Recep Tayyip Erdoğan: Midas dokunuşlu lider
Siyaseti de birçok açıdan futbol gibi oynadı; kimi vakit defans, kimi vakit hücum oyuncusu, kimi vakit de teknik direktör oldu
23.06.2018
Recep Tayyip Erdoğan, hayatımızın son 16 yıl yılına damga vuran lider. Eğer ki, Türkiye'nin en büyük kenti İstanbul'un kaderine hükmettiği dönemi de esas alırsak, neredeyse çeyrek asırdır Türkiye'nin siyasi kaderinde “Recep Tayyip Erdoğan etkisi” yaşanıyor.
Hayatımızda bu kadar “var olan,” bu kadar etkin, bu kadar belirleyici olan Recep Tayyip Erdoğan gerçekten kim ve nasıl lider?
Bu sorulara Türkiye'de herkesin kendine göre bir yanıtı vardır; neticede Erdoğan'a kayıtsız kalmak imkânsız. Duyguları, negatif veya pozitif olarak harekete geçiriyor; seven çok seviyor ve nefret eden de gerçekten nefret ediyor. İkisi arasında bir his besleyen yok gibi kendisine.
Kutuplaştırıcı bu durum, Erdoğan'ın siyasi bir strateji olarak seçtiği bir yöntem mi, yoksa kendi doğasından mı kaynaklanıyor?
Her ikisi de diyebiliriz; birçok defalar, “orta yoldan” gitme ve “öteki yüzde 50”ye elini uzatma fırsatı önüne geldi. Hattâ, “siyasî şans” açısından kısmeti bu kadar açık olmuş başka bir politikacı, bir siyasî lider Türkiye tarihinde hiç olmuş mudur bilemiyorum.
Her şeye sahip olma fırsatı vardı; gerçekten de tüm şanslar önüne serilmişti.
Bir açıdan, tüm istediklerine zaten sahip oldu.
Türkiye, 16 Nisan 2017 referandumu ile yönetim sistemini değiştirdi ve artık şu veya bu şekilde, “başkanlık sisteminin” gerçeklerini yaşıyoruz.
Dünyanın en çok tanınan liderlerinden biri; sürekli hakkında konuşuldu, konuşuluyor. Grönland ile Batı Afrika, Orta Amerika ve Güney Amerika'daki birkaç ülke dışında dünyada resmî ziyaretle gitmediği ülke kalmadı. Dünya tarihinde en çok seyahat etmiş insanlardan hattâ; Papa 2. Jean Paul'dan sonra en çok resmî ziyaret gerçekleştirmiş lider.
Çamlıca Camii'nden Taksim Meydanı'ndaki camiye ve tabii Ankara'daki Saray/Külliye'ye kadar tamamen onunla anılacak yapıların inşasını gerçekleştirdi, gerçekleştiriyor.
Aslında aklına koyduğunu hep yaptı, aklına koyduğuna hep sahip oldu.
Belki de, mesele hep sevmek ve sevilmek üzerine kuruluydu. “Herkesin ortada buluşacağı bir lider” olmak yerine, sevenlerinin fanatik bir tutkuyla sevdiği lider olmayı tercih etmişti.
Çetin Altan ile daha küçük yaşlarda karşılaşmış ve kendisine yazı yazdığımdan bahsetmiştim; muzip bir tavırla, yazarların mutsuz çocuklukları olduğunu ve sevilmek için yazdıklarını söylemişti.
Yazarların ortak yönü, çocukluklarında eksik kalan bir şey mi; hep aradıkları sevgi mi bilemiyorum.
Ancak belki de, politikacılar için durum böyle; özellikle de bazı liderler için.
Erdoğan'ın gerçekte olduğu kişi, yaşadıkları, anıları ve geçmişi, giderek bir sis perdesi ardında yitip gidiyor. Tıpkı Taksim Camii gibi, bir inşaata; bir mitin, efsanenin inşasına tanık oluyoruz.
Midas dokunuşlu olmak, her dokunduğunu altına çevirmek mutluluk kaynağı mı; yoksa mutluluğun görkemin altın tozları arasında kaybı mı?
