Selahattin Demirtaş: Ezberbozan, yaratıcı ve pozitif

Konuştukça özel hayatındaki “seven ve sevilen romantik” hâli, kitlelere geçiyor ve kitleler ona duygusal biçimde bağlanıyor, “aşk” duyuyordu

SEZİN ÖNEY

19.06.2018

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en genç adayı ve Türkiye'nin en genç lideri Selahattin Demirtaş. Dünya genelinde, örnekleri giderek artan 1970'li ve daha sonraki kuşaklardan olan lider siyasetçilerine Türkiye'deki yegâne örnek.
 
Demirtaş, 4 Kasım 2016'dan beri tutuklu; hakkında da, Meclis'teki üç parti liderinin toplam yaşı olan yaklaşık iki yüzyıla yakın uzunlukta hapis cezası isteniyor. Sebep, yaptığı siyasi konuşmalar.
 
Demirtaş'ı en iyi nasıl tanımlayabiliriz; portelerini kaleme aldığım tüm liderler gibi, onu da iki-üç kelime ile tanımlayacak olsam, hangi sözcükleri seçerdim? Bana kalırsa; “ezberbozan”, “yaratıcı” ve “pozitif” sözcükleri Demirtaş'ı en iyi anlatan kelimeler.
 
Neden bu sözcükleri seçtiğim konusuna döneceğim; aslında dördüncü bir kelime de var ama tam olarak adını koymak zor — ”aşk”ın yaşamında kilit rol oynadığı biri Demirtaş.
 
“Yaratıcı” yönünü Başak Demirtaş, İrfan Aktan'a şöyle anlatmıştı: “Selahattin, yıllardır evli olduğumuz hâlde, yaratıcılığıyla hâlâ beni çok şaşırtıyor.”
 
Eşi Başak olmasaydı, Selahattin Demirtaş da, bugünkü hapiste, demir parmaklıklar ardından kampanya yürütme enerjisini bulan lider olur muydu?
 

Başak ve Selahattin Demirtaş, birbirlerini gerçekten de seven bir çift; bu “aşk” hâli, her bakımdan dışarı yansıyor ve ikisini de değişip dönüştüren, “derinleştiren”, “büyüten” bir aşkları olduğu belli.
 
Bu durum, özellikle de “barış misyonu” yüklenen bir siyasi figür olan Demirtaş'ı karakter olarak biçimlendirmesi açısından önemli. Sevgiyi, sevmeyi bilmeyen biri, gerçekten “barışı sembolize edecek” bir rol üstlenebilir mi? Özellikle ve özellikle, Türkiye gibi, kadın-erkek ilişkilerinin ve “sevgi-sevmek” konularının kültürel bakımdan sorunlu ve mayınlı alanlar olduğu, siyasi kültüründe de “duyguların” çok ağırlıklı rol oynadığı bir ülkede, kendi hayatında da “seven ve sevilen” bir lider olmadan barış yolunu açan kilit kişi olunabilir mi?
 
Bence hayır.
 
Âşık bir adam
 
Bu “sevgiye” yönelim hâli, Demirtaş'ın üretkenliğinde de kendini ortaya koyuyor. Hapiste olup da, her koşulda üretmeye devam etmek bir moral ve yaratıcılık meselesi. Tutuklandıktan sonra, Demirtaş'ın şiirden hikâyeye, resimden besteye ve şarkı sözlerine birçok farklı “eser” üretti.
 
Burada ironik de bir yön var, Demirtaş'ın ikinci adı "Eser."

Bu coğrafyada, "göbek adı" koyma âdetimizin ilginç bir hikâyesi var: ölüm tehlikesi yaşanması hâlinde, Azrail kapıya dayandığında ve ismi fısıldayarak can almak istediğinde, öteki isim devreye girsin, Azrail'e çalım atsın ve "ikinci bir hayat" olarak canı kurtarsın diye göbek adı veriliyor bebeklere…
 
Selahattin Demirtaş'ın da "ikinci hayatı", diğer ismine uygun biçimde, demir parmaklıkların kendisini “gömmeye” çalıştığı dönemde devreye girdi ve ardı ardına eserler vermeye başladı.
 
