‘Bir yer var biliyorum’
Şehre yeni diye eklemlenen ne varsa bunlardan biri ya da hepsi. Anı ve hayal düşmanı. Hafıza ve kalpsavar
26.09.2019
Anı dediğin şey, karmaşık bir bileşim. Hayat gibi hafızanın da ana koordinatları, zaman ve mekân. Gel gelelim zaman sadece geçen süre değil, dönüştüğün hal; mekân da olay mahallî değil, yaşanmışlıklarının toplamı. Biraz mekâna bakayım istedim bu kez. Hafıza bir labirent, neresinden girsen başka bir yerinde kaybolursun sonunda. Hepimizin başına gelmiştir. Bir anıya dalarken mekân anlatmaya başlarız önce. Hem de nasıl olup da aklımızda tuttuğumuza kendimizin bile şaşırdığı ayrıntılarla.
Hızımızı alamayıp o sihirli, o kaydedilmeye layık âna ev sahipliği yapan yeri yeniden görmeye gittiğimizde ne olur peki? Hadi koro halinde yanıtlayalım. Yerinde yeller esmektedir. O kadar ki, değil bir binayı, bir sokağı, bir semti bile bulamayabilirsiniz. İstanbul’a hoş geldiniz.
Burada konu ister istemez biraz yerelleşecek. Uzak diyarlarda kimi zaman şehirlerin pek de eskilere gitmeyen tarihçesi hani neredeyse çabayla yeniden yaratılır. Kişilerin evleri, arşivler, soy kütükleri devreye girer. Benzersiz konumuyla sayısız uygarlığın geçiş noktası olmuş, haliyle de katman katman tarih biriktirmiş İstanbul’da ise her şeyin yıkılmışı makbuldür. Bazen acaba bu kadere şu “İstanbul’un taşı toprağı altın” şeklindeki şehir efsanesinin mi yol açtığını düşünmeden edemem. Öyle ya, bir define lafı hasıl olmuştu hani dillere, Anadolu’nun en eski kavimleri, İstanbul’un nesillik müdavimleri nedeni sorgulanmayan, nasılı inkâr edilen bir harekatla toza karıştırılırken. Sonrasında izlerden de rahatsız olundu. İz dediğin varlığı çağırırdı ne de olsa. Kaderine terk edilmiş kilise, dükkân, ev ve konakların temeli, duvarları patlatıldı gâvur altını bulacağız diye. Aramalar halen devam ediyor.
Altın, açgözlülüğün kod adı gibi. Zira define avcılığının modern hali büyük şehirlerde “soylulaştırma operasyonları” olarak devam ediyor. Eski mahalleler evsel atık kutularına atıldı, biz de kentsel dönüştük. Hem de akıl almaz bir hızla. Daha somutlaştırayım; doğma büyüme Kadıköylüyüm. Sokaklarda oynayabilen şanslılardan oldum. Babamın iskeleye giderken içinden geçtiği birtakım bağ ve bostanlar yerinde olmasa bile son kalan ahşap evlerin son kalan bahçelerinde meyveyi dalından koparabildim, dut silkeleyebildim kıkır kıkır gülerken.
O mutlu günlerde en büyük değişiklik mahallenin simgelerinden Boğa Heykeli’nin günlerden bir gün iskele tarafından yukarlara, akabinde de Altıyol’a taşınması oldu. Aman ne büyük olaydı o. Saflık işte. Derken son beş yıl içinde eski iş yeri kiracılarının herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin çıkarılabilmesine olanak sağlayan düzenleme devreye girdi. Euro ve dolar üzerinden kiralar gündeme geldi. Küçük esnaf, mahallemin terzisi, nalburu, elektrikçisi bir bir veda ederken ortalığı birbirinin aynı bar ve publar kapladı. Şimdi onların arasında yaşıyorum. Mütemadiyen bir uğultu, arada kavgalar, bağırışlar. Son noktada polis sireni. Kim kimi kimden ve neyden koruyorsa…
Dantellerin, tığların işlendiği, çini döşemeli, parkeleri gıcırdayan, arka balkonunda fesleğenin, sardunyanın durduğu, sürahide suyun hep dolu bulundurulduğu, patlıcan ve biber kızartmalı cumbalı evler yıkıldı. Sanki Uyuyan Güzel masalında öpücük yerine yüzüne fırlatılan suyla uyandırıldım ve bir de baktım ki her yer fallik sitelerle kaplanmış. Başka türlü bir hayattan bahsedilir olmuş. Bir alternatif olarak da değil. Güvenlikli, yüksek duvarlı, ille de havuz ya da suni göllü, daireleri otel odası soğukluğunda döşeli, tüyleri diken diken eden bir steril işlevsellik ürünü bu konutlar herkesin ömürlük kredilere girip, ödeyemeden öleceği nihai mekânlarmış. Benim sevdiğim hikâyeli evleriyse şeytan almış götürmüş, satamadan getirmiş.
