Google, Facebook ve diğerleri: Dijital dünyada oligarşi
Google, Çin’deki otoriter rejime kollarını açarak Yeşilçam filminde sevgilisine koşan jön edasıyla koşuyor
22.08.2018
Söz konusu, gelişmekte olan ya da gelişmemiş ülkelerin siyasal sistemleri olduğunda, hele ki söz konusu Rusya ise oligarşi ve oligarklardan bahsetmeden geçemiyoruz. Ancak teknoloji alanının da oligarkları var ve sadece kendi ülkelerinde değil, dünyada “denetlenemez” bir hâkimiyet kurmuş durumdalar. Yaptıkları hamleler, en az Trump’ın tweet’leri kadar etkili olabiliyor.
Peki bu kadar kuvvetli aktörler güçlerini neye borçlular ve onları nasıl denetleyeceğiz? Her şeyden önce kuvvetlerini geniş bir “veri rejimine” borçlu olduklarını söylemekte fayda var. Geçen hafta, Twitter üzerinden Mart ayında The Guardian’da yayınlanmış, Google ve Facebook’un hakkımızda topladığı bilgilere ilişkin bir yazı paylaşmıştım. Yazı sonradan Shortmag editörlerinden Emre İlkan Saklıca tarafından türkçeleştirildi ve epey paylaşıldı. Bu yazı tek başına, Facebook ve Google gibi bilişim devlerinin hegemonyalarını yerleştirirken bizden neler aldığı ve bizden aldıkları verinin ne kadar “hassas ve değerli” olduğunun göstergesiydi.
Yazıyı ana hatlarıyla özetlemek gerekirse, Google hakkımızda coğrafi, zamana dayalı, demografik ve teknik birçok bilgi topluyordu. Yazarın Google’ın “take-out” servisi aracılığıyla elde ettiği bilgiler, adeta Google’ın hakkımızda bildiklerinin “bir kısmının” da olsa dökümüydü ve gigabyte’lar büyüklüğünde dosyalara denk geliyordu. Nerede ne kadar zaman geçirdiniz, kime ne yazdınız, kimle Hangouts aracılığıyla konuştunuz, Google Drive’ınızda neler var, Google Pay’den yaptığınız ödemeler derken Google etrafında kenetlenmiş Internet kullanım pratiğimiz gereği neredeyse Internet’te yaptığımız her şey Google tarafından kaydedilmişti. Hattâ Google, yazarın bir dönem Tinder yüklediğini bile biliyordu.
Aynı durum Facebook’ta da geçerliydi. Örneğin Facebook Ayarları’ndan Reklam Ayarları opsiyonuna tıkladığımda benim karşıma çıkan şu ekranda görünen doğum tarihin, yaklaşan evlilik yıldönümün, expat olarak yurtdışında çalışmam ve birçok expat arkadaşım olması, ilgi alanlarım gibi kimi bilgiler bir şekilde tasnif edilerek önüme çıkarılıyordu. Bu elbette, Facebook’un basit bir uygulama kurulumunda benden istediği mikrofondan kameraya onlarca yetkinin yanında küçücük kalıyordu; ama oradaydılar ve alenen bana “gözetleniyorsun güzel kardeşim” diyorlardı.
Şimdi yazının başına ve dolayısıyla özüne dönelim. Bu kadar geniş kapsamda gözetim gücü olan bu şirketlerin politik kararları ve siyasi süreçler üzerindeki etkilerine yani.
Söz konusu Google olduğunda, Google’ın Çin pazarına geri dönüşü ve dolayısıyla Çin Devleti’nin arzularına uyan bir servis sunacağı artık sır değil. Google CEO’su daha önce yaptığı açıklamada filtreli arama motoru servisi sunmaya “kısa vadede” başlamayacaklarını; ancak “filtreli Google’a erişimi olan Çin’in, Google’a erişimi olmayan Çin’den daha iyi olacağını” belirtmişti.[1] Google’ın bu kararı aslında evrensel anlamda neoliberal ekonominin otoriter rejimlere kapıyı aralaması olarak görülebilir. Yani Çin için kapı aralandığında, Türkiye ve İran gibi birçok ülke için kapı “ardına kadar aralanmış” oluyor. Internet’in “evrenselliği”, ve “bilgiye erişim hakkı” üzerinde neredeyse tekelini inşa etmiş olan Google, sanıyoruz ki “global düşünüp yerel davranma” ilkesini yanlış anlamış olacak ki Çin’deki otoriter rejime kollarını açarak Yeşilçam filminde sevgilisine koşan jön edasıyla koşuyor.
Gelelim Twitter’a. Teyit.org geçtiğimiz günlerde Twitter sahte haberleri engelleme konusunda neden adım atmıyor? başlıklı bir içerik yayınlayarak, dezenformatif haber içeriklerinin sosyal ağlardaki dağılımında Twitter’ın rolünü vurguladı. Hem Jack Dorsey’nin hem de Twitter kullanıcılarının görüşlerine yer verilen metinde aslen ifade özgürlüğü temelinde kilitlenen bir tartışma vardı. Gerçekten de “büyük bot hesap temizliklerine” rağmen, Twitter’ın robotlaşmış geniş kullanıcı kitlelerinin aktif olduğu bir platform olduğu bir gerçek. Bugün, bunu neredeyse her gün TT listesinde gördüğümüz “UcuzaTT” tadındaki hashtag’lerden ve onları besleyen hesapların işleyişinden anlamak mümkün.
