Seçim öncesinde gazetecilik: Adaylarla konuşmak
Söyleşilerde gazetecilerin liderlere “danışmanlık etme” ya da “yol gösterme” eğilimi, soru sorma eğiliminin önüne geçmiş durumda…
24.05.2018
Dünyanın birçok ülkesinde seçimler medya ve iletişim endüstrisi için bir festivaldir. Seçim reklam ajansları, halkla ilişkiler şirketleri ve gazeteler için önemli bir ekonomik bir gelir kapısıdır; akademisyenler bu dönemleri iple çekerler. Birçok “iletişimci” günün birinde büyük bir “siyasal iletişim kampanyası” tasarlamanın hayalini kurar. Çok geniş kitlelere yönelik bu hassas iş çok mühimdir. Ne yazık ki bize ne kampanyalar ne de siyaset odaklı gazetecilik şu günlerde bir festival hissi veriyor. Medyanın “kötü alışkanlıkları” ise alternatifinden gelenekseline birçok alanda seçimlerin medyada ele alınışını olabilecek en kötü seviyeye yakın tutmaya devam ediyor. Peki ama nasıl?
Normal şartlarda bu konu kolaylıkla ifade özgürlüğü veya medya sahipliğinin yarattığı baskıların sınırları dahilinde tartışılabilir. Gazetecilerin, özellikle nam-ı diğer ana akım medyada, işlerini korumak üzere konuk seçiminden soru seçimine dek birçok “seçimlerini” aslında kendilerinin yapmadığını söyleyip konuyu kapatabiliriz. Ama kendini “bağımsız, özgür” vesaire olarak tanımlayan medya kadrolarının da benzer “hastalıklara” kapıldığını görmek mümkün. Üstelik bu “hastalıklar” uluslararası markalar için yayın yapan televizyoncu ve gazetecilerde de görülen türden.
Seçimlerde birkaç tür ürün var. Lider, vekil ve partiler seçimin hem “ana konuları”, hem “ana özneleri.” Teker teker bu üç ana özne üzerinden, özellikle de söyleşi temelinde gazetecilerin yaptığı hataları değerlendirmekte fayda görüyorum. Ancak öncelikle söyleşi yapılan kişi/temsilci fark etmeksizin kimi sık karşılaşılan hatalardan bahsedelim.
En çok yapılan hatalar
En jenerik hata çoğu zaman yayına davet edilen insanla ilgili ön bilginin, adaysa bölge ve sırası da dahil olmak üzere çok önemli olan kimi bilgilerin es geçilmesi oluyor. Örneğin “İstanbul milletvekili adayı” ifadesi oldukça anlamsız. İki ya da üç seçim bölgesinden oluşan çok sayıdaki ilimizi düşündüğümüzde yarım bilgi verilmiş olunuyor. Adayla ilgili biyografik bilginin gereksiz uzatılması ya da bir şekilde “övgü düzmeye” dönüşmesi de fazlasıyla itici bir durum. Gazetecilerin, hele ki soru yönelten konumundayken, sıfatlardan olabildiğince kaçınmaları onlar için en iyisi. Bu hem adayla gazeteci arasındaki mesafeyi vurgulaması bakımından, hem de meslekî etik bakımından en uygun olanı. Bir önceki yazıda ele aldığım “gazeteci adaylar” söz konusu olduğunda bu “mesafesizlik” iyice belirginleşiyor. Her ne kadar bu son dönemde “samimiyet” teması altında fazlasıyla pazarlanabilir bir durum gibi görülmeye başladıysa da meslekî etik bakımından da siyasî etik bakımından da sorun oluşturuyor. Tabii mesafesizliğin hemen karşısında bir de ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar krizimizin bir parçası olarak devreye giriyor. Bir yanda “fazla samimi” gazeteciler varken, öte yanda da yıllardır şikayetçisi olduğumuz “sinmiş” gazeteciler var ki, bu konu zaten uzun süredir meslekî tartışmanın bir parçası.
Söyleşilerde ortaya çıkan bir başka önemli sorun, özellikle de stüdyolarda gerçekleşen video temelli programlarda moderatör ya da sunucunun söyleşi yaptığı kişiyi dinlerken Twitter ya da Youtube yorumlarına dalması oluyor. Özellikle bire bir programlarda, program bir süre sonra konuğun monoloğuna dönüyor; hattâ gazeteciler bazen programın kontrolünü öyle bir kaybediyorlar ki, konuklarının cevabının sonuna geldiklerini fark ettiklerinde panik olduklarını bile gözlemlemek mümkün oluyor. Elbette timeline önemli, interaktif programcılık da öyle. Ama bir gazetecinin ilk olarak konuğuyla “stabil” bir iletişim içerisinde olması gerekmez mi? Bu işi yapabilecek bir editör istihdam edilemiyorsa demek ki o timeline’dan gelen sorulara da öncelik vermek pek doğru değil. Amatör Youtuber’lar bile bir gün önceden soruları toplayıp programda sorarlarken, karşıdaki konuğu hiçe sayarak timeline’a kilitlenmek gazetecilere yakışmıyor. Üstelik timeline’dan gelen soruları yanıtlama işi adayların da kendi ekipleriyle rahatlıkla kotarabilecekleri bir iş. Bir gazeteciyi farklılaştıracak olan şey tecrübesi ve gazetecilik refleksleriyle özgün sorular sorarak programa bir değer katması değil mi? Aksi halde bu mesleğin profesyonel olarak yapılması yalnızca dili doğru konuşma ve iyi fotoğraf verme ile ilgili hâle gelmez mi?
