Eşyanın hikâyesini hiç dinlediniz mi?

Kaç eli birleştirdim. Çakmak bahanesiyle kaç parmak birbirine dokundu da titredi heyecandan. En güzel hâlimdi. Aşktım, umuttum, başlangıçtım

KARİN KARAKAŞLI

21.11.2019

Hatıraların en çok biriktiği yerlerin başında gelir nesneler, eşyalar. Bir insanla ödeşmekten daha kolay olduğu için çoğunlukla onları gözden ırak bir yerlere kaldırarak ya da varlıklarını görmezden gelip sadece temel işlevi olan şeylermiş gibi kabul ederek korumaya alırız kendimizi. Oysa eşyanın da hakkı vardır üzerimizde. Nesnenin de hatrı vardır. Bu da onların sesi olsun, bize inkârımızı duyursun.
 
Masa: ‘Ben hep ellerin hikâyesiyim’

Bir odayı oda, bir evi ev yapan şeylerin başında gelirim. Bir masa bir döşek diye tarif edilir aidiyet. Ve ben aslında hep ellerin hikâyesiyim.

Düşünsenize, masa demek üzerinde dolaşan el demek aslında. Bir evi paylaşanlar birlikte yemek yediğinde sofra olur adım. En sevdiğim halimdir keyifli bir sofra. Çatallar kaşıklar ve bardaklar benim için çınlar sanki. Uzun sohbetlerin ev sahibiyimdir böyle zamanlarda. Kimse başımdan kalkmak istemez.

Ama hatırayı kurmak masanın elinde değil… Bazen de kavgalı sofralar olur. Savaş alanları. Herkesin birbirine laf soktuğu ya da küfürlerin havada uçuştuğu zamanlar. Sonra zaten dağılır masa.

Dirsekler yaslandı mı üzerime tedirgin olurum. O sivri kemik gibi tene batan bir şeyler başlayacak demektir. Gergin bir tartışmanın, bir bitişin işaretidir o dirsekler. Yüzeyime indirilen yumrukları da bilirim. Üzerimdeki her şeyin yerlere fırlatıldığını da.

Çocukların, gençlerin, gece vakti işe koyulanların çalışma masası olurum. Sorumluluk kadar hayal, zorunluluk kadar özgürlük hissettireyim isterim. Yeni koyulacak yolların köşe taşı olmayı. “O masa başında karar vermiştik hani” diye anılmayı.

Sonra, çok sonra yaşlı damarlı bir el sevgiyle beni okşadığında vefanın anlamını hatırlarım. Neler gördün sen der gibi okşar o el beni. Bilirim ki boşa yontmamıştı o marangoz beni.
 
Çakmak: ‘En küçük ateşim ben, çaktıkça parlayan’

Madem ateşe insanlığın en önemli buluşu diyorlar, ben o buluşun cisimleşmiş haliyim. En küçük ateş, çaktıkça parlayan… Ama ateşi vermek insana, bir anlığına karanlığı aydınlatmak tek başına yetmiyor kader yazmaya. Bu kadar gelip geçici bir nesneysen, hikâyen olsun diye dua edeceksin. Seni milyonlarca benzerin arasından sıyıran, vazgeçilmez kılan bir hikâye, bir anı dileyeceksin.

Kaç eli birleştirdim. Çakmak bahanesiyle kaç parmak birbirine dokundu da titredi heyecandan. En güzel hâlimdi. Aşktım, umuttum, başlangıçtım.

Ocakta yemeği yaktığım da oldu ama en çok sigaradan bilindim. Ateşimle kendini yakan o bir dal sigaranın küle ve izmarite dönüşüne hayran oldum her seferinde. Bunca teslimiyetle kendini vereni sevdim. Bir de “Son bir sigara içelim, öyle git” diyenlerin çaktığı o özlemli, uzatmalı an olmayı. Bir anıya dönüşmeyi. Ve beni çakmadıkları zaman da elinde tespih gibi döndürenlere, hiç fark etmeden ceplerine indirenlere gülümsedim.

Bazıları fırlatır atar beni çakmamaya başladığımda. Tedavülden kalkmak dedikleridir bu. Bazen ama hatıram ağır basar. Birinin birine hediyesiyimdir misal ya da bir âna dair yüklenilen bir anlam vardır üzerimde. Kuşaktan kuşağa mirasımdır bazen. Sevgili ölüleri anımsatan bir emanet. Bir çakmaktan fazlası olurum hafızalarda. Gazım doldurulur kerelerce, sevgiyle okşanırım. Daha bir parlar ateşim o zaman. Bir sıkımlık canımı bir ömürlük yâdigar eylerim.
 
