‘Seni unutmam gerektiğini hatırlayamıyorum’
Film ilerledikçe ve bilgi arttıkça gerçek bizden uzaklaşır. Geriye kalan, içgüdülerimizle uzanabileceğimiz bir gıdım sahiciliktir
17.10.2019
Çoğu zaman bilimle sanatın konuları ayrışsa da, iş hafızaya geldiğinde her iki alan da birbirine yakınlaşır. Bu bir tercih değil, zorunluluktur adeta. Çünkü hafıza kadar gizemli bir diyarı anlamak için ne bir başına bilim ne de bir başına sanat yeterli kalır.
Sözü bilime verecek olursak, hafıza başlı başına bir beyin faaliyeti. Bir zihin performansı. Buna göre çoğunlukla Alzheimer hastalarında hasarlı olduğu gözlenen beynin posterior singulat bölgesi kalıcı anılar oluşturmakta önemli bir rol oynuyor. Acı anılar, mutlu olanlardan farklı olarak ana bellek dışında sosyal belleğe de kaydedildiğinden onları daha çok ve sık hatırlıyoruz. Ağır travmalarda anlık bir kararla hafızayı devre dışı bırakıyoruz. Uzmanlar, kısa ve uzun süreli anıların eş zamanlı olarak üretildiğini ve sırasıyla hipokampüs ve prefrontal kortekste saklandığını keşfetti. Prefrontal kortekste olanlar daha güçlü hâle gelirken, hipokampüste olanlar daha zayıf hâle geliyor. Bu iki beyin bölgesini birbirine bağlayan devre kesilirse uzun süreli anılar saklanamıyor. Bellek nöronlarının yer aldığı üçüncü bölge olan amigdala ise beynimizin duygularla ilgili anıları barındıran kısmı.
Alzheimer çalışmaları bir yandan bellek yitimi amnezinin çeşitlerine yönelik araştırmalar diğer yandan beynin gizmini çözmeye çalışırken, sanat da hafızanın kişilik, kimlik ve duygu boyutunu ele alır. Çünkü hafıza bir başına zihnin değil, kalp ve bedenin alanıdır. Bu sağlama olmadan beyin faaliyetleri anlatılabilir ama anıların insan hayatındaki etkisi havada kalır.
Kendi zihninde kaybolmak
Zor izlenilen filmler arasındaki özel yerini hep koruyacak olan Christopher Nolan’ın 2000 yılı baş yapıtı Memento (Akıl Defteri) hafızasının acıklı bir oyununa uğrayan bir adamın hayatta kalma mücadelesine odaklanır. Öte yandan Nolan’ın filmi, onu tanımlamaya çalışan her cümleyi geçersiz kılan çok katmanlı ve çelişik yapısıyla, sadece izlenmesi değil, üerine düşünülmesi ve yazılması da en zor filmlerdendir. Yine de yirminci yılına yaklaşırken, onunla hesaplaşmanın büyüsü bir an bile azalmıyor. Hafıza, acı, zaman, intikam, iyilik, kötülük, sorumluluk, akıl ve delilik diye sıralayabileceğim pek çok katman açılıyor bende.
Memento (Akıl Defteri)
Kardeşi Jonathan Nolan tarafından kaleme alınmış “Memento Mori” (Ölümü Hatırla) isimli kısa öyküden senaryolaştırarak beyazperdeye uyarladığı filminde Christopher Nolan, üzerine kim bilir kaç inceleme yazısı yazılmış benzersiz bir zaman kurgusuna girişiyor. Bu kurgunun en müthiş yanıysa zekâ oyunundan ve özgünlükten öte, baş kahramanını birebir hissetmemizi sağlayan bir işlevselliğe sahip oluşu. Anlatı ve kurgunun bu muhteşem birliği çok az esere nasip olacak bir özellik.
Buna göre önümüzde renkli ve siyah-beyaz olmak üzere kurgulanmış iki temel katman var. Siyah-beyaz akışta baş kahraman Leonard Shelby’nin köhne motel odalarında kâh telefonda bilmediğimiz birine anlatırken kâh kendi kendine konuşurken paylaştığı ve çizgisel zamanda ilerleyen hikâyesini dinleriz. Her uyandığında şaşkınlık içinde nerede olduğunu ve neden orada bulunduğunu anlamaya çalışmaktadır.