Ortak hatalardan bir diğeri de 16-17 yaşındaki gençlerin yine Youtube’dan öğrendikleri tekniklerle çektikleri Youtube videolarının kalitelerine ulaşmayan çekimler ve özellikle ses kayıtları. Türkiye’de her köşe başında yeni medya ve içerik üretimi eğitimi veriliyor ama bunlar profesyonel gazetecilerden çoğu zaman ilgi görmüyor. Bu ilgisizliğin bedeli de çamur gibi videolar ve duymak için kumandaya abanılan ses kayıtları oluyor.
Liderlerle konuşmak ya da konuşamamak
Her gazeteci için bir liderle, bizim durumumuzda kısmen de olsa başkan adayları diyelim, yapılacak söyleşinin değeri büyüktür. Türkiye’de pek âdet olmasa da birçok gazeteci bu söyleşileri portfolyosunda barındırır. Birçok gazeteci için, liderin takipçisi olan kitlenin de karşısına çıkma bakımından bu büyük bir fırsattır. Zira özellikle Türkiye gibi ülkelerde politikacılar, hele ki alternatif mecralar söz konusu olduğunda, gazetecilerden çok daha “tanınır” kimliklerdir. Bu yüzden de gazeteciler üzerinde “oyunu doğru oynama” baskısı kurulduğu düşünülebilir.
Ancak bu, ne yazık ki 2018 genel seçimlerindeki eğilim dahilinde pek böyle değil. Özellikle, bu son süreçte liderlerle yapılan söyleşilerde gazetecilerin “malumatfuruş” kimlikleriyle liderlere “danışmanlık etme” ya da “yol gösterme” eğilimi, soru sorma eğiliminin önüne geçmiş durumda. Elbette bir siyasetçinin bir gazeteciden öğrenecek çok şeyi olabilir; ama gazetecinin aslî işlevini yerine getirmek yerine “şöyle yapsanız daha iyi olmaz mı” şeklinde yönlendirici konuşması biraz tuhaf olabiliyor.
Liderlerle yapılan söyleşilerle ilgili bir başka durum da biraz abartı gibi olacak ama koltuğa karşı tabure diye tanımlanabilecek orantısız şartlarda yapılan çekimler. Bazı kurumlar gazeteci ve liderin “eşitliği” konusuna özellikle önem verirken (fotoğraf ve video çekimlerinde), kimi çekimlerde gazeteci ve siyasetçinin arasında statü farkı fazlasıyla belli oluyor. Kimi yayıncılar bu durumu “memnuniyetle” karşılarken, kısıtlı imkânlara sahip yayıncıları muhtemelen “kurgu masası” da kurtarmıyor. Tabii ki bu seçimlerin “post-truth siyaset” durumunda yapılıyor olması gereği liderlere sorulamayan ya da usulen sorulan bir liderin hâlihazırda hapiste oluşu, ekonominin durumu gibi “etrafından dolaşılması tercih edilen” konular da burada ele alınmalı; ama yazının başında da dediğindiğim üzere, bu yazı daha teknik detaylar üstüne kurulu.
Vekil adaylarıyla konuşmak
Söz konusu vekil adayları olduğunda vekil adayları bir tür “otomasyonun parçası” gibi. Tanıl Bora’nın Zamanın Kelimeleri kitabında üstünde durduğu anahtar sözcükleri bol bol kullanarak iktidar ve muhalefet vekilleriyle yapılan söyleşiler birbirlerinin farklı versiyonu olan içerikler çıkarıyor ortaya. İstanbul ve Ankara adayları çoğu zaman asıl “ilgi odağı” konumunda. Diğer illerin adayları “yerel kanallarda” geziyor çoğu zaman ya da “il il gezen” özel programları bekliyorlar. Ona bütçesi yeten kanal da zaten sadece “tuttuğu tarafın” vekillerini konuşturuyor. “Rating’i iyi olan adaylar”, OHÂL’le birlikte “makûl adaylar” karşısında yenik düşmüş durumdalar. Muhalif kanal bile “fazla muhalif” olanı ya da paralelinde yayın yaptığı partiye ters gelebilecek adayı “parlatmaktan” kaçınıyor. Gemilerde en ufak bir “deliğe” yer yok çünkü.
