Feminist bir film olarak: The Post
Kay, kararını bir oda dolusu ne yapması gerektiğini her daim ona dikte ettirmeye çalışan erkeğe açıkladıktan sonra derin bir nefes alır…
22.01.2018
Hukuk, adalet ve gazeteciliğin asıl amacının yoğun olarak sorgulandığı şu günlerde Spielberg’ün The Post filmini tuhaf duygularla izlememek mümkün değil. 116 dakika soluksuz izlenen filmin temposunu ne şiddet, ne romantizm ne de korku öğeleri sağlıyor. Film boyunca koltuğunuzun ucunda oturmanıza neden olan tek öğe, basının halkın haber alma özgürlüğünü kullanıp kullanmayacağı sorusu.
1971’deki gazete baskı teknikleri, metal harflerin sayfa kalıplarına özenle yerleştirilmesi, daktilo tuşlarının sesi, yüksek tavanlardan spiral olarak inen bantlarda taze basılmış gazeteler, bol sigara dumanlı ve bol erkek muhabirli haber odaları izleyiciye basın tarihinin adeta görsel bir kesitini sunuyor.
The Post tarih boyunca öne çıkan başarılı gazetecilik filmlerinin yanında yerini alıyor. 1941’de Orson Welles’in Yurttaş Kane’i (Citizen Kane) ile başlayan 1976’da Başkanın Tüm Adamları (All the President’s Men) ve Şebeke (Network), 1999’da Köstebek (The Insider), 2003’te Asılsız Haber (Shattered Glass) ve 2015’de Spotlight ile devam eden harika filmler bunlar.
The Post’u tüm bu filmlerden ayıran ise bir kadın karakterin basın özgürlüğü mücadelesinin merkezinde yer alması. Amerikan basın tarihinin ilk kadın yöneticisi Katharine Meyer “Kay” Graham (1917-2001) Meryl Streep’in göz kamaştırıcı oyunculuğuyla canlandırılıyor.
Dönemin erkek egemen toplumunda, babasının 1933’te satın almış olduğu gazetenin yönetimini ölümünden önce kocası Phil Graham’a devretmesinden daha doğal ne olabilir ki? Kay Graham da babasının yaptığı bu tercihi asla sorgulamıyor zaten. İktidarın her ne olursa olsun bir erkekten diğerine el değiştirmesi, kadının ise çocuklarını büyütmesi ve iş hayatına hiç dahil olmaması normal hayatın akışı olarak kabul ediliyor.
1963 yılında Phil intihar edince dönemin yöresel gazetesi The Washington Post’un yönetimi birdenbire 50’li yaşların ortasındaki Kay Graham’a kalıveriyor. The Post bir yandan Amerikan derin devletinin Vietnam Savaşı konusunda halkı aldattığını ortaya koyan Pentagon Belgelerinin basına sızdırılma öyküsünü anlatırken, öte yandan da bir kadının vicdanî hesaplaşmasını, basının asıl işlevini politik çıkarların önüne koymasını, erkekler arasında bireysel varolma mücadelesini ve Washington Post’u Amerika’nın en önde gelen ulusal gazetesi yapma hikâyesini anlatıyor.
Kay Graham’ın telefonda genel yayın yönetmeni Ben Bradlee’ye (çoktan beri izlediğimiz en iyi Tom Hanks) Pentagon Belgelerini basma kararını açıkladığı sahnenin şimdiden politik sinema tarihine geçtiğini düşünüyorum. Bu sahne kanımca filmi basın özgürlüğü temasından alıp feminist bir temaya geçiren son derece iyi çekilmiş ve canlandırılmış bir sahne.
Her şeyini kaybetmeyi göze alan Kay, bu kararının nedenini bir oda dolusu ne yapması gerektiğini her daim ona dikte ettirmeye çalışan erkeğe açıkladıktan sonra derin bir nefes alır, ve sakin bir şekilde “şimdi yatmaya gidiyorum” der. Bu noktadan sonra yıllarca geride durmuş bir duldan basın tarihine damga vuran bir figüre giden yolu izleriz.
Filmin bütününe baktığımızda Kay Graham’i her daim takım elbiseli erkeklerin ortasında yapayalnız görürüz. Kay neredeyse her karede onun adına konuşan, onun için karar veren danışmanlarla, ne yapıp ne yapmaması gerektiğini öğütleyen “bilge” erkeklerle çevrilidir.
Spielberg’ün Kay Graham özelinde bir kadın öyküsü anlattığını iki sahnede çok net görürüz. İlki: Üst Mahkemede Adalet Bakanlığı için çalışan genç memure, zıt taraflarda olsalar da hukuk savaşında içten içe Kay’i desteklediğini fısıldayacaktır duyulmasından ürkerek. İkincisi ise hukukî zaferin ardından konuşmayı ve ön plana atılmayı erkeklere bırakarak mahkeme merdivenlerinden inen Kay’in geçmesi için ona yol açan genç kızların hayranlık dolu bakışlarında gizlidir.
The Post, sahte haber çağında özgür basının önemine vurgu yapmasının ötesinde tehlikeli politikacıların elinde demokrasinin nasıl yerle bir olabileceğini de hatırlatıyor bizlere. Ama film, en çok da Trump Amerika’sında ve dünyanın her köşesinde cinsiyet ayrımcılığı, cinsel taciz ve erkek zihniyetiyle mücadele veren tüm kadınlara selam gönderiyor.