Medyanın savaş mecazlarında boğulan barış, hakikat
Afrin operasyonunu bolca mecazla kutsayan medya hakikatin sesini kısmakla kalmıyor, savaşı da arzulanabilir kılıyor
06.02.2018
Medyanın dili şiirden farksız… Yüzde 90’ı mecaz, arta kalan ise güçbela damıtılmış belli belirsiz ipince bir hakikat. İddialı beyanların parıltısının ardından koşmamızı istercesine, zoraki ve kıt bir anlamla yetinmeye mecbur bırakan yapay bir söz sanatı. Güzellemelerin sağır edici tantanasıyla hakikatin sesini duyulmayacak kadar bastıran boğucu bir üslup.
Şayet toplumda hakikatin ölüm kalım meselesi hâline geldiği bir durum varsa, o da tam anlamıyla savaş ve silahlı çatışma hâlleri değil midir? Onlarca, yüzlerce, belki binlerce insanın yaşamını yitirebileceği zamanlarda, toplumlar olup bitenleri en ince ayrıntısına kadar bilme hakkına sahip olmalıdır ki zaten “propaganda” bunu önlemek için icat edilmiştir. Bilginin yalnızca devlet kontrolünde olduğu devirler artık elbette geride kaldı. Ne var ki gazeteler Afrin operasyonundan bir futbol maçına çıkar gibi bahsetmekte bir sakınca görmüyor, bazı televizyon spikerleri ve yorumcuları da bu taraftar psikolojisini ödev bilip, savaş mecazlarına ses tonu ve vurgularla eşlik etmekten kaçınmıyor. Sanki bütün bu yaşananlar mizansenmiş, kaybedilenler gerçek hayatlar değil de çocukların oyun bahçesinde çarpıştırdığı kurşun askerlerden ibaretmiş gibi.
Daha ilk günden bazı manşetler can kaybı olasılığının gerektirdiği temkinden uzak, coşku ve neredeyse sevinçle karşıladı operasyonu:
“Jetlerimiz Afrin’i vurdu: Türkiye Tek Yürek” (Hürriyet, 21 Ocak)
“Teröre demir yumruk, sivile zeytin dalı” (Habertürk, 21 Ocak)
“Türk milleti arkanızda” (Posta, 21 Ocak)
“Kendi göbeğimizi kendimiz kestik” (Takvim, 21 Ocak)
“Kaçacak delik arıyorlar” (Güneş, 21 Ocak)
Evet, sadece basının belli bir kısmından söz etmiyoruz. Ana akım gazetelerinin kullandığı üslup, en militan olarak bilinen hükümet yanlısı gazetelerin çok da uzağında değil. Basın özgürlüğünü hakikat yerine sansasyondan yana kullanan mecralar operasyonun can kaybı olmadan çok kısa sürede sona ereceğinin “müjdelendiği” ilk haftada hızlıca özel logolar sipariş etti, televizyonlar ise jingle’lar besteledi. Hepsi, doğru ve dürüst gazetecilik uğruna tabii. Savaşın şiddeti örtülsün mü isterdiniz? Aksine, manşetlerde destan mecazlarıyla süslenerek iyice benimsendi:
“Türk milleti ile kimse baş edemez” (Posta, 22 Ocak)
“Hedef Afrin’e huzur koridoru” (Sabah, 22 Ocak)
“Mehmetçik Türkiye’yi birleştirdi; İşte biz buyuz” (Sözcü, 23 Ocak)
“Türk seddi” (Milliyet, 24 Ocak)
“Milli savunmanın muhteşem zaferi” (Star, 25 Ocak)
Mecazların en başında da bizzat operasyonun adı, “zeytin dalı” geliyor. Operasyonun hemen ardından yaşananlara bakılacak olursa, dayatılan güzellemelerin tahribatı “basit bir propaganda” denilip geçilecek kadar hafif değil. Zira savaş bu kadar arzulanmalıysa eğer, barışı savunanların maruz kaldıkları saldırılara şaşırmamak gerekiyor. Madem savaşsa kimliğimiz, ortak paydamız, bizi birleştirebilen tek şey, o zaman savaşmayı bıraktığımızda bölüneceğimizi zannetmek bu düşüncenin doğal bir sonucu. Şayet esas olan öldürme kudreti ise, yaşatma kudreti adına barış talep eden doktorlarla devletin gayesinin çeliştiği aşikâr.
İHA’ların, tankların, jetlerin, bombaların itibarlı olduğu bir ülkede barış ancak hoyrat ve saldırgan olur, huzur ise hırçın ve tehditkâr. Sürekli birilerinin ölmeyi hak ettiğinin tekrarlandığı bir yerde, yaşamın değersizleşmesi kaçınılmaz.