Eserlerine yönelik tutumu da, Demirtaş'ı anlatan ipuçları içeriyor. Evrensel'den Çağrı Sarı'yla yaptığı şu mülakattaki sözleri örneğin:
 
“Öyküleri günlerce, bazen aylarca kafamda kurguladım. Saatlerce havalandırmada kıvranarak yürüdüğüm de oldu. Ama hepsini geceleri sabaha karşı kaleme aldım. Yazmam gerektiği ânı hissedebiliyorum. Kafamda olgunlaşınca gerisi kolay oluyor. Birkaç saatte kâğıda dökülüyor. Sabah ilk iş (tutuklu HDP Hakkari Milletvekili) Abdullah Zeydan’a okutuyorum. Onun da önerileri doğrultusunda demlemeye bırakıyorum, bir kaç gün sonra tekrar okuyup son hâlini veriyorum. Bunu da Sırrı Süreyya Önder’den öğrenmiştim. Edebiyatta iddialı olmasam da siyasî bir kişi olarak büyük bir risk alıyorum ve kendimi, düşüncelerimi kamuoyunun eleştirisine, acımasızca açık olan bir zeminde dile getiriyorum. Bu beni korkutmuyor, ama tedirgin oluyorum tabii. Yine de yaşamım boyunca hep en büyük riskleri göze alarak ilerledim. Son olarak bütün eleştiriler ve dayanışmalar için herkese teşekkür ediyorum.”
 
Yaratcılık sürecinin sancılı doğum hâli, ortaya konan eserin nasıl karşılanacağının getirdiği tedirginlik ve tüm bu insanî hâlleri, özgüvenli ve mütevazı biçimde kalabalıklarla paylaşması, Demirtaş'ın karakterini yansıtan enteresan noktalar. Aynı mülakatta, bahsettiğim sevgi ve kadın-erkek ilişkilerine yaklaşımın biçimlendirdiği dünyaya bakışın da izleri var:
 
“Kitapta ben kadınların ‘mazlumluğuna’ değil 'erkeklerin zalimliğine’ dikkat çekmek istedim. Kadına acınacak bir figür olarak değil, erkeğe acınması gereken bir bakış açısını ortaya koymaya çalıştım. Kitabı kadınlara ithaf ettim, ama mesajlar erkekleredir.”
 
Ve tabii, eşi Başak'a bir gönderme de:
 
“En çok da eşim Başak’la konuşuyorduk bu konuyu. Yazma isteğimi görüyor ve beni cesaretlendirmeye çalışıyordu. Ama bir türlü yapamadım. Şimdi ‘tutsak’ kimliğimle bunu yapma fırsatı doğunca içimdeki yazma isteğini hayata geçirdim.’’
 

Gene özel hayatından yansıyan bir başka ayrıntı da, kadın-erkek ilişkileri ve dengelerindeki duruşunu yansıtıyordu. Başak Demirtaş tarafından, 7 Haziran 2018'de gerçekleşen “e-mülakatı” esnasında, “Üniversite yıllarından beri ütü yapıyorsunuz. Evlendikten sonra da devam ettiniz. Cumhurbaşkanı olursanız evde ütü yapmaya, çocuklara kahvaltı hazırlamaya, pazar ve market alışverişine gitmeye devam edecek misiniz? #DemirtasaSoruyorum” sorusuyla paylaşılan ve Selahattin Demirtaş'ı üniversite öğrenciliği döneminde ütü yaparkenki fotoğrafından bahsediyorum. Bu soruya şöyle yanıt verdi Demirtaş: “Seçilince değişmeyeceğime dair herkese verdiğim sözü, sevgili eşime de veriyorum. Ütü, yemek, temizlik dahil bütün yükleri birlikte omuzlayacağız.”
 
Ütü yaptığı fotoğraf karesinin Demirtaş'ın hayatına dair sunduğu bir diğer ipucu da, müthiş bir yoksunluk içinde geçen öğrencilik yılları idi.
 
Sıfırdan kendini yaratmak
 
Yaratıcı yönünü aslında ilk kendi üzerinde kullanmış Demirtaş; sıfırdan gelen bir çocuğu, Türkiye'nin kaderine yol veren bir lidere dönüştürmüş.
 
