürüyle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Örneğin Türkiye, ekonomisini krizden çıkarmış, dışa bağımlılığını azaltmış ve güçlü bir demokrasiye ve hukuk devletine sahip olsa bile gerek kendi içinde ve gerekse bölgesinde kriz üretme potansiyelini kaybetmeyebilirdi.
Nitekim öyle de oldu ekonomimizi ve demokrasimizi tam iyileştirme yoluna girmişken yine kriz dönemlerine geri döndürüldük.
Nasılı için biraz geriye gidelim.
2000 ve 2001 üst üste gelen ekonomik krizleri altında can çekişen Türkiye ekonomisi, IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalamak zorunda kalmıştı.
Bu anlaşmayla IMF’den kimi şartlara bağlı olarak yaklaşık 45 milyar dolar borç alındı. Ağırlıkta bankacılık ve finansman sektöründe hissedilen krizin faturası 60 milyar doları bulmuştu.
DSP-ANAP ve MHP koalisyon hükümetinin iş başında olduğu bu dönemde Kemal Derviş yasaları olarak bilinen ekonomik reform yasalarıyla hükümetin kamu alanındaki pek çok tasarrufuna yapılan yasal düzenlemelerle sınırlamalar getirilmişti.
Bu ekonomik krizin toplumsal ve siyasi etkileri altında 2002 Kasım ayında genel seçimlere gidilmişti.
Bu seçimlerde bir yıl önce kurulmuş olan AK Parti yaklaşık yüzde 35 oranında oy almış bile olsa mecliste yüzde altmıştan fazla çoğunluğu seçim sisteminin azizliği nedeniyle alarak tek başına hükümet kurmuştu.
AK Parti hükümeti genel olarak IMF anlaşmaları çerçevesinde ekonomik program yürüterek hem doğru bir iş yapıyordu ve hem bu nedenle siyasi desteğini artırıyordu.
Diğer yandan ise AB ilişkilerine önem veren ve aynı zamanda demokratikleşme alanında sınırlı da olsa adımlar atan bir hükümet olması, Türkiye için hem bölgesel ve hem de küresel yaklaşımları oldukça olumlu yönde değiştiriyordu.
2004 yılında yapılan anayasa değişikliği ile “uluslararası anlaşmaların iç hukukun üzerinde” kabul görmesi ile Türkiye’nin bir hukuk devletine doğru yön alması hakkında beklentileri oldukça kuvvetlendirmişti.
Hemen akabinde 2005 yılı Eylül’ünde Türkiye, AB’ye aday ülke statüsü kazandı ve AB üyelik müzakerelerine resmen başlamış oldu.
Türkiye bu gelişmenin üzerine bölgesinde ve dünyada yıldız parlayan ülkelerin içinde yer almaya başladı.
Cumhuriyet tarihi boyunca yılda ortalama 750 milyon dolar doğrudan yabancı sermayeli yatırım alan Türkiye, 2006, 2007 yıllarında nerdeyse 20 milyar dolar doğrudan yatırım alan bir ülke durumuna gelmişti.
Dünyanın en büyük 16. ekonomisi olan Türkiye, kişi başı milli gelirini de 4 bin dolardan 10 bin dolara çıkarmıştı.
Artık ordunun 2007 nisanında “e-muhtıra” girişimine karşı demokrasiyi savunan ve Anayasa Mahkemesinin kapatma girişimi karşısında dünyanın ve toplumun desteğini yanına alan bir AK Parti vardı.
2010 anayasa referandumu ile demokratikleşme sürecini ilerleten AK Parti’nin, 2011 genel seçimlerine gelindiğinde artık gündeminde yeni ve demokratik bir anayasa var idi.
Seçimlere bu amaçla giden bir Türkiye’de umutlar oldukça yüksekti.
Bir yandan Kürt sorunu için oluşan siyasi iklim barış ve çözüm ümitlerini artırırken diğer yandan demokratik anayasa arayışı Türkiye için tüm beklentileri olumlu yönde etkiliyordu.