Leonard sigorta müfettişi olduğunu, bir gece eve baskın yapan ve karısına (Jorja Fox) tecavüz edip öldüren iki serseriden birini vurduğunu ama Johnny G. adlı uyuşturucu satıcısı diğer saldırganın kaçtığını anlatır. Kaza günü bu ikinci saldırgan Leonard’ın başına sertçe vurmuş, saldırı sonrası Leonard kısa süreli hafızasını yitirmiş ve kendisine anterograd amnezi teşhisi konmuştur. Artık yeni hiçbir anı kaydedememekte ve on dakika gibi bir sürede dikkati dağıldığı için mekân, insan, zaman bağlantılarını tamamen kaybetmektedir. Leonard’ın son hatırladığı şey o saldırı ve karısının ölümüdür. Bugün hayatta kalmasını sağlayansa ikinci saldırganı bularak intikam almak arzusu.
Kısa dönem hafızasındaki hasar, katil avına çıkışındaki en büyük engeldir. Bunu aşmak üzere şartlanma tekniğini kullanan Leonard, Polaroid makinesiyle mekânların ve insanların fotoğraflarını çekip unutmadan isimlerini ve hatırlaması gereken ayrıntıları not alır. Belli eşyaları hep aynı yerlere koyar. Yüzlerindeki ifadeyi görmek için insanlarla telefon yerine yüz yüze konuşmaya çalışır. En önemli bilgileriyse bedenine dövme olarak kazır. Bu dövmeler elindeki “Sammy Jenkins’i hatırla” ve göğsünü kaplayan “Johnny G. eşime tecavüz etti ve onu öldürdü” diye başlamaktadır.
Bize bu yöntemi, müfettiş olduğu zamandan kalan zorlu bir vakada öğrendiğini söyler. Anlattığına göre Sammy Jenkins (Stephen Tobolowsky) adlı yaşlı bir adam geçirdiği trafik kazası sonucu kısa dönem hafızasını kaybetmiştir. Eşi Bayan Jenkins (Harriet Sansom Harris), tedavi masraflarını karşılamak üzere sigorta şirketine başvurduğunda Leonard, Sammy’nin şartlı öğrenme testlerine tâbi tutulmasını ister ve adamın yüzünde beliren o anlık kendisini tanırmış gibi ifadeyi kaale alarak hastalığın fiziksel değil psikolojik olduğunu, sigorta kapsamına girmeyeceğine hükmeder. Sammy’nin eşi bu süreci çok ağır yaşar ve Leonard’dan bir yanıt talep eder: Eşi sahiden de yakın dönem hafızasından yoksun mudur? Leonard fazla düşünmeden, acılı kadını sakinleştirmek için Sammy’nin yakın dönem anıları oluşturabileceğine inandığını belirtir. Bunun üzerine Sammy’nin eşi kocasına kendi hayatı pahasına bir sınav hazırlar. Sammy eskiden olduğu üzere diabet hastası eşine insülin iğnesi yapmaktadır. Kadın on beş dakika farkla eşinden insülin iğnesi yapmasını ister. Aşkın gücüyle Sammy’nin eski hâline döneceğini ummaktadır ama Sammy hiçbir şey hatırlamaz ve eşine insülin iğnelerini yapmayı sürdürür. Kadın komaya girerek ölür, Sammy akıl hastanesine gider ve Leonard terfi eder. Hikâye içinde anlatılan bu hikâye film ilerledikçe pek çok açıdan Leonard’ın hayatıyla kesişecektir.
İzleyici için uzun süre anonim kalan bu telefon konuşmalarında Leonard, polisin kendisine ikinci bir saldırganın varlığı konusunda inanmadığını anlatır. Zamanla konuştuğu kişinin, aynı zamanda filmde gördüğümüz sayılı insanlardan biri olan sivil polis Teddy (Joe Pantoliano) olduğunu anlarız. Teddy, yeni ipuçları sunarak Leonard’a yardım etmektedir ve hedef Jimmy Grantz’tır (Larry Holden). Jimmy, Leonard’ı barda görmüş ve hafızasındaki sorundan tanımıştır. Aslında Teddy ile buluşmaya gelmiştir. Hayatı karşılığında arabasında Teddy’ye vermek üzere getirdiği 200 bin doları teklif eder. Ancak Leonard ona saldırır, ölümüne boğar ve ardından onun kıyafetlerini giyer ve fotoğrafını çeker. Polaroid fotoğraftaki görüntü belirirken film de renklenir ve ortada siyah-beyazın renkliye döndüğü o anda birleşerek bir çember gibi kendi üzerine kapanır.