Sevgi-nefret kutupları
Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan iki yıl sonra, 10 Ekim 1996'da Hürriyet Gazetesi’nden Gülden Aydın'a verdiği mülakatta, aşk ve sevilmek ile ilgili düşüncelerini şöyle anlatmıştı:
“Aşkı reddetmiyorum, ama maalesef hiç olamadım. Eşim sosyal bir hanımdı. Toplantılarda tanıştık. Aynı görüşleri paylaştık. Bir hanımefendinin aracılığıyla oldu…”
Bu mülakattan 16 yıl sonra ise, Rize-Erzurum Karayolu üzerindeki Ovit Tüneli'nin temel atma töreninde şu sözleri söylüyordu:
“Mesele âşık olmak. Aşk bu çok önemli bir şey. Aşk öyle sıradan, basit bir olay değil. Erkeğin kadınla bir araya gelmesi değil. Aşkı böyle tanımlarsan çözemezsin. Aşk kişinin sevdiğinde yok olmasıdır, mesele budur. Biz vatanımızı öyle seviyoruz, milletimiz öyle seviyoruz ve sizde yok oluyoruz, olacağız. Dağı delersin ama dağı Ferhat deler. Öyle sıradan kişiler delemez ve biz Ferhat olmaya azmettik. İşte karşınıza da çıktık. Onun için vuracağız dağlara çoğu gitti azı kaldı diyeceğiz.’’
Belki de, kariyer, sosyal statü ve siyasette zirveye ulaşıp zirveyi bırakmamak gerçek aşkı oldu Erdoğan'ın. Belki burada anlattığı da o tutku ve sevgiydi aslında…
Veya belki de gerçek tutkusu siyaset değildi.
1994'teki bir mülakatında Erdoğan, gençlik aşkı futbolu şöyle anlatıyordu:
“Çok seviyordum futbolu. Benim için tutkuydu. Gece adeta uykularıma giriyordu. Fakat ilk dönemlerde babam futbol oynamama asla müsaade etmedi. Uzun bir süre futbolu babamdan gizli oynadım. Mesela top ayakkabılarımı hiç eve getirmezdim. Evimizin dışında kömürlüğümüz vardı. 'Babam görmesin' diye kramponlarımı kömürlükte saklardım. Ayakkabılarıma gayet güzel bakardım. Gözüm gibi korurdum onları. Ben maçları yapar, eve gelir, o gün oyun oynadığımı babama hiç çaktırmazdım. Yaralandığım olurdu. Babam görmesin diye saklardım. Sakatlanıp ağrıdan kıvranırdım ancak babam eve gelince dişimi sıkar, sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranırdım. Ne kadar kötü olursam olayım babam anlamasın diye hiçbir şey hissettirmezdim.”
Siyasette kariyer için sırtını döndüklerinden biri de, futboldu. 1969'dan 1982'ye amatör futbolcu olarak bu tutkusunu yaşayan Erdoğan, 1970'lerin sonunda Fenerbahçe'den profesyonelliğe geçmek için teklif aldığını ancak, babasından izin çıkmadığı için teklife “Hayır” demek zorunda kaldığını söylemişti.
“Sevilmek” ve “çocukluk” konusuna dönersek, Erdoğan'ın babası Ahmet Erdoğan'ın sert mizacının, üzerinde büyük etkisi olduğunu, kendisinin de net biçimde dile getirdiğine dikkat çekebiliriz. Sisler arasında kalmayan bir nokta bu.
Usta'nın Hikâyesi belgeselinde, babasını şöyle anlatıyordu:
“Babam da çok otoriterdi. Yani bir defa bizim yetişmemizde gerçekten karakter yapımızın oluşmasında, onun o ciddiyetinin çok faydası olmuştur. Küfür ettiğiniz anda faturasını çok ağır ödersiniz, onun içinde zaman zaman babam bizimle hesaplaşmıştır.”
Gene aynı belgeseldeki şu sözleri ise, “çocukluk” ve “sevgi” konusuna kendi ağzından yanıt vermesi açısından önemliydi:
“Onlara verdiğiniz o sevgi onların kendi dünyasında farklı bir zenginliğin temellerini oluşturuyor aslında. Sizden sevgiyi görürse o da sevgiyi yarın başkalarına aktaracaktır. Ama azarlamayla büyürse ondan kalkıp şefkat bekleyemezsiniz. Onun için yarının şefkat edecek nesillerini yetiştirmek için onları bu şekilde yetiştirmemiz, büyütmemiz gerekir diye düşünüyorum. Çünkü onlar sevgiye muhtaç kalmasınlar. Onlara bu sevgiyi her yerde verelim. Annesi olsa da verelim olmasa da verelim.”