10 Nisan 1973 tarihinde Elazığ'ın Palu ilçesinde doğmuş; üçü erkek 7 kardeşin ikincisi.
 
Habertürk'ten Kübra Par'a verdiği mülakatta, çocukluk yıllarını şöyle anlatıyordu:
 
“Cam bilye alacak paramız yoktu, cevizle bilye oynardık. Mahallenin bütün çocukları bizi yenmek için sıraya girerdi çünkü kazanınca ceviz yerlerdi! (Gülüyor…)”
 
Çoçukluğunun ve gençliğinin yoksulluğu konusu, başka mülakatlarında sessiz sedasız açılıveren bir “arka plan” teması.
 
Posta'dan Ali R. Karadağ'ın “Siz okumak için Diyarbakır’dan ayrıldığınızda eşiniz ne yaptı?” ve “Evlilik kararını nasıl verdiniz” sorularına yanıtları şöyleydi:
 
“O, Diyarbakır’da, evimizin arkasında, duvarı neredeyse bitişik olan Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde okudu. İşin tuhafı, o benden daha akıllı, matematikte filan daha başarılıydı. Sınavda bir şanssızlık yaşadı, eğitim fakültesini kazandı. Yeniden sınava da girmedi. Çünkü yoksul aileleriz, kafamıza göre tekrar tekrar sınavlara giremiyoruz.
(…)
Çay bahçesinde oturuyorduk. “Biz evlenelim” dedik. Çok sıradan olmuş, şimdi düşünüyorum da. Belki de o bana teklif etti, hatırlamıyorum (kahkahalar). Ailelere söylemeye karar verdik ama epey bir zaman söyleyemedik. O dönem evlilik bize lüks ve ağır geliyordu. Toplumsal baskı ve terör vardı. Ağabeyim cezaevindeydi. Birkaç ay sonra evlendik. Davullu zurnalı, mütevazı bir düğünle… Gelinlik-damatlık giymedik, fotoğraf için ulusal kıyafetler giydik. Ne balayına çıktık ne tatile gittik. Tatil lüksümüz yoktu. Aileler çok yoksuldu, evi kendi imkânlarımızla kurduk.”
 
Üniversite yıllarının yoksulluk-yoksunluk tablosunu aktaran başka bir detay da, kurdukları “Komabelangaz/Grup Perişan” adlı müzik grubu. Grup Perişan'ı şöyle anlatıyor:
 
“Hakikaten perişandık. Mesela gitar çalan arkadaşın gitarı yoktu. Bir zengin arkadaşımıza babası gitar almıştı gidip onu kamulaştırdık. Profesyonel değildik; eylemler olurdu, arkadaş grupları toplanırdı, oralarda çalardık. Sonra dağıldık.”

Cam bilye bile alamayan çocukluğunun gerçekliğine sırtını dönüp, para kazanmayı odağı hâline getirip, çok daha az zahmetli bir hayata da yönelebilirdi. Veya, “siyaset ustalığına” değil, başka bir ustalığa da talip olabilirdi. İşçi emeklisi babası Tahir Demirtaş'ın tesisatçı dükkânında çalışmışlığı da var; gene kendi ifadesiyle, “yıllarca hem okudu hem de mahallede musluk tamir etti”.
 
1990’da liseden mezun olduğu yıl ilk tercihlerini hukuk fakültelerinden yana yaptı; ancak sekizinci tercihi olan İzmir 9 Eylül Üniversitesi Denizcilik İşletmesi Bölümü’nü kazandı. Ancak okuduğu bölüm Demirtaş'ı motive etmiyordu.
 
Habertürk'ten Muharrem Sarıkaya'ya verdiği mülakatta, yaşamının dönüm noktasının Vedat Aydın'ın cenazesi olduğunu ifade ediyordu. Sarıkaya'nın kaleminden aktarırsak:
 
“Temmuz 1991’de tatil için gittiği Diyarbakır sokaklarında HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesinin protestosuyla karşılaşır. Demirtaş, siyaset eşiğinden geçtiği tarihi bugüne işaretleyip anlattı: Vedat Aydın’ın cenazesi bulunana kadar geçen 3 gün içinde duygusal yönden çok etkilendim. Cenazenin kaldırılacağı gündü. Meydana doğru yürüyen bir grup gencin arasına katıldım, birlikte yürümeye başladım. Polisler ellerinde kalaslarla gençleri kovalamaya başladı. Ben de onlarla kaçtım. Mardinkapı önüne geldiğimizde bu kez kalabalığın üzerine ateş açıldı, bilinen acı olaylar yaşandı. Hayatımın rotası o gün değişti, siyasal kimliğimle o gün tanıştım; başka bir insan oldum.”

