Kırıyorum, döküyorum, keyifliyim, ben neyim?

İddianamede kabaca, suç yok, suçun dayanağı olması gereken yasadan bahis yok, delil, kanıt falan zaten mevzu bile değil

ÜMİT KIVANÇ

07.03.2019

Tek örnek değilim, biliyorum. Çok kişi benim durumumda. Bedenimde dolaşan lanetli sıvıyı defalarca tahlil ettim, tanıyorum. Yine de o garip tesiri altındayım. Gerçeklikle ilişkiyi, kızgın sobanın yakıcılığını anca dokunduktan sonra anlayacak hale sokuyor. İş işten geçtikten sonra. Hava soğuk mu yoksa? Epeydir üşümüşken adını koyabiliyorsunuz. “Sahiden oluyor mu bütün bunlar?” deyip duruyorsunuz. Her şeyin kâbustan ibaret olmasını isteyeceksiniz, dükkânının camına kartopu geldi diye herifin tekinin bıçaklayarak canını aldığı meslektaşımız Nuh Köklü’nün son anlarında dilediği gibi; isteyemiyorsunuz.

Kendini bazen unutturup bazen bedenin beklenmedik yerlerinden ansızın yeniden hissettiren o bezdirici sıvı, belli ki özel ayinlerle lanetlenmiş bir iksir. Soluduğumuz havada görünmeden dolaşan maddesiz ruhsuz kötülük böceklerince bünyemize şırınga ediliyor. Kısa zamanda, katıldığı bünyenin ne zaman neresinden nasıl kemirilebileceğini, tedirgin edilebileceğini, telaşa düşürülebileceğini, her şeye boşvermeye veya kamikazeliğe sürüklenebileceğini, ne zaman güçlenip iksiri olduğu gibi dışa atmanın yolunu bulabileceğini, yani ezcümle zaaflarını ve kabiliyetlerini öğreniyor. Bir nevi yapay zekâ, meret! Başlıca hüneri bu da değil. Ruhun kolayca sızamadığı yerlerine yüklenip savunma mekanizmalarınızı kırılmış baraj kapağı haline getirirken, kendini tanınmaz kılmayı, sizi her seferinde şaşırtmayı, yabancı, bilinmez kılıklarda karşınıza çıkıp ürkütmeyi titretmeyi başarıyor.

Oysa ne var bilinmeyecek? Bünyemize yabancı bir terkip değil ki: Bir doz öfke, üç doz üzüntü. Yerine göre, birini azaltıp öbürünü artırabiliyorsunuz. Aman kararınca olmasına dikkat edin!

Bu iksirin yıpratıcı, yıkıcı faaliyetini tetikleyen etkenlerin başında, “yarın” kelimesinin herhangi bir vesileyle karşımıza çıkması geliyor. Yarın ne olur? Derme çatma hukuku, olduğu kadarıyla demokrasisi, eğreti kurumları tek fiskede yıkılıveren memleketimizde, kendi iktidarını sürdürmeyi her türlü dünyevî ve uhrevî anlam ve gayenin önüne koymuş kudret sahipleri, hak, adalet, insaf, vicdan, merhamet gibi insanlık değerlerini bütünüyle kenara itmiş olarak, her kötülüğü yapmaya hazır, muazzam bir yıkım ve hafriyat faaliyetini sürdürüyorlar. Bizim bugünümüzü ve yarınımızı, genç kuşakların öbürgününü ve ötesini gözden çıkarmışlar. Arzın merkezi kendileri, kainatın odağı kendileri. Kılıcı kötülükten mâmûl, maneviyatı yalan üstüne bina edilmiş, yıkıcı ve keyfî iktidar. Kudret sahiplerine en çok tatmin sağlayan, en büyük zevki tattıran tarafı, keyfîliği. “Gidin alın dedim, hemen aldılar.” En beğenilen klişe: “Sen kimsin yea!”

Evet, kimiz hakikaten? Bu soru çok yerden cevaplanır da, şimdi hepsine uzanmayalım; biri yeter: Kurbanlarız. Ya da adayız; kurban adaylarıyız. Bedenimize şişler batırılabildikçe, derimiz yüzülebildikçe, gözlerimiz kör edilebildikçe, oramız buramız dağlanıp iktidarın işaret ve damgaları üzerimize vurulabildikçe muktedirleri iktidarlarından memnun, kudretlerinden sarhoş kılabiliyoruz.

Ve fakat nasıl o zehirli iksir bir defa yaşayan bedene zerk edildikten sonra kendi macerasını yaşamaya başlıyorsa, zulmün dönüp zalimin ruhunu kemiren mekanizması da kendi yolunu çiziyor ve izliyor. Dağlanan bedenlerdeki izleri işaretleri çarpmıyor, henüz dağlanmamış olanların lekesizliği batıyor zalimlerin gözüne. Dürüst insanlar yalancılar için ilk elde kırılması gereken aynalardır. Zulümle işi olmayan, ruhunun gıdasını başka insana hükmetme kapasitesinde değil, iyilikte veya haydi diyelim ki müzikte arayan, şüphesiz zalimin sinirini ve dengesini bozacaktır. Hele hele, zalimi “zulmün seni de kahreder, bırak, gel aramıza” diye uyaran, zalimin müridine hayranına, “korkma, varolmak için haysiyetini satmak zorunda değilsin” diye seslenen, başlıca keyfi üstü pasparlak cilalı altı çivili kayık ayakkabılarıyla göğsümüze basarak gezinmek olan, ihtirası hayatında mânâ bırakmadığı için mânâyı zenginleşmekte, zenginleşmekte, hep daha zenginleşmekte arayan zalimleri şüphesiz çileden çıkaracaktır.

