Temsiliyet ve gazetecilik: Haber merkezi ile meclis arasında
“Gazeteciliğin krizinin çözümü” meselesi seçimler öncesi Ahmet Şık gibi gazetecilerin de aday gösterilmesiyle farklı bir aşamaya ulaştı
23.05.2018
Türkiye’nin gazetecilik krizi gün geçtikçe büyüyor. Bu büyüyen kriz, ifade özgürlüğü krizinin bir parçası olmakla birlikte bir endüstriyel kriz olma niteliği de taşıyor. Krizin endüstriyel boyutu, sendikasızlaştırılmış haber odalarının elektrik süpürgesiyle süpürülür gibi el değiştirmeleri sonrası hızla “gazetecisizleştirilmesi” gibi olayların yalnızca politik şekilde ele alınması ya da gazetelerin reklam gelirlerine ilişkin tartışmanın yalnızca siyasî iktidar ve medya sahipliği ilişkisi düzleminde yapılması sonucu bu krizin analizi hakkıyla yapılamıyor.
Tüm bunlar olurken gazeteciler kendilerini temsil edecek kurumların yokluğuyla boğuşuyorlar. Gazetecilik sendikaları, meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları Türkiye’nin “sivil toplum krizi” ile mücadele ediyorlar. Ulusal ve uluslararası işbirliklerinin tamamında şeytanlaştırılma potansiyeli ile karşı karşıya olan kurumlar, her biri hem kolektif hem de bireysel tehditler altında bulunan gazetecilere yeterince yarar sağlayamıyor.
İşsiz gazeteci havuzu her geçen gün daha da derinleşirken, havuzun dibinden yukarıya doğru “hızla” yüzmeye çalışanlar ve havuza düşmemek için gazeteciliğin kapsama alanından çıkanlar gibi, güvencesizleşme eşliğinde “tehlikeli” hâle gelmiş gazeteci grupları ortaya çıkıyor.
Tüm bunlar olup biterken, Haziran ayındaki genel seçimlere de gazetecilere ya da gazetecilerin sorunlarını dile getirme gücüne sahip adaylara ilişkin bir tartışma da eşlik ediyor. Evrensel’de Ceren Sözeri “Gazeteciler milletvekili olmalı mı?” başlıklı yazısında konuyu ele aldı. Sözeri, yazısının sonunda şunu söylüyordu:
Başlıktaki soruya tek bir doğru cevabın olmadığı, gazetecileri basın özgürlüğü için politika üretmeye mecbur bırakan bir dönem bu. Risk alma cesareti gösterdiler, yolları açık olsun.
Aslında Türkiye’de gazetecilik sektörüyle siyaset alanı arasındaki “mesafenin daralması” pek yeni bir mesele değil. Ancak bence burada önemli olan, gazetecilerin hiç olmadığı kadar terörize edilmiş olması, haber içeriğinin ise hiç olmadığı kadar kriminalize edilir hâle gelmesi. Gazeteciliğin meslekî bakımdan “sürdürülemez” hâle gelmesinin, teknolojik, politik ve ekonomik temelleri defalarca tartışıldı. Toplumsal kutuplaşmayı P24’teki önceki yazılarda örneklerle de ele almaya çalıştım; ancak en temel mesele olan “gazeteciliğin krizinin çözümü” meselesi bana kalırsa 24 Haziran seçimleri öncesi Ahmet Şık gibi gazetecilerin de aday olarak gösterilmesi ile birlikte çok farklı bir aşamaya ulaştı.
Gazetecinin vekil olması “ayıp” mı?
Her şeyden önce gazetecilerin meclise girmesi “ayıp” değil. Bir gazetecinin açık bir şekilde “milletvekili” adayı, aday adayı vs. olması, mesleğinin küresel ilkelerine uygun haber yaptığı sürece hiçbir açıdan sorunlu bir durum değil. Vekil olduktan sonra “köşe yazarı” ya da “yorumcu” olarak bir gazetecinin, gazete yönetimine herhangi bir zorlama yöneltilmediği sürece katkı yapması ise “görülmemiş” bir şey değil. Hele Türkiye gibi siyasallaşmış basın geleneğine sahip bir ülkede buna “olmasın” demek bana kalırsa biraz da zor. Zira medya, Türkiye’de inatla 20. yüzyıldan kalma bir mantıkla “propaganda işlevi” dahilinde görülüyor. Bu en soldan en sağa hâlâ bu mantıkla ele alınan bir mesele.
Peki ya “gazete görünümlü” siyasal aktörler?
