Kurumlar kaderdir!

Sanayi devrimi neden Fransa’da değil de İngiltere’de başlamıştır? Neden İspanyollar bugün görece diğer kolonyalistlerin gerisindedir?

H. BERKAY TOSUNLU

07.10.2018

Toplumlar arası gelişmişlik farkları üzerine yapılan tartışmalardan en popülerlerinden biri hiç şüphesiz Jared Diamond’un coğrafya hipotezidir. Diamond, henüz genç bir araştırmacıyken Papua Yeni Gine’li bir çocuğun kendisine sorduğu bir soruyla sarsılır. “Beyaz adamın bu kadar kargosu varken, bizim neden yok?”
 
Çocuğun kargodan kastı yiyecek maddeleridir. Diamond’ın bu soruya o zamanlar verebileceği bir cevap yoktur. Fakat zihninde bir şimşek çakmıştır. Uzun yıllar süren incelemeleri sonucunda coğrafya hipotezini geliştirir. Diamond bu hipotezde, coğrafyanın ulusların gelişimde kilit bir öneme sahip olduğunu örneklerle açıklar.
 
Örneğin, Papua Yeni Gineli yerliler, verimsiz toprakları, sert doğal bitki örtüsü nedeniyle günlerinin tamamını ancak karınlarını doyurabilmek için harcarken, Mezopotamya’da durum bunun tam tersidir. O çağda, Mezopotamya’da insanlar buğdayla birlikte az bir emekle karınlarını doyurabilmekte, kalan vakitlerinde de “uygarlık üretimine” yoğunlaşabilmekteler… Kentler inşa ediliyor, ilk ticari faaliyetler ortaya çıkmaya başlıyor. Diamond artık Gineli çocuğun kendisine sorduğu sorunun yanıtını verebilmektedir. Üstelik teorisini karşılaştırmalı olarak açıklayabilmektedir de. Coğrafya hipotezi, ünlü “Tüfek, Mikrop ve Çelik” hipotezine evrilmiştir bile.
 
Diamond, ilk defa hayatlarında at gören binlerce kişilik İnka ordusunun, atlı 300 kadar İspanyol süvarisi karşısında yaşadığı şoku ve İnka imparatoru Atahualpa’nın teslim alınmasını yine coğrafî avantajlarla açıklar. Güney Amerika’da at yoktur. İnkaların İspanyolların bağışıklığı olduğu mikroplara bağışıklığı da yoktur. Ve İspanyollar kazanır, İnkalar kaybeder.
 
Daron Acemoğlu ise gelişmişlik farkları üzerine, başlangıç hipotezi olarak coğrafyanın önemini görmezden gelmese de, temel farkın erken modern dönemden itibaren kurumlarla ortaya çıktığını savunur. Acemoğlu, iktisadî kalkınma için siyasi ve ekonomik kurumların öneminin başatlığını vurgular.
 
Örneğin, sanayi devrimi neden Fransa’da değil de İngiltere’de başlamıştır? Neden İspanyollar kolonyalizmden en fazla yarar gören ulus olduğu hâlde, bugün göreceli
olarak diğer kolonyalistlerin gerisindedir? Hindistan’da kamu çalışanlarının işten kaytarmamaları için yapılan düzenlemeler neden işe yaramamaktadır?
 
Bu sorunların yanıtını ülkelerin kurumsal altyapılarıyla açıklar Acemoğlu. Ardından açık seçik bir sonuç çıkar: Kapsayıcı kurumlar sürdürülebilir bir iktisadî kalkınma için olmazsa olmazdır. Kapsayıcı kurumlardan kasıt, çalışma yaşamındaki adaletsizliklerin giderilmesi, liyakat, denetleme mekanizmları, hesapverilebilirlik gibi iktisadî kurumlarla birlikte hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, kişi hak ve özgürlükleri gibi siyasî kurumların tümüdür. Ekonomiyle hukuk arasındaki bağlantı gören gözler için Ulusların Düşüşü adlı kitabında sarih bir şekilde bulunmaktadır.
 
Peki, ilk anda kurumlarla açıklayamadığını düşünebileceğimiz Rusya, Çin, Suudi Arabistan için ne söylüyor Daron Acemoğlu? Bu tip ülkelerin kalkınmalarını “otoriter kalkınma” olarak tanımlayıp, sürdürülebilir olmayacağını belirtiyor. Bu sürdürülebilir olmaktan uzak otoriter kalkınmanın da ancak ya olağanüstü doğal kaynaklarla ya da ucuz iş gücüyle olabileceğinin altı çiziliyor.
 
Bugün Türkiye’de 6 milyon oy almış bir partinin eş genel başkanları, iktidar tarafından rahatsız edici bulundukları için hapislerde süründürülüyor. Partisi topyekûn kriminalize ediliyor. Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak haklarında en ufak bir somut delil olmadan, bir modern Yunan trajedyası örneği olabilecek şekilde günümüzde idam cezası yerine geçen ağırlaştırılmış müebbet alıp, bu ceza istinaf mahkemesince onaylanabiliyor. Üstelik Anayasa Mahkemesi’nin kararının alt mahkemece uyulmadığı bir yargılama sonrası… Osman Kavala gibi hayatını sivil topluma, insan haklarına adamış bir isim  iddianamesi dahi yazılmamış hâlde hapislere atılıyor. Akademisyenler bir bildiri yayımladıkları için, mahkemelerde süründürülüyor, işlerinden oluyor, yurtdışına çıkmaları yasaklanıp adeta açlığa mahkûm ediliyor. Milletvekilleri, yazarlar, insan hakları savunucuları, akademisyenler ya hapislerde ya da dışarıda “güvercin tedirginliği” içerisinde. Ağzımızı açmamız suç. Pardon ağzımızı açmak suç değil, fakat eğer ağzımızdan çıkacak olan muktedirin hoşuna gitmeyecek bir şeyse, o suç. Söyler misiniz, umudumuz var mı? Hevesimiz kaldı mı bu ülkeye dair. Kurumları, hukuku alaşağı edilmiş bir ülkede payımıza iktisadî olarak da gösterişli bir düşten başka bir şey düşmedi. Düşemezdi.
 
Zira Türkiye otoriter kalkınmaya dahi müsait değil. Ne Rusya ve Suudi Arabistan gibi olağanüstü doğal kaynaklara ne Çin gibi günde 5 doların altında kazanan yüz milyonlarca işgücüne sahip. Türkiye, iktisadî gelişmeyi dışlayıcı kurumlarla sürdüren otoriter kampta yer almaya çabaladıkça kaybedecek. Hepimiz ifade özgürlüğümüzün olmadığı, güvensiz, dışa kapalı bir toplumda, iktisadî krizlerle boğuşarak geçireceğiz ömrümüzü. Eğer sahici, akıllı, cesur bir muhalefeti hep birlikte yaratmayı başaramazsak.
 
İnsanlık tarihin biriktirdiği tüm evrensel değerlere sıkı sıkıya bağlı, dilini iktidara göre ayarlamayan, hakiki demokrat bir alternatifi yaratmak zorundayız. Bir vatandaşlık görevi olarak, insan kalabilmek ve direnmenin yollarını arayarak. İtirazımızı dayanışmayla perçinleyerek. Evrenseli arkamıza alarak. Başarmak zorundayız.