Vedat Aydın, o meşûm 1990'ların ilk faili meçhul cinayetinin kurbanı. Aydın'ın, Kürtlerin psikolojisi ve aidiyetindeki önemini de İrfan Bozan'ın hakkındaki bir yazısı çok iyi anlatıyor:
 
“Türkiye onu 1990'da Ankara’da İnsan Hakları Derneği kongresinde yaptığı Kürtçe konuşmayla tanıdı. Bu konuşması nedeniyle cezaevinde yattı. Diyarbakır'a döndü HEP il Başkanı oldu.
 
Bir gece kapısı çalındı, kendilerini polis olarak tanıtan kişiler onu götürdü. Gözaltına alındığı kabul edilmedi. İşkence yapılmış cesedi, Diyarbakır'a bir saat mesafe uzaklıkta bulundu.
Cenazesi Diyarbakır'da 12 Eylül sonrasının en büyük kalabalığını topladı. Cenazede olaylar çıktı. 3 kişi öldü. Yüzlerce kişi yaralandı. Cinayet soruşturması 20 yıl sonra tekrar açıldı. Eşi Şükran Aydın 20 yıl sonra emniyete çağrıldı. ‘Gece eve gelenler bunlar mıydı’ diye soruldu. Aydın ‘20 yıl oldu, nasıl tanıyayım’ dedi. Cinayet dosyası hâlâ açık. Güneydoğu'da 90'ların ilk faili meçhullerinden biri aydınlatılmayı bekliyor.”
 
Vedat Aydın'ın cenazesi, Demirtaş'ın yaşamının dönüm noktası olabilir ama Kürt-Zaza aidiyeti de, doğumundan itibaren onu takip eden ve yaşamını sessiz sedasız şekillendiren büyük başka bir etken.
Kübra Par ile olan söyleşisindeki şu sözlerine dönelim:
 
“Kürtler Kürt olduğunu sakladı, çocukları öğrenmesin diye ellerinden geleni yaptı. Benim çocukluğum 80 darbesi sonrasına denk geldi. Annem ve babam kendi aralarında Zazaca konuşurdu ama korkudan bizimle hep Türkçe konuşurlardı. Etnik olarak Kürt olduğumun farkındaydım ama siyasal ve sosyolojik olarak bunun ne anlama geldiğini lise yıllarında anladım.”
 
Gene aynı dönemi Sarıkaya'ya ise şöyle anlatmış:
 
“Liselerde Hizbul-kontra dediğimiz kesimin Kürt öğrencilere karşı saldırıları vardı. Kezzap atarlar, döverler, bıçakla yüzlerini keserler, öldürürlerdi.”

Tabii, bir de ‘’Kürt sorunu’’nun üzerindeki etkisinin kamuoyuna ve hattâ en yakınlarına bile yansımayan tarafları var. Başak Demirtaş, İrfan Aktan ile söyleşinde, “sanırım 1993 yılında, öğrenciyken gözaltına alındığında karşılaştığı işkenceleri de bize hiç anlatmadı” demişti.

O zaman, “15 ya da 20 gün” gözaltında kalmış Demirtaş; İzmir’de Denizcilik bölümünde iki yıl okumuşken, Diyarbakır’a döndüğünde gözaltına alınmış. Sadece Diyarbakır'da değil, İzmir'de gözaltına alınmış.
Ve tabii, abisi Nurettin Demirtaş konusu var bir de…

Aslında ailede siyasete ilk giren Nurettin Demirtaş.
 
Az kalsın zatürre kurbanı olacakken daha çocukken badirelerden dönen, sonrasında da PKK Gençlik Kolları sorumlusu olarak yargılanan biri Nurettin Demirtaş. Ve bugüne değin de, PKK çerçevesinde etkili bir ideolog. Aynı zamanda, 2005'te kurulan ve 2009'da Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) genel başkanı.
 