Gazetecilikten vekilliğe geçişten farklı olarak; gazetecilerin, meclis ve siyasî partilerdeki diğer rollerle eş zamanlı olarak sürdürdükleri ve ne hikmetse adaylıkları kadar asla tartışılmayan danışmanlık ve benzeri pozisyonları bana kalırsa burada asıl sıkıntıyı oluşturuyor. Geçmişte vekil danışmanlığı yapmış ve aynı zamanda farklı mecralara katkı sunmuş biri olarak, etik anlamda Türkiye’de bu konuya ilişkin çok ciddi bir problem olduğunu söyleyebilirim. Her şeyden önce, meclisteki danışmanların çalışma süreçlerini etik olarak denetleyebilecek bir unsur yok. Meclisteki “resmî” danışmanları geçtim, gönüllüsünden telifli çalışanına birçok siyasetçinin kendisini “gazeteci” olarak tanımlayan ve bana kalırsa çoğu zaman meslekî alanın tarifine ilişkin ciddi sıkıntıdan yararlanan insanlardan görünürlük ve strateji adına destek aldığını sık sık görebiliyoruz. Hattâ öyle ki, birçoğu Twitter’da kendi “personasını” yaratan bu isimler, cebinde para olan aday ve aday adaylarını “vekillik yoluna çıkarma” ekonomisi dahi oluşturmuş durumdalar.
Vekillik ve siyasi partilere ya da siyasetçilere hizmet etmek için “gazetecilik statüsünü kullanma” meselelerini iki ayrı kategori olarak tanımladık. Peki ya gazetecilerin meclise yönelmesine neden olan sebebi ne yapacağız?
Gazetecilerin meclise yönelmelerine dair “etik tartışma” her ne kadar “alevli meyve tabağı” kıvamında ve küresel olarak sıkça yapılan bir tartışma olsa da, biz tartışmayı kendi gerçekliğimize uydurmalı ve “neden” sorusunu yazının başındaki “örgütsüz ve dağınık gazetecilik ortamı” üzerinden sormalıyız.
Ne yapmalı?
Burada üstüne düşünmemiz gereken meseleler var. Örneğin Ragıp Duran, Artı Gerçek’te Gazeteci meclisleri kurulsun ve benzeri çağrılar yaptı. Sendikalı olsun olmasın, maddi değil siyasi gündeme sahip medya sahipliği değişikliklerinde çalışan gazetecilerin işten çıkarılma süreçleri o kadar hızlı ve sessizce hâlloluveriyor ki, bir ay içerisinde bir tür şok doktriniyle ana akım haber kanalları bile bambaşka yüzlerle doluveriyor.
Meslek örgütleri, cemiyetler ve benzeri oluşumlar bu kadar çok katmanlı bir gündem karşısında kendilerine bir faaliyet alanı seçip orada var olmaya çalışıyorlar; ancak gündemin yakıcılığı ve sertliği karşısında efektif bir güç ya da bir nefes alma alanı oluşturmak oldukça güç. Gazetecilerin, kendi adlarına söz söylemekle yükümlü gördükleri örgütleri de gazetecilerin içinde bulunduğu durumdan farklı bir durumda değiller. Gazetecilerin son çareyi mecliste araması, teknik olarak gazeteciliğin mevcut durumunun umutsuzluğunun aynası, büyük bir demokratik krizin bir göstergesi o kadar.
Bize düşen, ilk aşamada gazeteci ile siyasal iletişim “aracısı” arasındaki farkı tanımlayarak, öncelikle dürüstçe ve açıkça gazeteci kimliğini saklamadan vekilliğe aday olanlarla her daim siyasilerin etrafında “kümelenen” ve gazeteciliğin tanımındaki muğlaklıktan yararlanarak gazeteciliği 1900’lerden kalma bir perspektifle ele alanlar arasındaki ayrımı doğru yapmak. Elbette birçok insan bu öneriye karşılık olarak “nasıl yani, gazetecilerin siyasal olarak görüşleri olamaz mı” gibi bir soru sorabilir. Ancak bahsi geçen “gazetecilik pratiğinin” yakın dönem Türkiye siyasetinde post-truth rejiminin yaratımı, ülkedeki hegemonya savaşımı gibi çok kritik meselelerdeki işlevi düşünülmeden böyle bir soruyu sormak da Türkiye gibi ülkede fazlasıyla “naif” olacaktır. Zira malum sözdeki gibi futbol yalnızca futbol değildir; ancak gazeteci de ne yazık ki çoğu zaman yalnızca “gazeteci” değildir.