Oysa İstanbul’a aşıktım ben. Öyle böyle değil. Nereye gitsem içimde taşırdım onu. Hani sevdiğinizin fotoğrafını koyduğunuz madalyonlu kolye gibi. Gerçi bu da çok demode bir benzetme oldu ama anladınız işte meramımı. Kaldırımın azıcık altında dip dalga gibi akan Boğaz sularını, şehrin dirençli hanlarını, surlarını, bin bir telden çalan müziğini, dertli uğultusunu, mezarlıkların ulu kavaklarını, ille de Haliç tarafından Galata Kuleli, minareli bir silueti, gün batımını. Şimdilerde karşıya her geçişimde Galata Kulesi yerinde duruyor mu hâlâ diye bakıyorum. Sonra da kendi halime gülüyorum.
Vapuru ev bellemek
Vapurun bende hatrı büyük. Yani büyüktü. Haliyle hafızamda da. On yaşımdan beri karşıya geçip durdum. Gençliğin o hiçbir yere sığışılamayan döneminde hane kapıları üzerime kapanmadan önceki son ve mutlak özgürlük alanımdı vapurlar. Evimdi. Oraya aittim. Karayla deniz, denizle gök, geçmişle gelecek arasında salınırdım.
Emektar vapurların yan açığında büyüdüm. Açıktan geçen koca şilepler boylarına uygun dalgalar yarattıkça, bacaklarını uzattığın demirlerin arasında su gelir bulurdu seni. Dalganın köpüksü zerresi yanağına konar, usulca ıslatırdı üzerini. Saçların zaten deli rüzgâra teslimdi.
Bir sigara yakardın eski mutlu günlerde. Vapurda sigaranın yarısı rüzgârın payıydı. Hiçbir yerde o sigara ve o çıtır simit, belli bardak çaya bu kadar yakışmazdı. Havada hafif bir tost yağı kokusu olurdu. Kışın kaloriferin yanına pencere kenarına tüner, sanki gezgin bir evde, sular üzerinde bir karavandaymış gibi hissederdim. Bıraksalar oracıkta kıvrılıp kıtalar arası uyuyabilirdim.
Derken eski vapurları örnek alarak yapıldığı söylenen yeni modeller türedi. Akvaryum kılıklı koca camlarına diyecek bir şey yoktu da, salonlar fazla geniş, banklar fazla mesafeli, çelik merdivenler fazla dikti. Bir soğukluk vardı ve aksayan şey her neyse kendini en çok benim meskenim olan yan açıkta ele veriyordu. Deniz uzağımda kalıyor, dalgalarla bir olma duygusu vermiyordu. Ha bir de benim gibi yer cücelerinin bacaklarını uzatma şansı yoktu artık. Bir dönemin sonu, anılara sığınmayı gerektiriyordu artık.
Ama bunlar da mutlu günlerimmiş. Çünkü sonra vapur niyetine denizin üzerinde salınan o yaratıkla karşılaştım. Adını, gördüğüm o ilk anda koydum: terliksi. Terliksi iskeleye yanaşıp da ön taraftan, çizgi filmlerdeki canavar gibi koca ağzını açınca, karşımda yeni vapurları da mumla aratan son model tasarımın durduğunu anlamış bulundum.