Halı: ‘Kendi hikâyemi dokumaya giderim’

Beni önce dükkânda göreceksiniz. Bütün halkımla bir arada. Renk renk desen desen yöre yöre uzanmışken sere serpe. En havalı halim orada. Hangi eve, hangi mekâna gideceğiz, diye hayal kurarken. Bir halının da hayalleri olur, ne sandınız. Şehrin eski kısmında turistlere gösteri olsun diye havaya fırlatırlar ya ipek halıları, hepimiz gururlanırız o güzellikten. Masalların uçan halısı oluruz sanki. Zamansız, rüya gibi…

Ayaklara serilmeyi severim, üzerimde deliler gibi sevişilmesini. Bir evi yuva etmeyi, ısıtmayı. Bir bebeğin ilk adımlarıyla gönenmeyi. Ne tuhaf bir kader değil mi, birilerinin ellerinde doğarım. Beni ilmek ilmek nice emekle bolca hayalle dokuyanların elinde. Sonra bambaşka şehirlerde yabancı ayaklarla buluşurum. Kendi hikâyemi dokumaya. Bazen duvar da kapladığım olur. Tablo gibi bakıldığım. O zaman bir gurbet hüznü yayarım. Geride bırakılmış memleket, yarıda kalmış bir aşk… Artık olmayanın adıyım.

Sonra satarlar bazen bizi. Eski püskü bulunur yüzümüz. Parçalara ayrılır çanta, heybe oluruz. Tevazu neymiş, onu öğretir hayat bana. Gelip geçiciliği. Kaçınılmaz değişimi. “Kilim desen bambaşka” diyen bir kadın sevgiyle okşar beni çantanın üzerinden. Bilirim ki hep halıydım. Onurumu alamadılar benden.
 
Kanepe: ‘İnsan sırtından ben anlarım’

Yatak şişinmesin hiç boşuna. İnsan sırtından ben anlarım en çok. Sırt ki en yalnız yeridir insanın, ben oranın talibiyim. Yorgun argın eve gelmişlerin ilk durağıyım. “Bir kanepeye atayım kendimi önce”, derler. Sırtını bağrıma yaslayan, derin bir oh çeker.

Tesellisiz gecelerin, yalnız saatlerin yoldaşıyım. Bekleyip de gelmeyenlerin yası bende tutulur. Kıvrılmak ister çünkü insan. Yatak soğuktur, çarşaf ıslak. Cenin gibi büzüşenler bana sığınır. Dar alan dosttur, sırtını değdirmek teselli. Ayrılmaz parçam battaniyeyle birlikte kovuk olurum hayat sürgünlerine.

Birbirini sevenler; dostlar, sevgililer, sevgili dostlar, dost sevgililer dip dibe oturur, üst üste yatar minderimde. Kimin uzvunun nerde başlayıp nerde bittiğinin hükmü kalmaz. Çocuklar gıdıklandıkça kıkırdar üzerimde. En güzel tekmeleri yerim.

Kediler tırmalar döşememi. Üzerimde yenen yemeklerle lekelenir, içilen sigaralarla delik delik deşilirim. Zamanın izlerini severim ama. Hikâyemdir hepsi. Kuşaktan kuşağa geçmekse en büyük kıymetim. Eskidikçe güzelleşirim.

Altımda bir baza varsa, çarşaf, havlu, nevresimle dolar içim. Misafire sunulan sıcak bir döşek olur, dua alırım. Bazen de göz önünde olmasına katlanılamayan her şeyin tıkıştırıldığı lanetli bir hazine sandığına döner içim. Her hâlimle tarihim anlayacağınız, sırdaşım. Dışım başka şey anlatırken, içim başka şey söylese de.
 
Şemsiye: ‘Kim durduk yere hatırlar ki beni?’

Yangında ilk unutulacak diye bir liste olsa, -kabul edin yangında ilk kurtarılacak sözünün, özellikle benim varlığım düşünüldüğünde, esprili bir uyarlaması oldu- ben başta gelirim. Kim durduk yere hatırlar ki bir şemsiyeyi? Evlerde kaderim bir rafta ya da şemsiyelik denilen şeyin içinde tozlanmaktır. Ta ki o kutlu yağmurlu gün gelene kadar. Şansım varsa, sahibim hava durumunu gözeterek evden çıkan biridir ve beni tedbir olarak yanına alır. Kısa boyluysam çantada daha güvende olurum da uzun boyluysam beni elinde taşıyanın özeniyle belirlenir kaderim.

Bir şemsiyeyi paylaşanların birbirinde anısı kalır. Tepende geçici bir çatı bulmak gibidir aynı şemsiyeye sığınmak. Bir de çocukların elinde severim kendimi. Gevrek gevrek bir çocuk kahkahası vardır hani, bildiniz mi? Evin içinde bile beni mutlulukla açar, parmakların arasında döndüre döndüre oyun oynarlar. Bir semazen misali eksenimde devinirken renklerim desenim birbirine karışır, dünyanın sırrına varmış gibi hissederim.

Sonra yine unuturlar beni. Zaten ezelden beri o hiç uğranmayan kayıp eşya bürosunun müdavimiyim. Ya da haşin bir rüzgâr telimi koparır, gergin kumaş çürük bir diş gibi sallanır. Çöpü boylarım sonunda. Anlayacağınız, sonum hazindir genelde.

Sadece bazen o paylaşılan gezici evin ya da tek başına bir şehirde yakalanan çocuksu neşenin hatrına saklarlar beni. Budur zaten bir şemsiyenin en büyük dileği.