Filmin diğer katmanı olan bu renkli bölümde zaman, Leonard’ın zihnini taklit ederek sondan başa doğru sarar. Hem de Leonard’ın hatırlayabildiği kadar bir beş-on dakikalık dilime ayrılarak ve her sahnesi bir öncekinin başlangıcı ile bitecek şekilde…
Leonard, Jimmy’yi bodruma doğru iteklerken adamın Sammy diye fısıldadığını işitir ve bu ismi bildiğine göre ikinci saldırgan olamayacağını anlar. Teddy olay mahalline geldiğinde Jimmy’nin aranan katil olduğuna Leonard’ı ikna etmeye çalışsa da Leonard ona inanmaz ve sonunda Teddy ona uyuşturucu satıcısı olan Jimmy Grantz’ın aslında Leonard’ın eşinin ölümüyle hiçbir ilgisi olmadığını itiraf eder. Saldırı gecesi eve gelen polis olduğunu anladığımız Teddy, yaklaşık bir yıldır Leonard’ı kendi pis işleri için farklı kişileri John ya da James G. olarak işaret edip öldürtmekte ve para kazanmaktadır. Teddy bir yandan kendini kurtarmak için aralıksız konuşurken anlattıklarının ne kadarının yalan ne kadarının gerçek olduğunu bilemeyiz. Teddy, Leonard’a aslında eşinin o saldırıdan sağ kurtulduğunu, Sammy Jenkis’in bir sahtekâr olduğunu ve asıl diyabet hastası olanın Leonard’ın kendi eşi olduğunu söyler. Ardından bir yıl önce gerçek John G.’yi bulup öldürmesi için ona yardım ettiğini ama Leonard’ın adamı öldürdükten sonra buna ilişkin hiçbir anı oluşturmadığını anlatıp Leonard’ın öldürme ânı sonrası çektiği, onu mutlulukla gülümserken gösteren fotoğrafını gösterir. “Sen gerçeği istemiyorsun. Kendi gerçeğini uyduruyorsun” der ona. Kendi bilmecesine tutsak hale gelmiş Leonard için sil baştan bulunabilecek pek çok John G. vardır. Teddy kendi asıl isminin bile John Edward Gammell olduğunu söyler…
Cehennemler ve sorumluluk ânı
Leonard’ın zihnine öykünerek, beş-on dakikalık parçalar eşliğinde sürekli geri saran bu kurguda, bir yandan deli gibi olan biteni aklımızda tutmaya çalışırken, diğer yandan da Leonard’ın rahatsızlığını bilen Teddy, kaldığı otelde ona iki ayrı oda kiralayan görevli Burt (Mark Boone Junior) ve nihayet Leonard’ı tıpkı Teddy gibi kendi çıkarları için manipüle eden Jimmy’nin barmen sevgilisi Natalie (Carrie-Anne Moss) ile tanışırız. Jimmy’nin ceket cebinde Natalie’nin bara gelmesi için sevgilisine bıraktığı not vardır. Ama elbette Leonard bu notun Jimmy için olduğunu hatırlamaz ve böylelikle ikilinin yolları kesişir. Natalie, Leonard’ı Jimmy’nin parasının peşinde olduğunu iddia ettiği Dodd’un (Callum Keith Rennie) peşine salar. Leonard kovalayan mı kovalanan mı olduğunu hatırlamadığı ve dövdüğünü bile unuttuğu Todd hikâyesi eşliğinde bir kez daha girdabında kaybolur.
Memento (Akıl Defteri)
Film ilerledikçe ve bilgi arttıkça gerçek bizden uzaklaşır. Geriye kalan, içgüdülerimizle uzanabileceğimiz bir gıdım sahiciliktir. Natalie, Leonard’a eşini anlattırırken “Ezber kelimeler söyleme. Gözletini kapat ve onu hatırla” der. Leonard gözünü kapattığında ve biz onun gözünden eşini günlük hayatın ancak seven bir gözün yakalayacağı minicik ayrıntıları eşliğinde gördüğümüzde, hakikat gelir bizi bulur. Leonard’ın fısıldadıklarıdır hakikat: “Ayrıntıları hissedebilirsin. Kelimelere dökme zahmetine asla girişmediğin küçük parçacıkları. Ve o aşkın anları hissedebilirsin, istemesen bile. Hepsini bir araya getirdiğinde, bir insanın hissini yakalarsın. Onu ne kadar özlediğini bilecek kadar bir hissi ve onu senden alandan nasıl nefret ettiğini hatırlayacak kadar…” Natalie, intikamını alsa bile bunu hatırlamayacağını söylediğinde, “Hatırlamayacak olmam eylemleri anlamsız kılmaz” der. Dünya, gözünü kapattın diye yok olmuyor, öyle değil mi?..”