Bu durumun ekonomi ve toplumsal yaşamdaki olumlu karşılığı artıyordu.
Bu Türkiye ile şimdiki Türkiye arasındaki farkın daha iyi anlaşılmasını istediğim için bunları yazmak istedim.
2013 Gezi eylemleri işte tam da böyle bir Türkiye’den ne olduğu bilinmeyen başka bir Türkiye’ye koşulların döndürülmesine tepki olarak ortaya çıktı.
Demokrasi ve hukuk yolundan çıkıp tek adam otoriter yönetimine bir itirazın sesi olarak gezi eylemleri patladı.
Gezi önemli bir toplumsal uyarıydı aslında ama bu görmezden gelindi.
17-25 Aralık devlet içi iktidar savaşını başlatan bir işaret fişeği işlevi gördü.
Evet, ortalık bir anda toz duman olmuştu…
Devlet için liyakate göre değil sadakate göre kadrolaşma ucunun iktidar savaşlarına kadar gittiğini gördük. Bu savaşlar tüm toplumsal kesimlere kadar yaygınlaştı ve gerilim ve kutuplaşma süreci bugün düşmanlık ve hainlik aşamasına kadar taşındı.
Sonra 15 Temmuz ve 20 Temmuz süreci başlatıldı. Neler oldu nasıl oldu da bu sürecin içine girildi hâlâ kafalar net değil, bizim de değil, dünyanın da değil. Her şey bu süreçte dibe vurdu. OHÂL süreci hukuk ve insan hakları adına tam bir rezalete imza atılan dönem olarak karşımıza çıktı.
Basın susturuldu ve gazeteciler hapse atıldı. KHK’larla on binlerce kamu çalışanı işinden oldu. Yüzlerce akademisyen üniversitelerden atıldı. Her önüne gelen terör örgütü üyeliği ile suçlandı. HDP’li ve DBP’li Milletvekilleri ve belediye başkanları hapse atıldı.
Bu süreçte “pasif siyaset” izleyen Kılıçdaroğlu, “Hak,Hukuk ve Adalet için” Ankara’dan İstanbul’a yürüdü. Ülke tam bir kaos içindeyken bu yürüyüş, demokrasi için umutların yeniden yeşermesine neden oldu.
Öte yandan, dış politikada, dünyadan ve bölgeden tamamen dışlanmaya neden olan parametreler değişmedi, aksine kriz üretmeye devam edildi.
Arap baharı ile başlayan sürecin bölgede “yeni Osmanlıcılık” hayalleri kurmak için bir fırsat olduğunu düşünen kör bir zihniyetin, Türkiye’yi bölgede ipi sapı belirsiz bir ülke durumuna düşürdüğünü gördük.
Öyle ki bu durum hem Batı hem Rusya ilişkiler için geçerli oldu.
Özellikle Suriye ve Irak siyasetinde, komşu ülke olunmasına rağmen bu süreçlerin yönetiminden dışlanmış olmak işin ayrı bir trajik yanını oluşturdu.
Sonra Rusya krizi, Hollanda-Belçika krizi derken şimdi de Almanya krizi ile karşı karşıya kalan bir Türkiye…
Yazının başına dönecek olursak 2005’lerde işlerini rayına koyan bir ülke durumundan, 2017’ye gelindiğinde işlerini rayından çıkaran ve kendi krizini kendi üreten ülke durumuna kendimizi düşürmüşüz.
Uluslararası ve ulusal tüm göstergeler, demokratik, ekonomik ve toplumsal tüm göstergeler bunu işaret ediyor.
Değil hukuk devleti, artık kanun devleti bile olmaktan çıkmış, demokrasi ve insan hakları yerlerde sürünen, dış politikada çuvallamış ve ekonomik kriz içinde olan sıradan bir Ortadoğu ülkesine dönmüş durumdayız.
İşleri yeniden rayına koyabilecek miyiz???