Madrid ve Barselona’nın soğuk savaşı

Madrid’in Barselona üzerinde uyguladığı aslında fiilî bir darbe…

SEZİN ÖNEY

02.11.2017

İspanya ve Katalonya, geçen Cuma günü yüzükleri attılar. Ülkeler ve hattâ uluslararası kurumların aralarında sorunlar yaşaması ve hattâ restleşmesi sıklıkla böyle “beraberlik” metaforlarıyla anılıyor. Çoğu zaman klişeye dönen bu metafor, Madrid ve Barselona'nın kötü bir ayrılık hâli ile “birbirine girmesi” açısından oldukça enteresan … Bu siyasi kriz, gerçekten de tarafların “saç saça, baş başa” birbirine girdiği bir ayrılığı çağrıştırıyor.

Daha birkaç hafta önce Avrupa Birliği çatısı altında “olamaz” denilen şeyler, şimdi gerçeğe dönüşüyor. Her şeyden önce, Katalonya Yerel Yönetimi Generalitat'ın seçilmiş Başkanı Carles Puigdemont i Casamajó'nun şu an Belçika'ya kaçtığı ve “sürgün hayatına hazırlandığı” iddia ediliyor. Belçika hükümeti, “baskı altındaki Katalanlara, sığınma hakkı tanıyacağını” da açıkladı. Katalonya derken, İspanya gibi “demokratikleşme süreçleri” denince hep örnek gösterilen bir ülkede yer alan bir bölgeden bahsediyoruz. Ve ayrıca, Avrupa'nın en zengin ve en yaşanılası addedilen bölgelerinden birinden…

Önce bir geriye bakalım: Katalonya'nın, 1 Ekim 2017'de, “inadım inat” biçiminde ayrılık referandumuna gittiği (sadece birkaç ay önceki) günlere…

Türkiye'den bakınca her şeyden evvel; İspanya, bizim “demokrasi idealimiz” idi. Yıllarca, İspanya'nın Türkiye için nasıl önemli, pozitif bir örnek olduğu tartışıldı, yazıldı çizildi. Türkiye penceresinden gözüktüğü kadarıyla, Franco dönemi diktatörlüğü ve askerî cunta kabusundan sonra hep beraberce “demokrasi” de ortaklaşan bir İspanya var(dı sanıyorduk).

Ancak, Katalan referandumu söz konusu olunca, İspanya'nın merkezî yönetimi, “Ankara tarzı” bir baskıcı tavır ile yanıt verdi. Madrid'in, referandum ertesi tavrında, şiddetin Avrupa Birliği sınırları içindeki derecesini zorlayan emniyet güçleri müdahaleleri de dahil olmak üzere, ceberrutluğun hiçbir tonu eksik değildi.

Ve 27 Ekim Cuma günü, Katalonya'nın özerk parlamentosu, İspanya'dan ayrılma kararını resmen aldı. İşin bu kısmı aslında şaşırtıcı değil zira, Katalonya Parlamentosu zaten bir kez “referandum sonucu bağımsızlık onaylandıktan sonraki 48 saat içerisinde” Katalonya'nın bağımsızlığını ilan edeceğini, oylama öncesinde beyan etmişti. Katalan Parlamentosu, 27 Ekim günü, kendi açısından “mâlumu teyit ederek”, 135 temsilciden 70'inin destek oyuyla, bölgenin bağımsızlığını ilan etti. Katalonya Sosyalist Partisi, oylamayı boykot etti, 10 parlamenter “Hayır” dedi ve iki oy da boş çıktı.

Buna karşılık olarak da, aynı gün İspanya'nın başkenti Madrid'de başka bir oylama gerçekleşti: İspanya merkezî yönetimi parlamentosunda, Katalonya'yı “anayasal denetim altına alma oylaması. Ve oylama sonucu da, İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, Katalan hükümetini, tüm bakanlarını görevden aldığını, parlamentosunu feshettiğini, yerel polis gücünü merkezi idare altına aldığını ve ülke dışındaki tüm Katalan diplomatları geri çağırdığını açıkladı.

Franco sonrası İspanyası'nda Madrid'in özerk bölgeler üzerinde böylesi bir merkezî idare kurması, söz konusu olmuş bir durum değil: Üstelik de, Bask Sorunu gibi çatışmalı bir meseleye rağmen. 1978 tarihli İspanya Anayasası'nın 155. Maddesi, merkezî hükümete tüm bu kullanılan hakları yasal olarak tanıyor: ve hatta, bölgede medyanın ve finansal kaynakların kontrol altına alınması da bu hukukî çerçeveye dahil.

Tabii, Katalonya Özerk Yönetimi'nin başkent Barcelona'nın tamamen ve kalıcı biçimde Madrid'in etkisi altına girdiği bir senaryoyu Katalonyalıların, bağımsızlığı desteklesin desteklemesin, sempatiyle karşılaması mümkün değil. Madrid'in Barselona üzerinde uyguladığı aslında fiilî bir darbe. Hâl böyle olunca, Başbakan Rajoy'un ileri sürdüğü “yatıştırıcı kart”, “Aralık ayı sonunda, Katalonya'da “özgür, yasal ve temiz” seçimlerin yapılacağı vaadi.