Selahattin Demirtaş, hukuk okumayı, siyasete girmeyi seçtiyse; Diyarbakır'ın köklü insan hakları hareketinde bir aktör olduysa, abisi Nurettin'in ve dolayısıyla ailesinin yaşadıklarından ötürü gelişen bir “savunma” refleksinin etkisi olmuş olmalı. Kendisi İzmir'de bir hafta süreyle gözaltına alındığında, abi Nurettin de, İşletme Fakültesi'nde okuduğu Muğla'da gözaltına alınmış. Selahattin Demirtaş serbest bırakılırken, abisi tutuklanmış ve 24 yıl hapse mâhkum edilmiş. O tutukluluk dönemi tüm aile için zor geçer; ailenin “iki numarası” olan Selahattin Demirtaş için, çok ifade etmese de, içine attığı biçimde iyice zor… Muharrem Sarıkaya'ya o dönemi anlatırken şunları söylemiş:
 
“Bir ayda toplanan para ortaya konur, giderler ayrılır, kalan denkleştirilip her ay Nurettin’i görmeye o paranın yettiği sayıda kişi giderdi. 8 kişi nasıl gitsin; elde kalan para ne kadarsa o kadar kişi işte. Annemin hazırladığı yollukla Diyarbakır’dan Nurettin’in yattığı Buca Cezaevi’ne 24 saat içinde gider gelirdik.”
 
Sarıkaya kendi gözlemlerini şöyle aktarıyor:

“‘Bugün görüş yok’ denildiği için dönüp geldikleri günleri de anımsadı. ‘Anneniz yolluk olarak kızarttığı tavuğu lavaşa sararmış; siz çok severmişsiniz. Sırf tavuğu yemek için gitmekte ısrar edermişsiniz’ dedim. Duygusallaştı, gözleri doldu. Ümit Turpçu’nun bu ânını görüntülüyor olmasına aldırmadı; ağlamak ile dik durmak arasındaki iç savaşında ikincisini tercih etti.
Derin nefes alıp gülümsedi, ‘Bunları kim anlattı? Evet öyleydi…’ dedi, gerisini getirdi: ‘Buca Cezaevi’nin karşısında küçük bir büfe vardı, ancak orada çay içecek kadar paramız kalırdı. O gün görüş iptal edilmezse içeri girer, kirli, buğulu çift camın ardından Nurettin’i görür, çapraz teller arasından sohbet ederdik. Bir annenin oğlunun kokusunu duyamaması ne demek’”
 
Yaşadıklarının ağırlığı yanında, abisinin davasına bakacak avukat bulamama ve “yapayalnızlık” hâli de, Demirtaş'ı etkilemiş. Gene o dönemi anlatan sözlerini alıntılayalım:
 
“Annem bir bileziğini ‘Senin çocuğunu bıraktırırım’ diyen yargı mensubuna kaptırmıştı. Nurettin’e paramız olmadığı için uzun süre avukat tutamadık. Bu kadar mı kimsesiz ve sahipsiz olur bir insan…”
 
İşte, Demirtaş'ın hayatının rotasını değiştirip Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okumayı ve avukat çıkması seçmesi, bu şekilde bir olay, yani Vedat Aydın'ın faili meçhule kurban gidişi ve cenazesinde yaşananlar kadar, birçok olay ve olgunun iç içe geçişiyle söz konusu oluyor.

Dün ve bugün Kürt sorunu konusunda aktif olan birçok insanın hayat hikâyesinde kendisini gösteren, bu sorunla uğraşmayı seçmek kadar bu meselenin omuzlarına yüklenmesi hâli, Demirtaş'ın öyküsünde de geçerli.

İşin seçilen kısmında, “hukuk okumayı seçmek” son derece bilinçli bir karar. Birçok Kürt gencinin önüne gelen, “dağ” konusu, Demirtaş'ın da karşısına çıkmış.

