Gazeteler ve sosyal medya: Bağlılıkla bağımlılık arasında
Reklamverenin “bunu yaparsanız nasıl reklam verelim” demesi, birçok platformu klik başına düşük gelir getiren Google modeline bağlıyor
29.08.2018
Bir önceki yazıda Google, Facebook ve Twitter gibi sosyal ağların politik sorumluluklarına eğilmiş, bu platformların birçok devletten dünya siyasetinde daha etkili olduğunu ve verdikleri her kararın netice olarak politik olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Bu yazıdaysa gazeteleri, yeni medya teknolojileri bağlamındaki seçimleri üzerinden mercek altına almaya çalışacağım. Amacım ise hem Türkiye’deki dijital habercilik pratiğinde kullanılan yeni medya servislerinin etki seviyesini, kullanımlarındaki etik sıkıntıları ve nasıl daha iyi bir pratik çıkarılabileceğini anlamaya çalışmak olacak.
Günümüzde gazetelerin yaptığı ekonomik seçimler söz konusu olduğunda, önümüze ilk olarak gelir modelleri çıkıyor. Reklama dayalı, bağışa dayalı, sivil toplum hibelerine dayalı, abone ödemelerine dayalı ya da melez modellerle sık sık karşılaşıyoruz. Elbette bu modellerin her biri “politik anlamda” farklı açılardan eleştirilebilir ya da övülebilir. Ama söz konusu yeni medya platformları olduğunda, oligopol çoğu zaman platformları esir almış durumda. Buna bağlı olarak analizimize reklamlarla başlayalım.
Türkiye’de özellikle “muhalif” dediğimiz alanlardaki yayınların genelinde Google’ın reklam servislerine bir “bağlılık” söz konusu. Diken, T24 ve Gazeteduvar Türkiye’de “Google reklamları” denince akla gelen örnekler. Bu sitelerin neden Google reklamlarına bağlı olduğunu sorguladığımda editörler aşağı yukarı aynı cevabı veriyor. 2016 sonrasında reklamverenlerin bu yayınların muhalif çizgilerinden iyice çekinir hâle gelmeleri, farklı içerikleri gösterip tek tek kelime kelime kendilerine örnek vererek “ama bunu yaparsanız biz nasıl reklam verelim” demeye başlamaları. Bu da, klik başı bağlamında oldukça düşük gelir getiren Google modeline Türkiye’nin bağımsız platformlarının göbekten bağlı olmasıyla sonuçlanıyor.
Tabii ki Privacy Badger, Adblocker ve benzeri eklentileri kullanıyorsanız bu sitelerdeki “büyük boşlukları” görmüşsünüzdür. O büyük boşluklar, reklamlar için yayıncıların sakladıkları alanlardan kaynaklanıyor. Örneğin reklamsız T24’te “tek scroll hamlesiyle” gidebileceğiniz içeriğe reklamlı versiyonda erişmek o kadar da kolay değil. Aynı durum Duvar ve Diken için de geçerli. Bu, yanında elbette politik bir sorumluluk getiriyor. Bu, Clickbait meselesinde de ele aldığımız “gözetim ekonomisinin” ve Türkiye’deki içerik özgünlüğü krizinin de bir parçası olduğu bir durum aslen. Şu bir gerçek ki Cumhuriyet’te yer alan bir haber, gün içerisinde muhalif dijital platformlarda farklı “reprodüksiyonlarıyla” hızla yer buluyor. Ortada bir “kopyala yapıştır etiği” ya da “fair play” anlaşması da olmadığı için okur için “ödemeye değerlik” problemi de doğduğundan privacy badger’la ya da adblocker’la gezinmek çoğu zaman problem yaratmıyor.
Türkiye’de adblocker kullanımı, Reuters 2018 Raporu’na göre dünyada olduğu kadar yaygın değil, bu da bir tür “ekonominin” sürmesine olanak sağlıyor. Ama sürdürülebilirlik bağlamında ortada bir probem olduğunu söylemek mümkün. Elbette bu platformların tamamı, performans ölçümü de yapıyorlar. Bunun için de Google Analytics ya da Chartbeat benzeri sistemler kullanıyorlar. Bu sitelerin bazı günler milyonlara dayanan trafiklerini düşündüğünüzde bu büyük veriyi anlamlandırmak istemeleri şaşırtıcı değil. Elbette veri etiği ve bu verilerin nasıl kullanıldığı gibi bakımlardan daha şeffaf ve anlaşılır politikalara sahip olunması şart.
Google’ın AMP servisi (hızla sayfaların görüntülenmesine yarayan bir servis) de her geçen gün daha çok yayıncı tarafından tercih ediliyor. Hattâ yazının devamında değineceğim Facebook Instant Articles’a göre daha popüler ve elbette burada iyi oturmuş reklam modeli mantığının da etkisi var. Ancak ABD’de Google AMP Facebook’u geçmiş olsa da bu servisin de efektifliği sorgulanıyor. Yayıncıların çoğunluğu, Google’ın böyle olacağının sözünü vermesine rağmen bu hızlılık odaklı servisin trafiğe olumlu yansımadığı kanaatinde. Youtube’dan en çok yararlanan kim diye baktığımızda elbette Artı TV, Medyascope gibi mecralar başı çekiyor ve bana kalırsa bu alanı oldukça iyi yönetiyorlar. Türkiye’de bu türde yeterince proje olmaması gerçekten şaşırtıcı.