Geriye dönük olarak eşinin sürekli okuduğu o kitaba dair aralarında geçen konuşma da sahicidir.
“Bunu sürekli yeniden nasıl okuyabiliyorsun?”
“Güzel bir kitap.”
“Evet ama bin kez okudun”
“Hoşuma gidiyor.”
“Ben kitap okumanın zevkinin ne olacağını merak etmek olduğunu düşündüm hep.”
Leonard’ın eşi gülümser: “Pislik etme. Seni sinirlendirmek için değil keyif aldığım için okuyorum. Bırak da tadını çıkarayım.”
Benim için Leonard’ın eşinin bu okunmaktan deforme olmuş kitabını, saç fırçasını ve başucu saatini alıp bir inşaat alanında yaktığı sahne en gerçek andandır: “Bunu daha önce de denedim. Muhtemelen bir kamyon dolusu eşyanı yaktım. Seni unutmam gerektiğini hatırlayamıyorum.”
Âşık olduğu ve kaybettiği kadını neden unutması gerekir? Vicdan azabından mı? Azap ilginç bir kelime. Cehennemin tarifi, işlenen günahın, ödeşilemeyen anın sonsuz kere tekrarlanışıdır. Leonard belki de sorumluluk azabından kaçmak için bu sonsuz yitimi yaratmıştır kendine. Unutması gerektiğini hatırlayamadığı için bütün eski anılarını kendi kurgusunda şekillendirdiği bir yeniyi hatırlamama girdabı. Kendisine mutlak sorumsuzluk bahşeden güncel bir kaçış cehennemi. Ta ki Teddy kendisine intikamını aldığı o ânı hatırlamadığını gösterip Sammy hikâyesinin yalanlarıyla, bir anlamda kim bilir Leonard’ın kendi gerçekleriyle yüzleştirene kadar. Elbette Teddy’ye de güvenemeyiz. Zaten izleyici olarak bizim de cehennemimiz budur. Ayağımızın altından bütün hakikat zemini çekilir. Ama işte o an Leonard, halen hatırlayabildiği sayılı dakikalar içinde, biraz önce öldürdüğü Jimmy’nin resmini ve kendi gülen fotoğrafını yakar, Teddy’nin fotoğrafının altına “Asla yalanlarına inanma” notunu düşer, Teddy’nin arabasının plakasını da dövme yaptırmak üzere kaydeder. İşte burası eyleminden doğrudan sorumlu tutlacağı andır. Bile isteye üstelik binbir çabayla kendi yalanını yaratır. Yeni hedefi Teddy olacaktır. Hem de açıkça ilan eder eylemini: “Ben katil değilim, bir şeyleri doğru yapmaya çalışan biriyim. Bana anlattıklarını unutamaz mıyım? Bana yaptırdıklarını unutamaz mıyım? Çözeceğim başka bir bulmaca istediğimi mi düşünüyorsun? Kovalaancak başka bir John G. aradığımı mı? Sen John G.’sin. Bu durumda benim John G.’im olabilirsin. Mutlu olmak için kendime yalan söyleyecek miyim? Senin durumunda Teddy, evet söyleyeceğim…”
Memento (Akıl Defteri)
Yeni bir John G. olarak Teddy’nin ölümüyle, bu kez çekeceği polaroidle tatmin olup olamayacağını bilemeyiz. Tekrar Natalie’yle karşılaşıp karşılaşmayacağını da. Elimizde tek kalan şey arabada giderken Leonard’ın bir an için direksiyon başında gözlerini kapatıp kendine fısıldadığıdır: “Zihnimin dışında bir dünyanın varolduğuna inanmak zorundayım. Ben hatırlayamasam bile yaptığım şeylerin bir anlamı olduğuna inanmak zorundayım. Gözlerimi kapattığımda dünyanın hâlâ orada durduğuna inanmak zorundayım. Dünyanın hâlâ orada durduğuna inanıyor muyum? Hâlâ orada mı? Evet. Hepimizin kim olduğumuzu hatırlatan aynalara ihtiyacı var. Ben de farklı değilim.”