Bu garip araç içerisinde deniz ufukta bir arka plan sadece. Bembeyaz bir ışık altında her şey basık, köşeli ve buz gibi. İhtimal ki terliksi işlevsel, şu kadar dakikada bu kadar yolcu taşıyabiliyor. Ama bütün bunlar onu benim nezdimde hayat içerisinde meşru kılmıyor zira hayat saçmayı, kiri, çelişkiyi de içerir. Steril, hastanelerin gereğidir.
Steril, ambalajlı, kalıplı, ruhsuz, tatsız tutsuz. Hem de çirkin. Şehre yeni diye eklemlenen ne varsa bunlardan biri ya da hepsi. Anı ve hayal düşmanı. Hafıza ve kalpsavar.
Arka balkon güzellemesi
Hal böyle olunca eve sığındım. Ev dediğin şey de yer değiştiriyor içinde. Ev, kendini bırakabildiğin yer. Karanlıkta içgüdüsel olarak hareket edebildiğin alan. Bütün metrekaresiyle her yanı değil. Küçük köşeler. Bazen kıvrıldığın kanepe, bazen üzerindeki battaniye. En çok da arka balkon benim için. Şu evin korunaklı dışarlıklısı.
Arka tarafta bütün yatak odaları ve ardiyeler birbirine bakıyor. Şansız balkonları kapatıp erzak, hırdavat deposu yapmışlar. Oysa bir küçük sandalye, sehpa yerine geçen bir pencere çıkıntısı neler değiştirir. İlişir, seyreylersin duran zamanı. Ama belki herkese göre değil durmak. Balkon kimileri için sepetten patates soğan alıp, bakmayacağı şeyleri yığma ve çamaşır asma yeri.
Benim için başka… Arka balkonlarda zaman durur, anılar başlar. Çünkü hatırlamak dediğin de aslında akan hayatın içinde duraklamandır. Duraklaman ve kalakalman. İşte bir arka balkonda evlerin ortasında hasbelkader dokunulmamış küçücük toprak parçasından biten ağaca, o ağaca konan serçelere, kumrulara minnet duyarsın. Sen de onlar gibi konarsın.
Hatırlamak dediğin, içimizde uzayıp giden balkonlardır. Balkonlar ki ödeşme yerleri, sırat köprüleri hayatın. Her şeye, herkese yetişip kendinden azalmanın sahnesi. Oysa zaman geçmiştir işte. Aynı evde kalsan bile böyledir bu. Zaman büyüyen çocuklara, veda eden büyüklere, değiştirilen mobilyalara, bozulan makinelere, alınan verilen nice eşyaya yansır. Sadece bir kutu, bir çekmece ya da bir sandıkta biriken kadarıdır zamanın unutturma gücüne direnen. Belleğinin saklı odalarıdır. Arka balkonların bildiğidir. Seni var eden, yok eden, öldüğün, doğduğun anların toplamı işte bu kadardır. Arka balkon hayattan payına düşen ömürdür işte.
Arka balkonda yarın ve ertesi yok. Bugün olmuş bir geçmiş var. Geçmemiş zaman var. İlle de müzik var. Kafan kadar, anıların kadar karmakarışık bir müzik. Her telden. Çünkü her halinden geçtin hayatın. Ağzında büyüyen lokmaları kedilere atardın buradan çocukken. Orkideler vardı morlu, pembeli. O kediler, o çiçekler, o insanlar ve sonrasında gelenler hepsi, herkes bu balkonda.
Dememiş miydim, arka balkonlar en dayanıklı yeridir bir evin. Bazen yuvalar yıkılır, bazen dünyalar başına yıkılır. Onlar hep baki kalır. Çünkü iğretilik doğalarında vardır. Yaslanmadan durmayı bilirler ezelden. Teğellenmiş kalmayı. Boşlukta.
Depremi de arka balkonda hissettim geçende. Oturmuş bir sigara yakmıştım. Önümde kahvem duruyordu. Uğultulu vuruş geldi dipten. Güzel sallandı her yer, duvara monte kombi takırdadı durdu. Ve hafızam bütün deprem anlarını saliseler içinde geri getirdi. Hiçbirine takılmadan, sanki başkasının hayatıymışçasına öylece baktım. Başka ne yapacaktım.
