Sıkıntı yok, ‘kendimiz atladık’ deriz

Üç gün önce, geçen hafta, geçen ay, iki ay önce falan da alınabilecek bir karar ancak şimdi alındığı için biz bu arada acayip fakirleştik

ÜMİT KIVANÇ

24.05.2018

23 Mayıs günü akşama doğru Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın Para Politikası Kurulu (PPK) toplandı, “borç verme faiz oranı”nı yüzde 13,5’ten 16,5’e çıkardı. Geç likidite penceresi uygulaması kapsamında borç verme faiz oranı”nın ne olduğunu benim açıklamamı beklemiyorsunuzdur umarım. Çünkü ne olduğuna dair zerre kadar fikrim yok.

Fakat şu kadarını anlayabiliyorum: Faiz artırımı için “bütün kötülüklerin anasıdır. yaptırmam” dendi. Ekonominin işleyişini, mantığını bilenlere bakılırsa, bugüne kadar bu yapılmadığı için Türk lirası muazzam değer kaybetti. Hepimiz fakirleştik, ülke ekonomisinin sağlamlığı, cazibesi, itibarı feci yara aldı, geleceği tehlikeye girdi. Gözler dolar ve euro kurunda, hop oturulup hop kalkılan bütün bu günler içerisinde hadise yine dış güçlerin oyununa, o menfur büyük resmi yapan kırılasıca ellerin yeni hainliklerine bağlandı. İktidar temsilcilerine ve propaganda aygıtına ve maalesef nüfusun azımsanmayacak bir kesimine bakılırsa, ekonomik nedenlere dayalı, ekonomik politikalardan kaynaklanan bir sorun yaşanmıyor; bizi kıskanan, Osmanlı’dan korkan, Türk’ün cihan hakimiyeti mefkûresine taş koymak isteyen, İslâm’ın son ordusunu çekemeyen, en mühimi, “Reis”i devirmek isteyen vs. birilerince tertiplenmiş komplo yüzünden sıkıntıya düştük.

Türk parasının baş döndürücü süratle değer kaybedişi ilk gündem maddesi olunca, Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresindeki ekonomi danışmanlarının kimlikleri ve görüşleri, ister istemez, mevzu edildi. Öğrendik ki, faiz artışının enflasyonun sebebi olduğuna dair büyük cevher, kitap okumaya vakit bulamayan cumhurbaşkanının durduk yerde geliştirdiği fantezi değil, danışman yapıp tonla para verdiği birinin -Cemil Ertem- teorik temellere filan dayandırıp savunduğu görüşmüş. Aklı başında birtakım insanlar da gayet nazik üslûpla bu süper danışmanın her şeyi nasıl yanlış anlamış olduğunu izah etmeye çabalıyorlardı, denk geldim.

İşin bu kısmına dair, aslında, tek cümle yeter: Yiğit Bulut Türkiye ekonomisine yön verenlerden biri; ne bekliyorduk? Bu olgu ışığında fiilî enflasyonun nedeni şu mu – bu mu, tartışmak bile gereksiz belki. Bu danışmana göre, olan bitenin sebebi ekonomik değil; her şey -herhalde telekinezici- bazı mihrakların eseri.

Oysa hepimiz izledik ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, zamanlaması hayli ilginç Britanya çıkarması esnasında, özel olarak düzenlenen gayet kritik toplantıda, kendisini operasyonel merak ve ilgi ile dinleyen para-pul yönetimi kurt ve çakallarına, duymak istediklerinin aksini söyledi ve zaten başlamış olan gümbürtünün daha beteri bundan sonra koptu. Ayrıca, hayli uzun süredir, işlerin buraya doğru ilerlediği, yani buraya doğru yuvarlandığımız, ekonomik verileri değerlendirebilen hemen herkes tarafından ifade ediliyordu.