Sarıkaya ile mülakatında çok samimi biçimde dağ konusunda “kaderin tecellisini” şöyle anlatıyor:
 
“Dağa gitme konusunda çok bocaladım. Gitmemem de tamamen tesadüf. Tam gidecektim ki bizi dağa götürecek kuryeler yakalandığı için gidemedim. Hangi dağa gideceğimi, kime emanet edileceğimi de bilmiyordum. Bir yerlere emaneten gidecektim. Bir gün babamın dükkânına bakarken iki polis geldi. Yakalanan kuryelerin üzerinden ismim çıkmış. Beni dağda zannettikleri için babama ne zaman gittiğimi sormaya gelmişler.

‘Selahattin Demirtaş’ı arıyoruz’ dediler. ‘Buyurun benim…’ dedim. Hemen dışarı çıktılar; kısa süre sonra dükkânın önünde yüzlerce polis vardı. 15 gün nezarette kaldım. Bana Selahattin’i soruyorlar, “Benim” deyince de inanmayıp tekrar sorguya alıyorlardı. Benim, ben olduğumu 15 günde ispat edebildim. Kurgusunu, hesabını, kitabını yaptığım bir serüven değildi…”
 
Şakayla karışık anlatılan bu olay, aslında Demirtaş'ın Kürt sorununu yakıcı olan boyutları da dâhil, her haliyle yaşadığının göstergelerinden. Ve tabii bir de, “tutukluluk” konusu var. Tutukluluk, aslında Demirtaş için, 2016 Kasım'ından çok daha önce başlayan bir mesele.

Siyaset mâhkumu

9 Mayıs 2015'teki Ali R. Karadağ'ın “Siyasete girmenize eşiniz ne tepki göstermişti?” sorusuna Demirtaş'ın yanıtı şu olmuştu:
 
“2007’de aday olurken ‘Halk adına, bizler adına iyi olacak fakat kendi adıma üzülüyorum, çünkü seni kaybedeceğim. İstemeyerek de olsa destekleyeceğim seni’ dedi. Ailem de eşim de fedakârlık yaptılar. Çocukların yükünü yıllardır eşim çekiyor. Sanki kocası cezaevinde… Arada bir açık-kapalı görüş yapabiliyoruz…”
 
Bu sözleri sarfettikten yaklaşık altı ay sonra Demirtaş'ın tutukluluğu resmî olarak başladı. “Romantik kitaplar” okumayı sevdiğini söyleyen bu adamı, siyasetin mutlu ettiğini söylemek zor. Kübra Par'ın mülakatından satırlara dönelim:

"Daha 41 yaşında ama siyaset kariyerinde en tepeye tırmandı. Biraz konuşunca anladım ki o kararlı görüntüsünün altında sıfırdan yükselen bir adamın zorlu hikâyesi var. 'Hiç ağır geldiği oldu mu’ diye sordum, ‘Her zaman…’ dedi ve içini açtı:
 
‘Gençlik yıllarımdan beri omuzlarımdaki yük sürekli arttı. Bazen taşıyabileceğimden çok daha fazla misyon yüklediler. Ben o kişi değilim, deme fırsatı bulamadan gereğini yapmak zorunda kaldım. Milletvekili seçildiğim günden bugüne vekil olduğum için mutlu olduğum tek bir saati hatırlamıyorum…”
 
Demirtaş'ın bu hisleri, eşinin bir yılı aşkın tutukluğu sonrası verdiği mülakatta –çok da haklı biçimde — eşi Başak Demirtaş tarafından da paylaşılıyordu.
 
Başak Hanım Gazete Duvar'dan Vecdi Erbay'a, 2 Kasım 2017'de verdiği mülakatta, kendisine yöneltilen soruya cevaben şöyle diyordu:

"Selahattin Bey için, ‘keşke siyasetçi olmasaydı’ dediğiniz zamanlar oldu mu?:

‘‘Siyasetçi olmasından hep onur duydum. Mücadeleci kişiliği elbette ki çok önemli ve kıymetlidir. Ancak keşke milletvekili vb. seçilmiş siyasetçi olmasaydı. Ben sadece bu kısmına dair şerh düşüyorum. Bu belki biraz bencilce oldu ama kişisel bir soru olduğu için samimiyetle ve kişisel cevap vermek istedim."

Muhakkak ki, sadece Selahattin-Başak Demirtaş çifti değil, kızları Dılda ve Delâl de çocuk yaşlarında “siyasetin mâhkumları.”