İkinci seçeneği düşündüm orada öylece taşlaşmış otururken Hani diyelim şanslısın da anılarındaki mekânı yıkılmamış olarak buldun karşında. O da nesi, o canım yer sanki küçülmüş bir kıyafet gibi eninden boyundan çekmiş. Hafızanın çetrefil ama bir o kadar da doğal oyunudur bu. Mesele hafıza olduğunda öyle geometrideki şemalar gibi zaman ve mekânı birbirine yatay-dikey konumda apayrı tutamazsın. Sanki sen o mekânı değil, mekân da seni unutmuştur. Anı ile hayalin birbirine karıştığı yerdesindir. Meğer sadece hatırlamakla kalmayıp yaşadığın şeyin doğasına göre mekânı da yeniden kurmuşsun hafızanda. Şimdi seninki mi yalan, karşındaki mi? Anıya da hayale de ihanet edilmez. Sonra ikisi de terk eder insanı. İyisi mi metrekare ölçümü ve teknik ayrıntılar mimarlara, mühendislere kalsın.
Anlatamazken
Anlatamama hali de burada başlar. Anı tanık ister. Bir inandırıcılık payesi. Oysa aklındaki bir masal kıvamına gelmiş. Ama yaşamışsın da bir yanıyla doya doya. Zaten o yüzden kaydetmişsin hafızana. Fiillerin zaman çekimlerini zorlar, günlük hayatın kullanımında olmayan kelimeler bulursun. Müziğe, filme öykünürsün. Sırf bir anına sadık kalma hatrına.
İmdada Orhan Veli Kanık gelir mesela. Yalın dilin ustası. Çoğunun “Aman bu da şiir mi, ben de yazarım” diyebileceği kadar sade. Sadeliği içerisinde basit sanılan, denemeye kalktığında zorluğuyla affallatan.
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Bir aşk ve hayat tutulması bu kadar mı vurucu anlatılır… o yüzden hiç eskimez bu dizeler, anneannemin broşu gibi iliştirdiğim yerde uğurum olur.
Hatıraya da hayale de ihanet etmemek için kutsal kelime ilişmek, iliştirmektir zaten. Konmak, tünemek. Berlin’de Brandenburg kapısının dibinde der Raum der Stille denilen bir Sessizlik Odası var. Şehrin en işlek, en turistik yerinde bir anda otuz metrekarelik, son derece sade döşenmiş, küçücük bir odadan içeri süzülüp bütün gürültüyü, karmaşayı, dış dünyadaki halinizi bir süreliğine ardınızda bırakıyorsunuz. Hiçbir dinî sembolün yer almadığı bu odada içeri giren herkes sadece sessiz olmayı seçiyor. Aynı zamanda bir sükûnette eşitlenmeyi. Hayat bir süreliğine duruyor. Hatıralara, anılara ve ya da varoluşa yer açmaya…
Hayatın ortasında da durabilmek istiyorum. Akışın dışına çıkıp bakmak. Hem kendime hem dünyaya. Kaldırım kenarları, banklar, ilişilecek köşeler o yüzden çok kıymetli ya. Bu şehir artık onları da ancak unutulmuş, ihmal edilmiş köşelerinde sunuyor. Geri kalan her yer açık hava şantiyesi. Hatırlayamayacak, hayal kuramayacak kadar “yoğun” insanlar silsilesi.
İstisnalar sayesinde devam ediyor büyü. Israrla hikâyesine muhatap arayanlar sayesinde. Ben mi? Sonunda ne kimsenin hayali ne kimsenin anısı oluyorum bazen. Her devrin hortlağı. Zamanını mekânını şaşmış kayıp ve şaşkın bir ruh. Derken fark ediyorum. Biraz İstanbul gibi oluyorum sanki sonunda. ‘Arkamdan gelmeyen’, içimden geçen bir şehir gibi. İhtişamlı sahne günlerini anlatıp yıkılan gazinosunu gösteren, sonra da saçındaki çiçeği, şalındaki püskülü düzeltip pavyonlar sokağına kıvrılan sürgün diva.
Yükselmek ya da inmek yok ki çemberse hayatın. Ne çıkarsa bahtına.