İşte bu noktada meselenin Leonard’ın kısa ve uzun dönem hafızasının farklı işleyişinden çok daha vahim olduğunu anlarız. Filmin gerilim unsurunu kanlı cinayet sahnelerinden çok Leonard’ı göz göre göre kandıranları geriye dönük olarak izleyişimiz ve Leonard’ı uyaramayışımız oluşturur. Ama ya Leonard’ın kendini kandırışı?
Hatıra ne kadar kurgudur ve o kurgu kendi gerçeğimize dair bize ne fısıldar? Kurgu, bir şeyi tek başına yalan kılmaz yeter ki çatlaklardan sızan hakikatle yüzleşmeyi bilelim. Leonard o çatlaktan sızana katlanamaz ve bile bile kendini kandırır. Bir an için Sammy’nin akıl hastanesindeki hâliyle Leonard’ın otel odasındaki oturuşu kesişir ve Sammy’nin aslında Leonard’ın zihninin kurgusu ve kendi yüzleşemediği hakikatin bir yansıması olduğunu düşünürüz. İhtimal ki Leonard, saldırı sonrası kısa dönem hafıza kaybıyla başa çıkamayan kendi eşine aşırı doz insülin vererek onu öldürmüştür. Aradığı ve bulamadığı katil kendisidir.
“Hafıza bir odanın şeklini, bir arabanın rengini değiştirebilir. Anılar saptırabilir. Bunlar yorum, kayıt değil, gerçekler elindeyse bunlar önemsiz ” der bir yerlerde. Ama gerçek dediği şeyleri de o anıları çarpıtarak elde eder.
Zamanla geçer dedikleri şey…
Leonard’ın en büyük trajedisi zaman duygusundan yoksunluğu. Büyük kayıp ve acılarımızın ardından biri karşımıza geçip de “Zamanla geçecek” dediğinde, nasıl öfkelendiğimizi hatırlayalım. Dalga geçer gibidirler sanki, zamanla geçecek bir şey yoktur bizim için. Yokluk hissimize tutunmuş, yasımızda boğulmuşuzdur. Ama işte, o zaman yine de gelir. Hiçbir şey geçmez elbet tamamen. Yine de giderek garip ve kaçınılmaz bir kabullenişle o kayıp hissiyle halleştiğimizi, güne bir yerlerinden tutunduğumuzu, kendimize rağmen ufak ufak gülümsediğimizi, yeni ve farklı şeylere öfkelendiğimizi, bambaşka hayallere kapılıp beklentiler ürettiğimizi görürüz. Hayatta kalmışsak, hayat layıkıyla yaşanma hakkını ister bizden. Zaman geçmiş ve bizi de peşi sıra sürüklemiştir.
Zaman duygusunu yitirmiş Leonard için böyle bir kurtuluş ânı yoktur. “Eğer anı oluşturamazsak, iyileşemeyiz” der bize, “Eşimin ne zamandır yok olduğunu bile bilmiyorum. Sanki yatakta uyanmışım ve orada değil çünkü misal banyoya gitmiş. Ama bir şekilde asla yatağa dönmeyeceğini de biliyorum. Burada ne kadar zamandır yalnız olduğumu bile bilmeden öylece yatıyorum. Zamanı hissetmeden nasıl iyileşebilirim ki?..”
Acısı öfkesi kaybı hep ilk günkü tazeliğindedir. Bir yerden sonra bu kayboluşu belli ki kendisi tercih etmiş, hasar görmüş hafızasına katlanabileceği eski zaman anıları yüklemiştir. Gerisi ise sadece savrulmadır. Rutinde kaybolan hepimizin yaptığı üzere. Zamanı ve kendini öldürmek.
Leonard gözünü tekrar açtığında “Nerde kalmıştım?” diye sorar. O soru hepimiz için geçerlidir. Nerde kalmıştık? Anılarımızın, bugünümüzün neresinde? Hayatımızın, yalanlarımızın neresinde? “Hiçbir şey, unutmak arzusu kadar yoğun bir şekilde bir anıyı güçlendiremez” der Montaigne. Çok uç bir örnek olarak gördüğümüz Leonard’a nasıl benzediğimizi fark ettiğimizde ürpeririz. Anılarımızı bugünkü bizi var etmek için dönüştürmedik mi? Hayallerimizi anı kılmadık mı? Katlanamadıklarımızı silmedik mi?
Gözümüzü açtığımızda dünya yerli yerinde duruyordu. Biz uyandık mı hakikatimize, ona bakalım.