Asıl çileden çıkaransa, ne edersen et varolmayı sürdüren ve zalimliğini, hak-adalet düşmanlığını, riyakârlığını bizzat varlığıyla yüzüne vuran, bütün o gasp edilmiş kudretin keyfini dolu dolu çıkarmana engel olan, çünkü senin sunduğun sen olmadığını, sandığın sen de olmadığını bizzat kendine her an hatırlatmana yolaçan bilinçli, kararlı kurbanlardır.

Bir oyuna girdim, yalanlar söyledim, kazandım, yalanlar söyledim, kuralları kendime uydurdum, fırsatını bulunca tahtayı devirdim, yalanlar söyledim, rakipleri dövdürdüm, hapse attırdım, yalanlar söyledim, sert söylüyorum, içeriden dışarıya birçok işi batırdım, yalanlar söylüyorum, güzel söylüyorum, şimdi kime ne istersem yaptırabiliyorum, yalanlar söylüyorum, ben neyim?

Ve bunları ne uğruna yaptım, ne uğruna yapıyorum?

Allah için?

Boşversenize. Buna kendiniz bile inanmıyorsunuz artık. ‘İnanıyorum’ diyeninki de, “İslâm’ın son kalesi”nde iktidarın ana maddesinin artık yalnız çıkar ve kader birliğinden mâmûl olduğunu kavrayanların uyanıklığıdır, samimiyet falan değil.

Ha, bir tek konuda haklı çıktık diyebileceksiniz: Zulümle âbâd olunuyormuş.

O da bakalım ne kadar…
 
*   *   *
 
Birkaç gündür, kırk senelik arkadaşım Osman (Kavala) başta, arkadaşım, ahbabım, tanıdığım, sadece merhabam olsa da değer verdiğim insanlar için, hiçbir suçları olmadığı halde “ağırlaştırılmış müebbet” -yani kaldırılmış olmasa fiilen idam!- istenen ve adı iddianame olan o şey üzerine yazmak zorunda olduğumu düşünüyor, ne yazacağımı, nasıl yazacağımı bulamıyorum. Takdir edersiniz ki, zihnimden geçenler haydi neyse, gönlümden geçenler ortalıkta söylenebilir şeyler değil. Fakat esas zorluk bu da değil. Aklı, mantığı, izanı, idrakı dışlayarak izahat, tahlil, yorum vs. yapamazsınız ki. Bunları dışlayarak, evet, muktedir olabilirsiniz, zengin olabilirsiniz, hele bizimki gibi memlekette, başka pek çok şey olabilirsiniz. Ama işte, bazı işlemleri yapamazsınız.

İddianamede kabaca, suç yok, suçun dayanağı olması gereken yasadan bahis yok, delil, kanıt falan zaten mevzu bile değil. İşin bir de “telif” yönü var ki, oraya dair söylenecek laf da henüz icat edilmedi. Soruşturmayı başlatanlar, şimdi “FETÖ’cü” sıfatıyla bütün kötülüklerin anası gösterilen Fethullahçı savcı ve polisler. Bunların “birikimini” devralıyorsun, “yeniden kıymetlendirip” zenginleştiriyorsun ve bununla insanların ömrünün gerikalanını gasp etmeye kalkıyorsun. Buna ne denebilir? Ne denebilir buna? Belki şu: onlar neyse sen de osun.

Şimdiden ülkemizin zengin baskı-zulüm tarihinde seçkin yerini almış bu metin, bir zihniyet hakkında yaratılmış en çarpıcı kanıtlardan biridir. Meslektaşlarımız, iddianame olma iddiasındaki utanç verici metni didik didik ettiler. Ricam, aşağıdaki yazıları okumanız ve bu konuda fikir sahibi olmanız. Çünkü gerek özel olarak bu iddianame ve bunun yön vereceği “Gezi davası” gerekse aynı zihniyetle yürütülecek baskı pratikleri yakın vadede en güncel ve hayatî meselelerimiz olacak. Tabiî ekonomi bütünüyle çökmezse, hem ABD hem Rusya’dan darbeler yenmezse, Suriye ile savaşa tutuşulmazsa, vs… Ya da belki, hepsi birden olacaktır. Umalım, olmasın. Muhalefetin vaziyetine bakınca, şimdilik en sıkı muhalif hareket ummak olabilir gibi görünüyor.

Şu yazıları okumanızı tekrar rica ve tavsiye ediyorum – bir de video var, izlerseniz iyi olacak:

– Gökçer Tahincioğlu’nun T24’te yayımlanan analizi, “Gezi iddianamesinin kodları: Bütün yollar 2013’teki fezlekeye çıkıyor – 657 sayfanın özeti: Masa, iskemle, gözlük, poğaça…” burada.

– Kemal Göktaş’ın Diken’deki analiz-yorumu, “‘Optariko’ iddianamesi: Mesele sadece Soros değil arkadaş, hâlâ anlamadın mı?”, burada.

– Fatih Polat’ın Evrensel’deki yazısı, “Gezi savcısına ve iddianameyi kabul eden mahkemeye bir soru”, burada.

– Yıldıray Oğur’un Karar’daki yazısı, “Hayır, öyle anlaşılmamaktadır”, burada.

– Kemal Can’ın, “‘Adam istedi’ davaları” diye tanımladığı sözümona hukukî iktidar faaliyetlerinin mantığına eğilen, Duvar’da yayımlanan yazısı, “Ismarlama davaları kim kazanır?”, burada.

– Medyascope’ta Canan Coşkun’un CHP İstanbul milletvekili avukat Sezgin Tanrıkulu ile iddianamenin ayrıntılarına ilişkin görüşmesi şurada.