Hukuk ve kurumsallığın yok edilişi
Temel ilkeleri ve kurumlarıyla parlamenter demokratik rejim denen devlet-toplum ilişkisi bir varoluşsal bunalım mı yaşıyor?
08.12.2017
ABD'nin Birleşmiş Milletler nezdindeki daimî temsilcisi Büyükelçi Nikki Haley, Başkan Donald Trump'ın Kudüs hamlesinin yıkıcı sonuçlarını gidermek için çaba harcıyor. Ancak bu çaba, ince diplomatik manevradan çok çaresizce bir çırpınış görüntüsü veriyor. Zira Haley tam da şımarık emlakçının kastettiği şeyin aslında o anlama gelmediğini filan ileri sürmeyi deniyor, şuursuzluk ve küstahlığın üzerine dalavera ve üçkağıt sosu döker görünüyor. Halley, Trump'ın Kudüs çıkışının hemen ardından, "canım, Doğu Kudüs'ü kastetmedi ki" yollu kıvırtmalara başvurmak zorunda kalmış, "Kudüs'ün nasıl yönetileceğini elbette İsraillilerle Filistinliler belirler" lafları etmek zorunda kalmıştı.
Büyükelçi, "ABD, sınırlara ilişkin bir tutum almadı," dedi, son olarak; yine Doğu Kudüs imâsıyla. "Sonuç statüsünü önceden tanımlamaya çalışmadıklarını" ileri sürdü. "İki devletli çözümü destekliyoruz," dedi. “İsraillilerle Filistinlilerin üzerinde anlaşacağı her türlü barışçı çözümü ABD destekler”miş, Halley'e göre.
Bunlar böyleyse, Trump'ın Kudüs çıkışının ne anlamı kalıyor peki? Kalmıyor. ABD yerleşik nizamı, Trump'ı kabullenmiş kısmıyla bile, başkanın kırıp döktüklerini temizlemeye çalışmakla meşgûl. Dünyanın en güçlü devleti böyle bir "dağıtmışlığı" nasıl kaldıracak? Gördüğümüz acayip durumun doğurduğu ilk soru bu.
İkinci soru daha kapsamlı, daha vahim: böyle bir “dağıtmışlığın” ABD'den dünyaya yayılacak etkileri olur mu, neler olur, nasıl olur?
Aslında belki hepsi daha genel bir sorunun değişik veçheleri: Temel ilkeleri ve kurumlarıyla parlamenter demokratik rejim denen devlet-toplum ilişkisi bir varoluşsal bunalım mı yaşıyor?
“Sözde” hukuk
Türkiye, hukuk devleti ve genel olarak hukuk kavramlarını mecburiyetten barındıran bir sistem kurmuştu. Bir toplumsal varoluş ve devlet-toplum ilişkisi tarif eden bu ilkeler, “devletin menfaati” gibi, her durumda geçiş üstünlüğüne sahip kavramlara tâbi kılınmış, öte yanda, -mış gibi yapma politikasının inandırıcılığının sağlanması zaman zaman başka çıkarlar açısından zarurî hale geldiğinden, bunların, en azından “devlet çıkarlarını” doğrudan ilgilendirmeyen alanlarda geçerli olabilmesine meydan verilmişti. Dünyada “hukuk devleti” kavramı, gücünü Türkiye gibi ülkelerdeki “sözde” varlığından almıyordu. Esas olarak gelişmiş Batı ülkelerinden alıyordu.
Hernekadar “burjuva demokrasisi” adı altında sınıflandırılmayı hak etseler de, Batı rejimleri, hemen hep geçerli bir hukuk nosyonunu ete kemiğe büründürebiliyorlardı. Yasanın zengin ve güçlüleri kollaması ile, yasa diye bir şeyin varolması ve buna uyulacağında herkesin hemfikir olması farklı sorunlar. En önemlisi, hattâ belirleyici olan, eninde sonunda devletin şiddet tekelinin icrası diyebileceğimiz yetkilere sahip bulunanların bu konuda topluma güvence vermeleri ve aykırı hareket ettiklerinde temel sözleşmeyi çiğnemiş sayılıp ceza görebilmeleri.
Bizde, gerçekte “devlet menfaati” sözkonusu olduğunda bir etiketten öte anlam ifade etmeyen ama mütemadiyen sözü edilen “hukukun üstünlüğü”nün içinin her gerek görüldüğünde boşaltılması, bugünkü muazzam hukuksuzluğun, hukuk devletinin iptali ve hukuk kavramının inkârının pratik zeminidir. İşkence altında alınmış ifadelerle, varlığı kanıtlanmamış bağlar delil gösterilerek insanların yıllarca örgüt suçlarından hapis yatırılması (manipülasyon-eğip bükme), şu zaman suç sayılmayan faaliyetin bir gün birden suç olarak tanımlanması (keyfîlik), bu yüzden insanların ceza görmesi, başlıbaşına, hukuk kavramına saygının ve inancın yok edildiği bir tarihin sıradan hadiseleridir. Bugün, 15 Temmuz’daki -ne idüğü hâlâ karanlık- teşebbüs hariç, uzak bir geçmişin olayları muamelesi gören askerî darbelerin yarattığı en büyük tahribat, hukuk kavramı konusundadır: insanlar yerleşik hukuka güvenemeyeceklerini hep bildiler, biliyorlar. Ayrıca, her türlü devlet görevlisinin, en başta, hukukla bağlı olmadıkları yolunda aldıkları eğitim+terbiye, devletin hukuku değil kendini korumaya öncelik verdiğine dair kimsenin zihninde şüphe bırakmaz.