Sadece babasının otoriter karakteri değil, mahallesi Kasımpaşa'nın başka bir sert mizaçlı aktörünün de Erdoğan'ın başlıca rol modellerinden olduğu öne sürülüyor: “Dede Sultan” olarak tanınan Sultan Demircan'dan bahsediyorum. Beyoğlu Belediye Başkanı Misbah Demircan'ın amcası, ilâhiyatçı Ali Rıza Demircan’ın ağabeyi ve Kasımpaşaspor eski başkanı olan Sultan Demircan.
“Dede Sultan,” Kasımpaşa'nın gelmiş geçmiş en namlı kabadayısı. Futbolcu Cemil Turan’ı Fenerbahçe takımına “kaçıran” adam olarak ünlenen, belinden silahının hiç eksik olmadığı öne sürülen ve dönemin gazetelerine göre yaşamı, ağabeyinin sekiz yaşındaki oğlu tarafından kovboyculuk oynarken vurularak sonlanan ilginç bir kişilik.
İlâhiyatçı Ali Rıza Demircan da, Gazete Habertürk'te Kutlu Esendemir'e 2011'de verdiği bir mülakatta şöyle diyordu:
“Kasımpaşa delikanlılarıyla tanınırdı. Yerel kabadayıları vardı. Allah rahmet eylesin; sevgili ağabeyim Sultan Demircan da, ufak tefek bir adamdı ama kabadayıydı. Tayyip Bey’in delikanlı tavrı elbet Kasımpaşa'dan gelir. Çünkü onun çocukluğunda ağabeyim Sultan, o dönem rol modeldi. Kasımpaşa, 1969-73 döneminde, Osmanlı’dan aldığı birtakım değerleri hâlâ yaşatmakta olan bir semtti. İnsanların doğup büyüdükleri, ilkokul çağlarında arkadaş edindikleri insanlardan etkilenmemeleri mümkün değil.”
Savaş Ay, Misbah Demircan ile yaptığı bir mülakatta, Beyoğlu Belediye Başkanı için, “Tetik çeken amca ile tespih çeken bir baba büyüttü” demişti. Erdoğan da, aynı ortamın çocuğu idi.
Erdoğan'a Fenerbahçe'den teklif geldiğinde de, Sultan Demircan'ın aracılık yaptığı ancak, babasının bu teklife “köpürdüğü” ve şu yanıtı verdiği öne sürülüyor:
''Ben zaten kızıyorum, don gömlek oynuyorlar. Olmaz, benim oğlum okuyacak. Fenerbahçe anlamam. Futbol olayı için gelmeyin.”
O dönemde Günaydın gazetesinde spor yazarlığı yapan ve bu olaylara bizzat tanık olduğunu ifade eden Düşvar İyiiş'in çeşitli kereler yazdığına göre, Fenerbahçe'nin teklifte bulunmasına neden olan da, Brezilyalı teknik direktör Waldyr Pereria Didi imiş. Ve Didi, “Çok yazık oldu. Türk futbolu, dünyaya katkı sağlayacak, bir defans oyuncusunu kaybetti” diyerek Erdoğan'ın profesyonel futbolculuğu seçememesine ilişkin üzüntüsünü dile getirmiş.
Düşvar İyiiş'in, Erdoğan'ın hayatındaki bu dönüm noktası ile ilgili, 2005'te Haber 7'de yer alan yorumu da şöyleydi:
“Hakikaten çok iyi futbolcuydu. Mevkiinde çok az bulunur. Sert, bıçak gibi bir adamdı. Rakibi tanımaz, dağıtır. Vurduğu zaman ses gelirdi. Futboldaki geleceğine güvendiğim birisiydi. Didi'nin onu istemesi başlı başına bir olaydı. Futbol, onun oynamaması ile çok şey kaybetti.”
Babası bu kadar sert tepki vermeseydi veya Erdoğan o dönemki hayalinin peşinden gitseydi; kim bilir kaderi ve Türkiye'nin kaderi nice olurdu.
Siyaseti de birçok açıdan futbol gibi oynadı; kimi vakit defans, kimi vakit hücum oyuncusu, kimi vakit de teknik direktör oldu. Türkiye'nin ve dünyanın kaderine de çalımını attı.
Finali, Erdoğan ile özdeşleşen Sezai Karakoç şiiri ile yapalım; kupayı sonunda eve kim taşıyacak belki de yanıtı da bu şiirde gizli zira.
“Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili”