Almanya’da seçimlere doğru -2-
Türkiye nasıl Almanya’nın “İçişleri Meselesi”ne dönüştü?

21.09.2017
24 Eylül'de Almanya'da seçimler var. Seçimlere kadar bir dizi yazıyla, Almanya-Türkiye ilişkilerinde ne oluyor, olabilir ve Almanya ile Avrupa Birliği'ndeki politik gelişmeleri inceleyeceğiz
Bir önceki yazıda, Almanya-Türkiye ilişkilerini krize sokan yapısal çerçeveyi incelemiştik. Tabii, bahsettiklerimiz işin "Türkiye içinden kaynaklanan", Türkiye'deki Almanya vatandaşlarına ilişkin kısmıydı. Bu da buzdağının sadece bir kısmı… Bir de, şu çok önemli gerçek var: Türkiye'nin politikaları, siyasi durumu, Ankara'nın Almanya'daki varlığı, Almanya'nın "içişleri" hâline gelmiş durumda.
"Türkiye'nin Almanya'nın iç meselesi" hâline dönüşmesinin çok net işaretlerinden biri, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel'in eşi Anke Gabriel'in "tehdit mesajı" almasıydı. Sembolik olan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Gabriel'e yönelik olarak, "Haddini bil" şeklinde bir açıklama yapması ve Gabriel'in kendisinin de, tehdidin ardından, "Erdoğan'ın tarzı, belli ki bazılarını eşimi sıkıntıya sokmak, rahatsız etmek yönünde motive ediyor" diyerek arada doğrudan bir bağlantı kurmasıydı.
Türkiye'de, muhalefet politikacıları bu "tarza" alışık. İktidar partisinin bizzat kendi politikacıları ve üyelerinden, "sokaktaki sempatizana" kadar birçok kesimden, tehditlerden ağır hakaret ve sataşmalara, birçok saldırı ile karşılaşıyorlar. Ancak, benzer tavırlara maruz kalmak, Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel nezdinde yeni bir durum. Belli ki, "şamar oğlanı" hâline gelip bu duruma da alışmak istemiyorlar.
"Ankara'nın Almanya'daki varlığı, Almanya'nın "içişleri" hâline gelmiş durumda" dedik; o kadar ki, Ankara adeta Almanya'da "bir muhalefet partisi" imiş gibi de hareket ediyor.
Örneğin, 24 Eylül'de yapılacak genel seçimlerle ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Almanya vatandaşı Türklere çağrıda bulunması da, bir dönüm noktası. Erdoğan bu çağrıyı yaparken, "Hıristiyan Demokratlar, Sosyal Demokratlar ve Yeşillerin Türkiye'nin düşmanı olduğunu" belirten sert bir dil kullanmış ve Türk kökenli seçmenlere "Türkiye'ye karşı düşmanlık yapmayan siyasi partileri destekleme" çağrısında bulunmuştu. Dışişleri Bakanı Gabriel de, Erdoğan'ın sözlerine karşılık, "Bu, ülkemizin egemenliğine yönelik eşi benzeri görülmemiş bir müdahaledir" yorumunu yapmıştı.
Tüm bunların ötesinde, bir de "Almanya içindeki Ankara" meselesi var. Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), yakın zamana kadar, Almanya'da (diğer temsilciliği olan ülkelerde olduğu gibi) daha çok Türk vatandaşlarının cenaze işleri için başvurduğu bir kurumdu. Fakat, son yıllarda DİTİB artan bir ivmeyle siyasi kimlik kazandı. Hattâ, DİTİB mensuplarının istihbarat faaliyetlerine giriştiği dahi iddia edildi.
Hattâ, Şubat 2017'de Alman polisi "casusluk soruşturması" kapsamında Kuzey Ren Vestfalya ve Rheinland Pfalz eyaletlerinde dört DİTİB imamının evine operasyon düzenledi. Operasyona Türkiye'den de sert tepki geldi.
Sonunda, Berlin tarafındaki "DİTİB krizi" kaynaklı huzursuzluk o boyuta vardı ki, Dışişleri Bakanı Gabriel ve Adalet Bakanı Maas, Spiegel Online’a ortak makale yazarak, içinde bulundukları "alarm hâlini" dışa vurdu. Ve hükümetteki bu iki "as" politikacı, Almanya’da Türkiye’nin desteğindeki cami dernekleri ve kuruluşların çok sıkı denetlenmesini istedi. Makalenin ana fikri Türkiye’deki siyasi değişimin "Almanya’daki din eksenli derneklere de yansıdığı" idi. Gabriel ve Maas şöyle diyordu:
“AKP’ye yakın ve milliyetçi örgütler, dinî cemaatlerin çalışmasını değiştirdi. Burada karmaşık bir yapı ve ağ oluştu. Biz bunu endişeyle izliyoruz, çünkü bu örgütler kitleleri harekete geçirme gücüne sahip ve farklı düşünenler buralarda etkilerini giderek kaybediyor. Almanya’daki cemaatlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etkisi altına girmemesine dikkat etmek zorundayız.”