Sonuçta, biz sıradan insanların hayatında yeri olması ihtimali bulunmayan “geç likidite penceresi” midir nedir, oralarda bir yerde, cumhurbaşkanının “asla olmaz” dediği işlem yapıldı. Perdeyi çekmiş olsalar bari. Erdoğan’ın, hakkında mealen, “bağımsızlık falan tamam da, müsaadenizle ben ne dersem onu yapacaklar” demeye getirdiği Merkez Bankası’ndan beş yetkili, faiz artırımını ilan etti.
Beş kişi, fakirleşmemizi yavaşlatacağını umduğumuz bir karar verdiler. “Yakın dönemde,” diye izah ettiler bize durumu, “piyasalarda gözlenen sağlıksız fiyat oluşumları ve enflasyon beklentilerinde süregelen yükseliş genel fiyatlama davranışlarına dair riskleri artırmıştır.” Niye böyle konuştuklarını merak edecek olursanız, sebebi basit: Yaptıkları izahatı bizim anlamamız gerekmiyor.

Zaten biz sadece şunları anlamalıyız:

Üç gün önce, geçen hafta, geçen ay, iki ay önce falan da alınabilecek bir karar ancak şimdi alındığı için biz bu arada acayip fakirleştik.
İkinci olarak, Tek Adam diretti, felakete doğru sürüklenmeye başladık, uçuruma yuvarlanışımız yavaşlasın diye onun dediğinin aksi yapıldı. Merkez Bankası’nın falan kurulundaki beş kişinin, şu şartlarda, Erdoğan’a rağmen herhangi bir karar alması, onu uygulayacak merciye iletmesi, uygulatması, uygulayan olursa onların da kararı alanlarla birlikte FETÖ’den, PKK’den, kokteyl terörden, ajanlıktan, casusluktan, bişeyden içeri atılmaması aklın alacağı şey midir? Şüphesiz o, işte, ne penceresiyse orada o faizin artırılmasına onay veren, Erdoğan’dır.

Ve bu, yasal Tek Adam’lığa geçişi sağlayacak seçime çeyrek kala, kendisinin bugüne kadar yaşadığı en büyük yenilgilerden biridir.
Tarih çoğu zaman tesadüflerden, bir sürü farklı özne ve etkenin değişik değişik roller oynayıp yarattığı beklenmedik sonuçlardan meydana gelir. Lâkin ondan bazı genellemeler ve kurallar çıkarmak da imkânsız değildir. Hemen bütün Tek Adam’lar için geçerli kural gibi: onlar yanıldıklarında, yenildiklerinde, hükmettikleri toplum da büyük zarar görür.

Erdoğan, faiz artırımı kararının ardından konuştu ve tabiî herhangi bir özeleştiri gereği duymadı. Aksine, meseleye ne kadar hakim olduğunu göstermeye yönelik bir edâ ile, “Döviz kurunun yükselmesinin sebeplerini doğru tespit etmek gerekir,”  dedi. Her şeyden önce kurdaki dalgalanma sadece ülkemizle ilgili değildir. Küresel düzeyde yaşanan bir sorundur. Gelişmekte olan ülkelerde bunun etkisi daha fazla hissedilmektedir.”

Burada Erdoğan’ın haklı olduğu bir yan var; öyle anlaşılıyor. Çıkar sözcüsü olmadığını bildiğimiz ekonomistler de bazı ülkelerin paralarında yaşanan değer kaybının genel bir sebebi olduğunu dile getiriyorlar. Ancak tabiî ki Türkiye’deki durum özellikle berbat ve bizim felaketimizin tek kaynağı, başkalarıyla paylaştığımız bir genel sebep değil. Hattâ esas kaynağı bu değil.