Geçelim Facebook’a. Türkiye’de Facebook’un Instant Articles özelliğinden yararlanma oranı oldukça düşük. Duvar, Diken ve T24’te de bu durum değişmiyor. Bu, hem bu sistemin farklı formatları destekleme konusundaki başarısızlığı hem de platformların tüm dünyadaki gibi içeriklerini Facebook’a “yedirmeme” konusundaki hassasiyetleriyle ilgili. Zaten yakın zamanda yayınlanan bir haberde de yayıncılar neden Facebook Instant Articles programından ayrıldıklarını açıklamışlardı.
Biz, Journo’da başlangıçta kullandığımız bir özelliği sonradan her formata uyum sağlayamaması gereği terk etmiştik. Çoğu yayıncı ise gelir bağlamındaki belirsizlik ve kendi site içi dinamiklerine uyumsuzluk gibi gerekçeleri öne çıkarıyordu. Facebook’un sayfayı ya da belirli haberleri öne çıkarmak için kullandığı ücrete dayalı “öne çıkarılan içerikler” sistemi elbette tüm platformlarca sıklıkla kullanılıyor. Özellikle, Facebook ekonomisinin alametifarikası olan “hedefleme” gereği bu alanda yayıncılara görece iyi bir performans sunuyor. Buna bağlı olarak birçok yayıncının bu servise başvurduğunu biliyoruz.
Twitter haber platformları için Scope dışında “sıradan kullanıcı” ile kıyaslandığında çok büyük hizmetler üretmiyor. Analitik özellikleri dışında haber platformlarına büyük bir katkıları olduğunu söylemek güç. Tabii ki Medyascope gibi yayın mantığını Periscope üzerine kurmuş modelleri burada ayrı bir kategoride ele alıyorum. Hattâ “maç yayınları gerekçesiyle engelleme” meselesinin fazlasıyla sıkıntılı bir hâl aldığını ve Türkiye’de hukuk sermaye ilişkisinin iyi bir göstergesi olduğunu söylemek şart. Özellikle gazete ve gazetecilerin Twitter’da sıklıkla engellenmeleri düşünüldüğünde mevcut durumun pek de iç açıcı olmadığı zaten ortada. İş birlikleri konusunda Türkiye gibi ülkelerde Twitter’ın haber odalarına dönük kolunun daha açık ve yardımcı olması gerektiği bir sır değil.
Tabii, mesele bu teknik kullanımlardan ya da modellerden ibaret değil. Şu da bir gerçek ki, gazeteler, politik birer özne konumundalar ve her ne kadar biz onları bir “iş kolunun parçaları” olarak görüp depolitize etmeye çalışsak da özellikle Akdeniz’in kutuplaşmışlık rejiminde reel siyasetten uzaklaşmaları imkânsız. Ancak mesele yalnızca reel siyasetle sınırlı değil. Web 2.0. konseptinin ortaya çıkması ve yeni medya teknolojilerinin hayatımızı sarması sonucu, gazetelerin bu tür platformlarla kurduğu ilişkiler ve bu platformların gazetelerle kurduğu ilişkiler de siyasal tartışmanın bir parçası hâline geldi.
Örneğin geçen hafta NiemanLab’de yer alan İskandinav Schibsted’in aldığı bir karara ilişkin içerik dikkate değerdi. Schibsted grubunun yayın politikaları sorumlusu Karin Petterson Facebook’un “demokrasiyi yok etmese de” ideal bir aktör olmadığını söylüyordu. Ona göre bu tür aktörler Avrupa pazarında reklam alanında çok büyük paralar yapsalar da yerel aktörlere çok daha düşük vergiler ödüyorlardı ve bu hem haksız rekabete yol açıyordu (zira firmalar kendileri reklam sattıklarında daha yüksek vergi ödüyorlardı) hem de bu onların dengesizce büyümelerine yol açıyordu. Petterson bu aktörlerin bir tür tekelleşme eğiliminde olduklarını söylüyordu, ki bu zaten neredeyse mecraların kendilerinin bile kabullendiği bir durum. Petterson ayrıca henüz operasyon marjinlerinde olmasa da Amazon ve Netflix’in de bu kategoride olduklarını ifade ediyordu. Bana kalırsa Petterson’un endişeleri elbette İskandinavya pazarı için çok mühim. Ama bugün Türkiye’de Google Adsense ve benzeri modeller olmasa alternatif medyanın gelir modeli üretmek için “aşırı yaratıcı” olması ya da farklı içerik üretim modellerine kayması gerekeceği aşikar. Zira çoğunlukla uluslararası hibelere dayanan “bağımsız medya ekonomimiz” bu şekilde giderse iyice sıkışacak gibi görünüyor.
Bugün politik anlamda da ekonomik anlamda da gazeteler adına tartışılması gereken “bu platformların alternatifsiz olup olmadığı” ya da “gözetime dayalı reklam modellerinin tek model olup olmadığı” gibi meseleler. Ancak Türkiye’nin sürekli “kriz” diye bağıran ortamında bu tür bir beklenti içerisine girmenin naif olacağının farkındayım. Yine de, hem sektörel anlamdaki bu “mahkûmluk” ilişkisini yeniden düşünmemiz gerektiğini hem de lobi yaparak bu platformların Türkiye gibi hassas durumlardaki ülkelerdeki pozisyonlarını dönüştürmemiz gerektiğini savunuyorum.
Zira yine Petterson’un söyleşisinde belirttiği üzere, geçen zaman İskandinavya’da bu platformlara ilişkin pozitif fikirleri hızla negatife evirdi. Türkiye’de de “bir şeyleri geç idrak etmek” yerine hızlı çözümler üretmek elimizde.