Bu arada bir de, Türk istihbaratı için Almanya'da casusluk yapmakla suçlanan Türkiye vatandaşı Mehmet Fatih S.'nin yargılanması olayı var. Bu dava, 7 Eylül'de Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi'nde görülmeye başlandı. Federal Savcılık, Mehmet Fatih S.'yi "Eylül 2015-Aralık 2016 döneminde münferit kişiler ve Kürt kuruluşları ile ilgili bilgi toplamak ve casusluk faaliyetleri karşılığında 30 bin euro kazanç elde etmek" ile suçluyor.
Sanığın, "2013 yılından beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) için çalıştığı ve 2015 sonbaharında genel olarak Almanya'daki Kürtleri, özel olarak da Almanya Demokratik Kürt Toplum Merkezi'nin (NAV-DEM) o dönem başkanlığını yapan Yüksel Koç'u ve ailesini yakın takibe almakla görevlendirildiği" belirtiliyor. NAV-DEM, Alman iç istihbaratınca, PKK ile bağlantılı derneklerin çatı kuruluşu olarak sınıflandırılıyor. "Mehmet Fatih S. vakası" yeni değil; bu kişi, 15 Aralık 2016 tarihinde gözaltına alınmıştı.
Ancak Almanya'da, Türkiye'nin istihbarat faaliyetleri konusunda adım adım yükselen bir "huzursuzluk" söz konusu…
Bu konuda tansiyonun ilk yükselmesi, Mart 2017'de olmuştu; tabii, DİTİB mensuplarına ve diğer başka Türkiye vatandaşlarına yönelik casusluk suçlamalarını saymazsak…
Mart 2017'de, Süddeutsche Zeitung gazetesi, NDR ve WDR televizyon kanalları ile yürüttüğü ortak araştırma sonucunda hazırladığı haberde, MİT'in Gülen Cemaati ile bağlantı içinde olduğu iddia edilen Türklerin isimlerinin yer aldığı bir liste oluşturduğu öne sürülmüştü. Listede 300'den fazla kişi ile, "FETÖ'cü olarak listelenen" bu kişilerle beraber 200 kadar dernek, okul ve diğer kuruluşun isminin yer aldığı yazılıyordu. Söz konusu liste, bu medya kurumlarının kendilerinin ele geçirdiği bir belge değildi; bilfiil, Şubat'ta yapılan Münih Güvenlik Konferansı sırasında Almanya'da dış istihbarat teşkilatı BND'nin başkanı Bruno Kahl'e, MİT tarafından verilmişti.
Mesele listenin, MİT'in Almanya'daki elemanları tarafından oluşturulması mıydı? BND, bu "listelemeden" habersiz miydi?
Mesele, listenin "gereğine bakılması" için BND Başkanı Kahl'e verildiğinde, onun riayet etmesi gereken yasalar ve izlemesi gereken prosedür uyarınca, bu listeyi Federal hükümet, iç istihbarattan sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı ve Federal Emniyet Teşkilatı ile eyaletlerdeki emniyet birimlerine göndermesi ve listenin "kamuya mâlum" hale gelmesi miydi?
Yoksa mesele, listede "alenî FETÖ'cülerle beraber Alman siyasetçilerin de" mi olmasıydı?
Bence, Alman siyasetçileri de izlediğinin ortaya çıkması konuya, "şok şok şok" bir boyut getirdi.
Herhalükârda, listenin yollandığı Almanya Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Hans-Georg Maaßen, Neue Osnabrücker Zeitung[i] gazetesine yaptığı açıklamada "Türk hükümetinin Almanya'da yaşayan Türkler üzerinde nüfuz tesis etmeye çalıştığına dair ellerinde bilgi olduğunu; Ankara'nın sadece Gülencileri değil, aynı zamanda Erdoğan karşıtı Türkleri de yıldırma girişiminde bulunduğunu" belirtmişti.
Kurumsal olarak BND'yi denetlemenin de görev kapsamında bulunduğu Maaßen "Türk istihbaratının Alman yasalarına uymadığını ve şahıslar hakkında istihbari bilgi topladığını geçmişte defaatle tecrübe ettik. Bu konunun Almanya'da gündeme getirilmesi ve problem oluşturduğunun kabullenilmesi teşkilatımız açısından önem arz ediyor" derken, çok da kilit bir de "bağlama" yapmıştı. Maaßen, "Radikallerin sayısındaki artıştan endişeliyiz. Teşkilat olarak bize radikalleşmenin arttığı hususunda uyarıda bulunma görevi düşüyor" demişti.
Kim mi bu "radikal gruplar"; "radikal Türkler", yani Türkiye'deki politika ile fanatik bağ kuranlar olarak addedilenler. Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın radikal gruplarla ilgili son raporunda da, "radikal yabancıların Almanya'daki eylemlerinde belirgin artış kaydedildiği ve aktif grupların başında da radikal Türklerin geldiği" belirtiliyordu.
Bu "radikal" tanımlaması önemli, çünkü bu kapsama girenler, vizeler başta olmak üzere Almanya ve Avrupa Birliği ile birçok meselede sorun yaşayacağa benziyor. Türkiye'deki bakış açısı, "Almanya boş konuşuyor, son kertede para konuşur; basarız ekonomik çıkarları ötmeyi keserler" (aynen de böyle bir düşünce dünyası ile).
Öyle mi acaba? O da gelecek yazıya.