Nitekim Erdoğan da, evrensel eğilimden sözettikten hemen sonra, “yalnız ve güzel ülke” moduna geçti: “15 Temmuz darbe girişiminden, sınır ötesi harekatlarına kadar her konuda yalnız bırakılan Türkiye, benzer bir durumla karşı karşıyadır.” Kim yalnız bırakmış? Birileri saldırıyor mu yoksa Türkiye’yi yalnız mı bırakıyorlar? Eğer Türkiye yine yalnız bırakıldıysa, genel sebepler bir yana, özel durumda değil midir? Kendi durumuna özgü sebepleri araması gerekmez mi? Oysa şöyle devam etti Erdoğan: “Bir kez daha söylüyorum: Finans piyasalarındaki gelişmelerin ekonomimizin gerçekleriyle bir ilgisi yoktur.”

Cebimizdeki paranın durduğu yerde eriyişini fiilen hissederken, “ekonomimizin gerçekleri” içerisinde ne muazzam har vurup harman savurmalar, ne peşkeş çekmeler, ne örtülü ödenekler, ne saraylar, ne makam arabaları ve -ne tuhaf, hemen hiç sözü edilmiyor!- inen kalkan askeri jetlerin sürekli değişen yedek parçaları, tanklar, toplar, roketler, mermiler, bilumum savaş masraflarının bulunduğunu hesaba katarken, yalnız inşaatla seksen milyonluk ülkenin kendini uluslararası ekonomide güçlü bir şekilde var edemeyeceğini bilirken, devletin tepesinden topluma empoze edilen bu görüşe itibar edilmesi mümkün değil.

Hele devamına ikna olmak hepten imkânsız: “Bununla birlikte ortada üstesinden gelemeyeceğimiz bir sıkıntı da yoktur. (…) Seçimin ardından enflasyonu indirmek ve cari açığı azaltmak için kesinlikle çok daha farklı bir şekilde gereken tedbirleri devreye sokacağız. Kısa vadede kurdaki dalgalanmanın önünü kesebilecek imkanlara da sahibiz.”

Çok basit bir soruyu sormalıyız: O halde şu hale nasıl düştük?

Yaratacağı işsizlikle, yoksullukla, açlıkla, bin türlü feci vaziyetle, yüzde yirmi beş oranında fakirleşme, “üstesinden gelinemeyecek sıkıntı” değil mi? “Çok farklı şekilde gereken tedbirler” ile halledilecekmiş sıkıntı. Neden “seçimin ardından” peki? Neden “kısa vadede” değil?
Karşımızda, yaşanan felaketi durdurup doğan zararı telafi edebileceğini ileri süren bir muktedir var. Çok basit olmalı, ona soracağımız sorular: Şu ana kadar neden yapmadınız? Madem önleyebilecektiniz neden önlemediniz? Madem düzeltebileceksiniz, ne bekliyorsunuz?
Gerçekten, mantıktan, izandan öylesine koptuk ki, mantıken ortaya çıkan en basit soru bütün bulmacaları bir anda çözmeyi sağlayacak sihirli değnek gibi görünebiliyor gözümüze.

23 Mayıs günü dolar bir ara 4,92 lirayı buldu, Merkez Bankası’nın -şüphesiz liderin direktifiyle- “ekonomimizin gerçekleri”ne yanaşmasından sonra 4,57’ye kadar düştü. Geceyarısından sonra, ben bu satırları yazarken, bir ara 4,58’in üzerine çıkmakla birlikte, genel olarak 4,579 civarında dolaştı. Yani aslında -biz fânîlere “yüzde üç” olarak görünen- “üç yüz baz puanlık” faiz artışının tesiri bu kadarcık. Yani hiçbir şey hallolmuş değil. En ufak sarsıntıda neler olabileceğini kestirmek de zor değil.

Artık yerli-millî karakterimiz olarak yerleşen esip savurma, atıp tutma tavrıyla, uçuruma yuvarlanırken, “Ne var lan!” diye bağırırız hep beraber. “Düştüğümüz falan yok, kendimiz atladık!”

“Niye atladınız?” diye soran olursa da, “Büyük resmi gördük, hoşumuza gitmedi,” deriz.