Söz konusu Facebook olduğunda ise Facebook’un Cambridge Analytica skandalı ve fake news alanında olup bitenden sonra siyasal bağlamda dünyada oynadığı rol ortada. Internet Servis Sağlayıcılığı rolüne de yeni projesiyle soyunacak olan Facebook, dünya üzerindeki tüm devletlerden çok daha kuvvetli bir veri tabanına sahip. Hareket alanı ise tahmin edemeyeceğimiz kadar geniş. Dünyanın birçok coğrafyasında gazetecilik ve fact-checking platformlarıyla işbirliği hâlinde olsalar da “aşırı-ticarileşmiş” ve “politik anlamda duyarsız” olmalarına ilişkin eleştiriler hâlâ geçerliliğini koruyor.
Elbette, Türkiye’nin “kurallarına uyacağını” söyleyen Netflix’ten yakında Türkiye pazarında aktif olacak olan Amazon’a kadar birçok “dijital dev” de her bir hamleleriyle dijital anlamda büyük sorumluluklar alıyorlar. Bazıları, tıpkı Elon Musk’ın son dönemde yaşadığı itibar krizi gibi itibar krizleriyle baş başa kalırken, Amazon gibi örneklerde koca bir ülkenin tezgahtan satış geleneğini neredeyse bitiren ve çok sayıda insanı sektör değiştirmek zorunda bırakan ya da işsiz bırakan şirketlerle baş başa buluyoruz kendimizi.
Evet, her ekonomik karar politik sonuçları da beraberinde getiriyor. Yani, hakkımızdaki neredeyse tüm verileri paylaştığımız bu platformlara, eş zamanlı olarak politik sermayelerini de zenginleştirme imkanı sunuyoruz. Onlar da bu imkânı çoğu zaman kârlılıklarını geliştirmek adına kötüye kullanıyorlar. Bu bazen, Çin’e arama motoru “uyarlamak”, bazen otoriter liderlerin mesajlarının daha kolay yayılmasına aracı olmak şeklinde oluyor; ama netice olarak politik fayda beklediğimiz bu unsurlar söz konusu siyaset olduğunda pek “hayırsever” değiller.
Tabii ki alternatifsiz değiller; ancak burada devreye izolasyon efekti giriyor. Zira, Netflix’siz bir “kentli genç” sosyal ortamlarda kendini eksik hissediyor. Airdrop’suz ve dolayısıyla Iphone’suz bir kişi “dosya paylaşım ortamlarının dışında kalıyor”. Teknolojik oligarklar teknik olarak tüm “varlıklarını” kullanıcılara borçlular; ancak siyasal bağlamdaki borçlarını her seferinde sermayeye ve devletlere ödüyorlar. Zira bizi binlerce kez ifade edildiği üzere “ürün” olarak görüyorlar.
Bir de işin işlevsellik kısmı var tabii ki. Geçtiğimiz hafta Beyrut’ta düzenlenen bir medya okuryazarlığı akademisinde verdiğim siber-güvenlik dersinde katılımcılar bana “Google hizmetlerini kullanmayın diyorsunuz, ama ortak çalışma yapılacak başka hangi alternatifler var ki, üstelik kim kullanıyor ki bunları” sorusunu sordu. Bu soru ilk aşamada mantıklı gelse de aralarında riseup.net’in de olduğu birçok sağlayıcı, güvenli ve kâr amacı taşımayan ortak çalışma ortamları sunuyor. Sadece Google da değil mesele. Örneğin Skype’tan mı bıktınız? Meet.jit.si ile güvenli, şifrelenmiş ve ekran paylaşımından dosya paylaşımına birçok özellikle desteklenmiş sohbetler etmek elinizde.
Bana kalırsa, 2010’lu yıllardaki dijital platformlara yönelik eleştirilerin en büyük eksiği, bu platformların bizzat politik platformlar olduğunu ıskalamaktı. Hepimiz onların “politik platformların işlemesi için aracı oldukları” görüşüne kendimizi fena kaptırdık. “Demokratikleşen iletişim süreçleri” gibi kavramların arkasına takılırken, Mark Zuckerberg’in ve benzerlerinin arkamıza teneke bağladığını göremedik.
Bugünden sonra yapılması gereken şey, hem müşterisi hem de bir anlamda yurttaşı olduğumuz sosyal ağları “karşı-gözetim” ve “karşı-denetim” mekanizmalarıyla ele almak, onlara karşı daha sorumlu bir bakış açısı geliştirmek. Ancak bu şekilde Cambridge Analytica skandalı sonrası dahi istikrarlı büyümesini devam ettiren Facebook’un ya da Çin’e sudan bahanelerle tekrar açılan Google’ın siyasal hamlelerinin yaratacağı ifade özgürlüğü ve hattâ fizikî özgürlük alanındaki kısıtlamalara ve problemlere karşı savaşabiliriz.