Barışın dilimizden sökülüp, savaşa destek anlamına gelmediği surette ayıplanması, hattâ sansürlenmek istenmesi, operasyonun meramının herkesçe anlaşılabilecek olmasının yarattığı kaygıyı gösteriyor. Ancak devlet otoritesinin kelimelere el koyup, dünyayı anlamlandırma hakkını sadece kendinde görmesi, toplumun bilgi çağında olmasına rağmen propagandaya karşı savunmasız kalması demek. Bu taarruz karşısında dilimizde gittikçe yitirdiğimiz, daha iyi günlerin özlemini anlatan kelimelerden vazgeçmemek bile ufak çapta bir direniş belki de…
Savaşı kutsama yarışı
Savaşın medyada mecazlarla kutsanması, savaş propagandasını yasaklayan uluslararası hükümleri ihlal etmekle kalmıyor, mütemadî bir toplumsal çatışma kültürünün de tohumlarını ekiyor. Bu anlatıyı reddeden herkes “tek yürek” olmamakla suçlanabilme riskiyle karşı karşıya bırakılıyor. Medya mı bunu sorgulayacak olan? Aksine, medya devlet söylemine dört koldan sarılıyor, ama bunu yaparken mecazlarıyla kat be kat etkisini artırıyor. Öyle ki insanların destansı söylemlere kendilerini kaptırırken, hakikati göz göre göre görmezlikten gelmeleri bekleniyor.
Kaçınılmaz olan, savaş nedeniyle yaşanan can kayıplarının da yine savaşın meşrulaştırılması için kullanılması. Mesela Ahmet Hakan’ın 2 Şubat tarihli köşe yazısını okuyalım:
“İstediğiniz kadar… ‘Savaşa hayır’ diye bağırın… Asla inandırıcı olamazsınız. İstediğiniz kadar… Süslü cümleler kurun… Asla etkileyici olamazsınız. İstediğiniz kadar… Barışçıl marışçıl görünün… Asla yediremezsiniz.”
Yani Ahmet Hakan’a göre insanların ölümünden sorumlu olanlar bizzat insanlar ölmesin diyenler. Bu manipülatif çarpıtmayı mümkün hâle getiren savaşın peşinen kutsanabilmesi elbette. Bir başka ortalama ana akım yayının bir başka ortalama yazarından örnek verelim. Tarihçi Murat Bardakçı. Kendi anlattığına göre bizzat savaşlarda bulunmuş biri. Gelgelelim Afrin ile ilgili 24 Ocak’ta yazdıklarına:
“Ama sınırlarınızın hemen yanıbaşında her türlü mel’aneti plânlayıp masum sivillerin bile canını pervasızca alanlara karşı eliniz- kolunuz bağlı oturmak kayıtsız bir hamakat (…) Bize müdahaleden başka çarenin bırakılmadığı böyle bir vaziyette birkaç tarafgir idrak fukarasının hâlâ ‘Savaşa hayır’ diyebilmeleri şuur kaybından da öte bir iştir!”
Ve yine anlamların yer değiştirdiğini görüyoruz: Belirsizliklerle dolu bir operasyonu savunanlar allâme-i cihan, uyaranlar “şuursuzdan da öte.” Operasyonla ilgili hakikatler manşetlerde yer almazsa, destanlar yazıldığını okuyanların böyle düşünmesi işten bile değil.
Daha diplomatik bir dil kullanan yazarlara göz atalım. Yine Habertürk’ten Serdar Turgut, 24 Ocak’taki yazısında şöyle bir tespitte bulunmuş:
“Türk askerinin gücünü ve cesaretini zaten kimse tartışmıyordu, ama ülke olarak gücümüzün bu yanını, bu soft power’ımızı bugünlerde dünyaya mutlaka hatırlatmalıyız.”
Turgut, uluslararası ilişkiler teorisindeki “yumuşak güç” kavramını kullanarak fark yaratan bir analize kalkışmış. Ama anlam kargaşasından nasibini o da almış olacak ki kavramı yanlış kullanmış, nitekim bir bölgeyi askerî güçle ele geçirip, idareyi devralmak “yumuşak” değil aksine “sert güç”. Savaş kutsandığı müddetçe teşbihte hata olabiliyormuş meğer.
Son örnek ise hakikatten mahrum bırakılmanın ne denli hükümsüz analizlere sürüklediğini iyice ortaya koyan türden: Sedat Ergin’in, operasyonun ikinci haftasında salık verilen “meskûn mahal” safhasını değerlendirdiği 30 Ocak’taki yazısı. Ergin, bunun için Başbakan Binali Yıldırım’ın şu açıklamalarına değiniyor:
“Bu tabii ki, bir meskûn mahalde teröristle çatışmadır. Türk Silahlı Kuvvetleri bu konuda tecrübeli mi, tecrübeli… Silopi, Cizre, bütün o olayları hatırlayın…”.
Peki, Cizre’de, Şırnak’ta yaşanan ölümler aydınlatılmadan, çok sayıda sivilin hayatını kaybettiğine dair en azından iddialar dile getirmeden bir analize soyunmak hakikatle ne denli bağdaşıyor? Cizre’den Yüksekova’ya kadar yürütülen tüm operasyonlarda yaşanan ihlaller belki yıllarca şiddettin iyice kök salmasına yol açacak. Afrin’de böyle olmayacağı ne mâlum?
Bir yandan savaş kutsanırken, beri yandan geçmişteki “çatışmaların” dumanları daha hâlâ tütüyor. Binlerce ailenin tüm varlığı kül, postallarımızın altı kül, betimiz benzimiz kül.
Oysa bilgilere ulaşmak hiç de zor değil. Hepsi parmaklarımızın ucunda. Örneğin UNICEF, operasyonun daha 5. gününde bir basın açıklaması yaparak Afrin’de en az 11 çocuğun yaşamını yitirdiğini belirtti. Ayrıca, çatışmaların yoğunluğu ve şiddeti nedeniyle halkın bodrumlara sığındığı aktarılırken, burada çocuklara hizmet veren bir Çocuk Dostu alanda çalışmaların durdurulduğu belirtildi. Açıklamanın başlığıysa adeta bir sitem gibi: “Acaba dünya Suriye’de çocukların öldürülmesine duyarsızlaşıyor mu?” Daha sonra Afrin’de bulunan deneyimli Britanyalı Orta Doğu muhabiri Robert Fisk, operasyondan en çok kadınlar ve çocukların etkilendiğini, bombalar nedeniyle de çok sayıda sivilin yaşamını yitirdiğini yazdı. Afrin’e hayatları boyunca ayak basmayacak olan pek çok yazar ise Fisk’i yalanlamakta gecikmeyecekti.
Ümit Kıvanç’ın P24’teki yazılarını takip edenler ise daha sonra yaşanan saldırılara maalesef şaşırmamışlardır. Çünkü Kıvanç, açık kaynaklardan topladığı bilgilerle operasyonun yürütüldüğü bölgenin ne kadar farklı gruplar tarafından bölük pörçük kuşatıldığını açıkça gösteriyor. Bağımsız kaynaklardan da Afrin ve çevresinde yaşanan tahribata dair bilgi edinmek mümkün. Hiçbiri, kendisini ciddi bir medya organı gören gazetelerde ya da televizyonlarda yer almayan bilgiler…
Medyamız ise misyonunu “ekmeklere yağ sürmek” olarak biçmiş bir kere. Ve tüm dünyada “barış gazeteciliği” etiği yaygınlaşırken, yerli medya kuruluşları ise adeta bir “savaş gazeteciliği” geliştiriyor. Bunu da şu üç adımda yapıyor:
Bir: Operasyona tam destek verelim derken savaşın adeta kutsanması.
İki: Savaşın kutsanmasıyla, barış isteyenlerin hedef olarak görülmesi.
Üç: Barış isteyenlerin hedef olarak görülmesiyle, savundukları hakikatlerin de inkâr edilmesi.
Başbakan’ın operasyon öncesi toplantısına koşar adım katılan medyadan gerçekleri söylemesini beklemek nafile. Peki, Türkiye’nin amiral gemisinin genel yayın yönetmeni operasyonun başlangıcından sonraki yazısında ne diyor?
“Terör örgütünün amacının Türkiye’yi bölmek olduğu da düşünüldüğünde Türkiye’nin askeri harekâtı, tartışmaya dahi açılamaz.” (Fikret Bila, 22 Ocak)
Binlerce asker önlenmesi gereken ve çok vahim sonuçlara gebe bir savaşa katılıyor. Ama bu, basın özgürlüğünü savunan bir medya organı için “Tartışmaya dahi açılamaz”. İşte bu yüzden manşetler yüzde 10 hakikat, yüzde 90 mecaz…
Tam yedi yıldır hataların hata üstüne hata üstüne hatayla örtüldüğü politikaların bedeli daha fazla can kaybı olmamalı. Daha fazla masum insanın ölmemesi için medyadan doğruları talep etmek en tabii hakkımız. Hakikatin olduğu yerde, barışın da yaşatılacağı bilinciyle beraber, bugün yaşananlar ben, siz ve hepimizin sorumluluğu.