İşin bu kısmı çok enteresan: bundan yaklaşık bir ay önce, gerek Kürdistan Bölgesel Yönetimi, gerekse de Katalonya'da özerk yönetimin düzenlediği referandumlar, “bağımsızlık yolunda muazzam dönüm noktaları” gibi gözüküyorlardı. Her iki örnekte de, halkın iradesinin bağımsızlık yönündeki ifadesine karşılık olarak, merkezi yönetimler sert tavır aldı ve bağımsızlığın önüne set çekti: ama, son kertede, bu bölgelerin iç siyasetlerindeki kutuplaşmalar ve güç dengeleri, asıl belirleyici etken olacağa benziyor.

Benim şahsî yorumum şöyle: Kürdistan Bölgesel Yönetimi örneğine bakarsak, Kerkük gibi ekonomik, stratejik ve politik açıdan kilit bir şehrin “kaybı” ve bağımsızlık referandumunun bir zaferden hezimete dönüşmesinde, Bağdat'tan (ve Tahran'dan çok), Erbil ve Süleymaniye arasındaki siyasi güç çekişmeleri, zıtlaşmalar, farklı siyasi aktörlerin birbirlerinin önüne geçme yarışı yatıyor.  Halkların “kendi kaderini tayin iradesini  beyanı” ötesinde,  “devlet gibi davranma” sınavı da oldukça çetin. Bu sınavı vermek zaten ateşten gömlek:  bir de, İran gibi diplomasi başta olmak üzere “Ali Cengiz oyunlarının” yüzyıllardır kitabını yazmış bir ülkenin komşusu olarak bu sınavdan geçmenin ayrı bir bedeli var.

Katalonya'nın sınavı, bir yandan daha kolay, öte yandan daha zor:  Kolay çünkü, bir yandan, Avrupa Birliği içerisinde bir bölge olarak, şiddetin dozunda yaşayabileceği en üst düzeyi gördü bile… Kürdistan Bölgesel Yönetimi ise, bölgede sürmekte olan bir savaşın zaten içinde; IŞİD'a karşı savaş veriyor. Öte yandan da KBY'nin, İran, Irak ve hatta Türkiye ile de çatışacağı bir yeni savaş dönemi söz konusu olabilirdi. Diğer bir deyişle, KBY'nin yaşayabilecekleri, Katalonya'dan çok daha ağır “insanî bedel” ödenmesine yol açabilirdi.  

Buna karşılık, Avrupa Birliği'nin siyasi “ağrı eşiği” Ortadoğu'ya göre oldukça düşük ortamında da, Katalonya az şey yaşadı diyemeyiz. Madrid'den Barselona'ya nakledilen güvenlik güçleri gibi, Franco dönemi çağrışımları yapan durumlar bir yana, şu an bölgenin seçilmiş lideri Charles Puigdemont, ya Brüksel'de sürgünde yaşamak veya “asilik ve ayaklanma örgütleme” suçlamasıyla hapse girecek. Belçika, Puigdemont'a sığınma hakkı vereceğini daha önce açıklamıştı. Daha doğrusu olaylar tam olarak şöyle gelişti: 30 Ekim Pazartesi günü İspanyol medya kuruluşu La Sexta, Puigdemont ve Katalan yönetiminin üst düzey yöneticilerinin Belçika'dan sığınma hakkı isteyeceklerini öne sürdü. Belçika Sığınma Politikaları ve Göç Bakanı Theo Francken de, “Sadece Puigdemont değil, baskı altında olduğunu hisseden tüm Katalanların, Belçika'dan sığınma talep edebileceklerini”, bunun için kapılarının açık olduğunu ve bu durumu “gayet normal” bulduklarını açıkladı.

Gerçekleşmeleri ardından beklenmedik gelişmelerin ardı ardına sıralandığı Kürdistan ve Katalonya referandumlarının sonucunda neyin gayet normal olduğu elbette tartışılır. Önümüzdeki dönemde bu iki bölge ile ilgili öngörülebilecek başlıca durum, bölge içi siyasi çekişmelerin şiddetlenerek sürmesi ve bu durumu kullanmak isteyen merkezi yönetimlerin de, yerel güç savaşlarının altına daha çok odun atacağı.

Öte yandan, Puigdemont ve Barzani özeline bakınca da, her iki liderin de, sadece  “muzafferlikten, kaybedenler kulübü üyeliğine” uzanıvermiş bir hikâyeleri var şu an için. Barzani, istifasıyla “emekliye ayrılmak zorunda kalmış” ve Puigdemont da, “sürgüne gitmek durumunda kalmış” liderler olarak mı siyasi hayatlarını noktalayacaklar? Yoksa, “devlet başkanı” olarak kendilerini yeniden mi yaratacaklar? Zaman gösterecek.