“Ezberbozana” adım adım dönüşüm

Demirtaş'tan önce, Türkiye çapında gündem ve siyasi güç sahibi olan, "gençlik enerjisi" taşıyan lider olarak gösterilebilecek fazla isim yok. Ancak, 41 yaşındayken, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri olan Bülent Ecevit'i "genç liderler" arasında sayabiliriz.
 
Demirtaş ise, 37 yaşında HDP'nin başına geçti: Burada kilit nokta ise, HDP'nin Demirtaş eş başkanlığında, Türkiye siyaseti geneline hitap edip edemeyeceği idi.
 
Siyaseten kendi çizgisini kolayca oluşturuverdi diyemeyiz. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olunca, “siyaset kumaşı” ilk kez, Kürt sorunu, Kürt siyasi hareketinden, ait olduğu partilerden bağımsız ortaya çıkıverdi.
 
Sahne, mikrofon kendisine bırakıldığında, kameralar ve kalabalıklar karşısına çıktığında parlıyordu; konuştukça özel hayatında olduğu “âşık adam-seven ve sevilen romantik” olma hâli, kitlelere geçiyor ve bu sefer de kitleler ona duygusal biçimde bağlanıyor, “aşk” duyuyordu. Dahası, esprili ve zorluklarla, hayatla dalgasını geçen tarzı ilk kez, kalabalıklar önünde “açılım” buluyordu.
 
Önüne, Kürt siyasetçilerinin yükseliş süreçlerinde önlerine hep gelen sınav da böylelikle gelmiş oluyordu:  "Kendi renkleri-sözleri ile var olmak" veya "kendi renkleri-sözleri ile değil, kalıplarla var olup ve kendisine sunulan ideolojik miras çerçevesinde kalmak."
 
2007 senesi, Demirtaş'ın Diyarbakır İnsan Hakları Derneği Şube Başkanlığı yaptığı sivil toplum aktivizmini geride bırakıp siyasete atıldığı yıl oldu. Demirtaş, Osman Baydemir'in belediye başkanı seçilmesinden sonra bu görevi ondan devralmıştı.
 
2007'deki erken seçimlerde, DTP ve EMEP, ÖDP ve SDP’nin katıldığı “Bin Umut Adayları” hareketinin desteklediği bağımsız milletvekili adaylarından biri olarak Diyarbakır'dan seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi oldu.
 
34 yaşında, DTP'de Grup Başkan Vekili olduğunda, politikada abisi Nurettin'in izinden gidiyor gibi gözüküyordu. DTP'nin kurucuları ve başlıca isimlerine siyaset yasağı gelmesi ve partinin kapatılma süreciyle 2008'de kurulan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Demirtaş'ın politik kariyerinin genel başkanlığa ilerlediği yer oldu. 2009'da, “Oslo Görüşmeleri” olarak bilinen “Çözüm Süreci”nin başlangıç noktasından beri içinde oldu. 1 Şubat 2010-11 Nisan 2011 arası BDP Genel Başkanlığı ve 4 Eylül 2011-30 Nisan 2014'te Gültan Kışanak ile beraber BDP Eş Başkanlığı yaptı.
 
DTP dönemini “Ankara ile tanıştığı”, BDP dönemini ise Ankara-Diyarbakır ekseninde siyasette pişmeye başladığı vakitler olarak tanımlayabiliriz.
 
2012'de ise, Halkların Demokratik Parti'sine geçen BDP kadroları arasında yer aldı. 22 Haziran 2014'te Figen Yüksekdağ ile birlikte HDP Eş Genel Başkanlığı'na seçildi ve aynı sene, Cumhurbaşkanlığı için partisi tarafından aday gösterildi. Ve dediğim gibi, bu seçimler onun içinden geldiği ve tedrisatından geçtiği siyasi hareketlerin de üzerine çıktığı dönüm noktası oldu.
 
Bu çıkışını, partisini de sürükleyen ve baraj üzerine taşıyan bir politik sinerji ile birleştirdi. Buna karşılık, 2014-2015 aynı zamanda, Demirtaş'ın kendi bağımsız siyasi çizgisini oluşturma sancılarını da yaşadığı yıllardı.
 