Kapitalist-emperyalist Batı’nın gelişmiş ülkelerindeyse devletleri yönetenler, uzun ve kanlı bir toplumsal mücadeleler tarihinin ürünü olan istikrarlı yapılarını herkes için geçerli hukuk kavramı olmaksızın sürdüremeyeceklerini bilirler.
Ancak şimdi “bilirlerdi” dememiz gerekiyor.
İki etken
İki etkenden ötürü. Bunlardan ilki, görece somut, pratik, elle tutulur: günümüzün popülist dalgalarını yönlendirerek, bunların üzerine oturarak iktidar elde eden otoriter-totaliter liderler, öncelikle hukuk kavramını, hukukun üstünlüğü anlayışını, devletin yönetici-yönlendirici gücünün hukuk gibi bir çerçeveyle sınırlanmasını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Putin, bu sınırlamanın zaten geçerli olmadığı bir coğrafyada iş görüyor. Trump ise, hukuk denen sınırlayıcı çerçeveyi parçalamanın öncülüğünü yapıyor.
İkinci etken üzerine derinlemesine konuşmak gerekiyor. Burada kısaca izah etmeye çalışacağım. Daha uzun vadeli, daha derinden işleyen, kalıcı etkileri de buna göre, daha derin ve güçlü olan bu etken, 1980’lerle birlikte utanmaz sıkılmaz bir zenginler-güçlüler hareketi olarak vücut bulan neoliberalizmin, toplumların çoğunluğunu oluşturan ayrıcalıksız, yoksul-yoksun sınıf ve tabakalarda hukuk sayesinde yine de en azından bazı haklarının bir ölçüde korunabileceği inancını yok etmesi. Anayasalara, çalışma hayatını düzenleyen ilkelere, “sosyal devlet” tarifini meşru kılan kurumlara herkesin gözü önünde kıçını silerek eğlenen vurdumduymaz, şımarık seçkinlerin rezilâne gösterileri, yerleşik rejimlerin her şeyinin işte bu tiplerin çıkarına kurulup işlediğini söyleyen popülist liderlere büyük ilgi ve destek sağladı. Oysa bu sözde eleştiricilerin derdi yasalara sadece kıçlarını silmek değil, yoksul-yoksun kesimlerce kazanılmış en ufak hakkın bile üstüne etmekti. (Şımarık-küstah neoliberal seçkinlerin tutumuna imkân veren, daha da derindeki ve büyük gelişme üzerinde burada duramam, ama kısaca işaret edeyim: insan nüfusunun hatırı sayılır bir bölümünün ekonomik bakımdan “gereksizleşmesi”. Bunu sanırım giderek daha fazla mevzu edeceğiz.)
Hukukun tukaka edilmesinden ezilenler kazançlı çıkmadı; süreç, dizginsiz hükmetme gücü ve şiddet imkânı arzulayanlara yaradı. Tekrar etmeliyim: yasalar elbette genel olarak belirli bir dönemde, belirli bir durumda güçlü olanları, yasaları belirleme gücüne sahip olanları korur, kollar; buna karşılık kötü yasa, birilerinin çıkarına işleyen yasa, protesto edilebilecek, değiştirilmesi için uğraşılabilecek bir hedeftir; ancak herkesin üzerinde anlaşması ve uyması beklenen ortak yaşam kuralları anlamındaki “hukuk”un yokluğundan sadece kaba kuvvetle hükmetme kudretine sahip olanlar kazançlı çıkar.
Kurumları korumak
Böyle bir zemin üzerinde, hukuk denen şeyi zeminiyle, çerçevesiyle, mânâsıyla yok etmeyi kafaya koymuş popülist-faşizan liderlerin marifetlerini izliyoruz. ABD’de, yapısı aslında hayli karmaşık bir devletin, hangi dengeleri gözeterek birarada tutulabildiğini, üstelik dünyanın en güçlü devleti olabildiğini bilen birileri -ki, bunlar hiç de “sosyal devlet”çi, dünyadaki herkesin hakkını hukukunu gözeten birileri değil-, bugün canla başla, devleti o devlet yapan sözleşmenin bir cahil işadamı tarafından yok edilmesini önlemeye çalışıyor.
Hatırlamakta fayda var: Devletin temel sözleşmesini ve bunun üzerinde yükselen kurumsal yapıyı Trump’ın elinden kurtarmaya, korumaya çabalayanların bizdeki muadilleri konumunda olması gereken birileri, halkoyuyla seçilmiş cumhurbaşkanının karşısına 367 garabetini çıkarmış, seçim kazanmış partiyi, gazete kupürlerinden iddianame imal edip kapatmaya kalkmışlardı. Bugünkü keyfîliğe kimlerin nasıl yol gösterdiğini hatırlatmaya, hukuk tanımazlığın köklerine işaret etmeye çalışıyorum.
Bunu hatırlatmamın nedeni gündelik-siyasî değil. Bizde kurumsal yapıyı, yani aslında devletin olabildiğince tanımlı bir kurum olmasını, hukuk diye bir ortak zeminin varlığını koruyabilecek güç yok. Bugünkü keyfî baskı-zulüm düzenine muhalefet edenler arasında bile nihaî amaç olarak herkes için geçerli bir hukuk zeminini öngörenler, olmazsa olmaz sayanlar azınlıkta.
Belki özel olarak bizim hukuk serencâmımızın “sözde”liğini, genel olarak dünyada popülist-faşizan güç odakları ve liderler tarafından yok edilmeye çalışılanı teşhis etmek, bu gidişe nasıl dur denebileceğine dair bir hareket noktası tarif etmek için başlangıç adımı olabilir.