Vekil adaylarına sorulan sorular alternatif medya alanında bile çok belirgin. Örneğin DW Türkçe’ye 22 Mayıs’ta çıkan Ahmet Şık’a sorulan soruların hiçbiri yeterince yaratıcı değildi; hattâ Ahmet Şık’ın Tahir Elçi’nin ölümüne referans vermesini gerektirebilecek kadar “garip” kimi sorular vardı. “Millî ezbere dayalı” anahtar sözcüklerin alternatif olarak görülen mecralarda dahi sıkla kullanıyor olması Türkiye’nin ana akım hastalığının alternatif olma iddiasındaki birçok mecraya “yayılmışlığının” bir kanıtı.
Elbette bunda geçmişte alternatiften ana damara kayan “kaliteli iş gücü” akışının, ana akımın alternatife zorunlu kayışı gibi faktörler de etken. Vekil adaylarına “partinizle ilgili x yargısını nasıl kıracaksınız” sorusunu sormak veya “sizce şu şöyle midir, değil midir” gibi tuzaklı ve muhatabını Türkiye’de ölüme götürmüş sorular sormak ya da bu sularda gezinmek hem politik bir kolaycılık hem de etik değil. Gazeteciler her seferinde karşılarında “güçlü karakterde” ya da mevcut siyasal durumdan ürkmeyen adaylar bulamadıklarından bu hatayı yapmakta özgür hissetmemeliler. Bu tür “zorunlulaştırılarak standartlaştırılmış” sorular soranı da sorulanı da gereksiz bir yorgunluk ve siyasi yükümlülük içerisine sokuyor.
Vekil adaylarıyla yapılan söyleşilerle ilgili bir başka sorun da çoğu partide “yukarıdan atamalarla” yapılan aday listeleri gereği çoğu zaman adayların aday gösterildikleri bölge ya da ille ilgili sorulara tabi tutulmaması. Partilerin de çoğunlukla seçmene “kelle hesabı” etrafında bakması gereği nüfusun sosyal yapısıyla adayın kimliği arasında sıklıkla ortaya çıkan uyumsuzluklar, bazen es geçiliyor. Seçim bölgesine sadece seçim sürecinde uğrayan vekiller ve vekil adayları trafiği söyleşilerin konusu olamıyor. Vekillerin adayı oldukları illerin “yerel” tartışmaları çoğu zaman “ulusal” tartışmanın gürültülü ama bir şey söylemeyen tartışmasına kurban ediliyor. Zira “alışıldık sözler söylemek” daha kolay. Muhtemelen gazeteci için de daha konforlu.
Parti temsilcileriyle konuşmak
Üçüncü bir kategori olarak partinin doğrudan vekil adayı olmayan ama kurmay kadrolarında olan, partisince liste dışı bırakılan ya da bakanlık için düşünülen isimlerle konuşulurken takınılan tavır bence çok önemli. Her şeyden önce bu kişilerin yayının bir parçası olmalarının “neden önemli olduğu” çoğu zaman atlanıyor. Söyleşi yapılan kişi, ilgili siyasî hareket ya da parti içerisinde ne tür bir yer tutuyor, söyledikleri neden önemli gibi temel bilgiler olmaksızın başlayan yayınlar, çoğu zaman bir parti için kilit konumda olan bir ismin dahi sıradan bir parti çalışanı gibi ele alınmasına neden oluyor. Bu “yatay siyaset” bilinciyle düşünülünce sorun olmamakla birlikte, hiyerarşiyi damarlarında hisseden Türkiye kamuoyu bakımından pek doğru bir yönelim değil.
Özetlemek gerekirse, bu seçime giderken de gazeteci ile siyasetçi arasındaki ilişkinin yeterince şeffaf ve etik olmadığı; gazetecinin siyasetçi karşısında itibar kaybettiği bir durumla karşı karşıyayız. Bu gazeteciliğin endüstriyel ve politik krizinin yanı sıra, gazetecilerin etikle bağdaşmayan ya da profesyonelliklerine yakışmayan kimi hatalarıyla da ilgili olabiliyor. Gazeteciler bir yandan “post-truth siyaset rejiminin” kurbanı olarak bazı durumları ve hattâ bazen parti ve adayları görmezden gelirlerken, öte yandan da zamane sözcüklerinden yararlanarak oluşturdukları sorularla gazetecilik adına çok sıkıntılı sınavlar verebiliyorlar, hattâ post-truth siyaset rejimini yeniliyorlar. Teknik yetersizlikler bazen maddî koşullara ilişkin bilgi ile yok sayılabilecek olsa da, pratikteki eksiklikler demokratik anlamda nefes alma alanı olarak görülen mecraları da sıradanlaştırıyor, içeriği McDonalds’laştırıyor. Ya da “CNN’leştiriyor” mu demeliyiz?