7 Haziran 2015 Türkiye Genel Seçimleri için partisi tarafından İstanbul milletvekili adayı oldu ve 2014'teki bireysel parlayışını, bu seçimlerle katmerlendirdi.
 
Kendi ideolojik duruşunu şekillendirmeye çalışırken, HDP'yi de bir lider olarak, şimdiye kadar var olan Kürt siyasi hareketlerinin ötesinde bir noktaya taşıma ve partisini de “bireyselleştirme” taşının altına elini sokar oldu. 
 
Sözü, Demirtaş'ın Habertürk TV Ankara Temsilcisi Veyis Ateş'e verdiği bir röportajdaki cevaplara bırakalım:
 
"Tabii ki Türkiye'de bir Kürt siyaseti hareketi gerçeği var. 1990-91 yılından bu yana Halkın Emek Partisi ile birlikte demokratik siyasette kendi rengi ile var olmaya çalışan bir siyasi hareket.
 
Dönem dönem parti olarak da seçime girildi geçmiş yıllarsa, bağımsız adaylıklarla da seçime girme yöntemi denendi. Ama geldiğimiz noktada biz HDP'yi tek başına Kürt siyasi hareketinin
kendisi olarak tanımlamıyoruz.
 
İçinde elbetteki Kürt siyasi hareketi de var. Ama sadece Kürt siyaset hareketinden oluşmuyor. Halkın Emek Partisi ilk kurulduğu dönemde 1991 yılında da buna benzer bir arayışla bir parti oluşturulmaya çalışılmıştı.
 
O dönem arkadaşlarımız o zor koşullarda Türkiye'nin bütün farklı siyasi yelpazesini aynı amaç etrafında Türkiye'de demokratik çözüm, demokratik birliktelik ve barışçıl yöntemlerle siyasi yapılanma adına bir araya getirmişti. 

Belli oranda başarı da elde edildi. Belki parlamentoda büyük bir grup kurma şansları olmadı ama DEP ile birlikte parlamentoda temsilet imkanı da sağlandı.
 
Fakat o günden bugüne hepimizin Türkiye'deki barıştan, özgürlükten demokrasiden, emekten yana bütün güçlerin ortak bir arayışları vardı. Zaman zaman seçime emek, demokrasi, özgürlük bloğu şemsiyesi adı altında emek hareketlerinin sendikal hareketlerinin, kadın hareketlerinin desteklediği adaylarla da girdik.
 
Fakat ilk defa bir parti çatısı altında buluşturmayı başardık. yani Türkiye'nin bütün farklı renkleri Türkiye'nin gerçeği dediğimiz Türk'ü de Kürt'ü de sol sosyalisti de demokrasiden özgürlükten yana İslamcısı da Alevisi de kadın hareketi, çevre hareketi, gençlik hareketleri, Türkiye'de ben de bu birlikten yanayım, bir arada özgürce yaşamadan yanayım diyen bir partileşme hareketi ilk defa bu boyutta partisini kurmuş oldu. HDP onun partisidir."
 
 
Henüz çok genç Demirtaş; parti lideri muadillerine göre çok genç… Daha yaratacağı çok hikâye var.
 
İronik biçimde, hapishane deneyimi de, onu sürpriz bir role hazırlıyor gibi gözüküyor… Türkiye'nin Mandela'sı olma rolüne. Sonunda Güney Afrika'da “Ulusun Babası” olarak da adlandırılan Mandela ile benzeşmeyen yönleri, Demirtaş'ın “silahla” hiç ilişkisi olmaması; keza, Güney Afrika ile Türkiye'deki sorunlar ve deneyimler de bazı yönlerden benzeşse de, çok da ayrı. Kaldı ki, Mandela'nın uzun yıllara uzanan tutukluluk sürecinin Demirtaş için geçerli olmaması, tüm Türkiye'nin kendi demokrasisi için temenni etmesi gereken bir durum.
 
Türkiye'nin ve kendisinin, Başak Demirtaş ve kızlarının geleceği için, hep olduğu gibi hep gülümseyen ve “âşık bir lidere” ihtiyacı var; ki, hepimiz de sevmeyi, sevilmeyi, her şeyin aşkla başlayıp aşkla bittiğini hatırlayabilelim.