Mektupta saklı zaman
Celan 50 yaşında intihar ettiğinde yıllar öncesinin ölüm seferi tamamlandı. Bunu da en iyi aşkı, dostluğu ve çaresizliği paylaştığı Bachmann bildi
14.12.2019
Şimdilerde özel çaba ya da eski bir alışkanlık istiyor eline kâğıt kalem almak. Benim ısrarım alışkanlıktan, sağ orta parmağımdaki kalem nasırının hatrından. Eskisi kadar kolay akmıyor el yazım çünkü yazı ve dil, küsen organizmalar. Ama yine de onların yanı başında susmak bile iyi geliyor.
Mektuptan bahsetmekse başlı başına bir nostalji sanki. Oysa nostaljiden de haz etmem hiç. Benim için geçmiş bugünle harmanlanan girdap kılıklı bir yapıdır. Anı ve hayal iç içedir, ikisi de çoğu zaman günün gerçeklerinden daha fazlasını yakalamamı sağlar. Ve mektup “Al sen de oku” dediğin bir günlük parçasıdır sanki. Kişiye özel yazılmış olması onu mahrem ve büyülü kılar.
Edebiyatta da özel bir yeri vardır mektubun. Tam da bu bire bir muhataplık hissinden dolayı. Sanki bütün ışıklar kapanır, iki satırın arasındaki milimetrelik boşluktan metnin içine, paralel bir evrene süzülürsün. Bir süreliğine özel olursun.
Birinci tekil anlatıcı üzerinden kurulan mektup formatlı romanlar bir yana, basılı mektuplaşmalara da rastlanır. Burada elbette derleyenlere bir takım ahlâki sorumluluklar düşüyor. Kişiye özel mektupların yayımlanması için ilgili şahısların belli alanda ünlü isimler olmasından daha fazlası gerekli. Konu; kendiyle, birbiriyle, dille, faşizm ve dünyayla derdi hiç bitmemiş iki edebiyatçı olunca, o mektuplar zamansız ve mekânsız bir hazineye dönüşür. Ingeborg Bachmann ve Paul Celan arasında yirmi yılı aşkın bir zamana yayılan mektupların derlendiği Kalp Zamanı kitabının hikmeti tam da bu. İlknur Özdemir’in çevirisiyle Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan kitap, ruhların çırpınışının diğer adı.
Filozof Theodor Adorno “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” dediğinde, tahayyüller ötesi bir vahşetin adı olan Holokost’un ardından edebiyatın o zamana kadar geçerli olan formlar ve kana bulanmış bir dil içinden ödeşme yapılmaksızın şiir üretmenin imkânsızlığına ve hükümsüzlüğüne işaret ediyor ve aslında bu olumsuzlama üzerinden yaşatılan tarifsiz zulüm ve acının yeni sanat türlerini ve dilini dayattığını haykırıyordu. Sonunda bu ikilemi, yine ilahi adalet gereği iki koldan iki şair çözdü: Anne babasını toplama kamplarında yitiren şair Paul Celan ve kimlik, bellek, tarih ödeşmesi üzerinden Almanca ile müthiş bir hesaplaşmaya giren yazar, şair Ingeborg Bachmann. Onların yapıları altüst eden, yoğun lirik kayıtları edebiyatın hayatı temize çekme çabasıydı.
Balık çırpınışı
Edebiyat dünyalarına ayrı ayrı hayranlık beslediğim bu iki ismin mektuplarını okumak o kadar kolay olmadı. Aradan yıllar geçtikçe de bitmedi, zamanın dönüştürücülüğü eşliğinde takıldığım ayrıntılar çeşitlendi. Sadece o ilk his aynı kaldı; derin çaresizlik ve balık çırpınışı.
Bir dönem Avusturya-Macaristan sınırlarında, sonra Kuzey Romanya’nın Bukowina bölgesinde, ardından Sovyetler Birliği hudutları içinde, şimdilerdeyse Ukranya’ya dahil Çernovitz’de (Czernowitz) Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğdu Paul Ancel (Celan). Anadili Almanca’ydı. Ama yine aynı dilde annesinin katlinin emri verilmişti. 1942’de Nazilerin baskınında anne ve babası toplama kampına götürüldü. Aynı yılın sonbaharında babası tifüsten öldü, annesi kurşunla infaz edildi. Derken kendisi de yakalandı ve o kamplarda on sekiz ayını geçirdi. Aşağılanmanın, insanın insana zulmünün her türlüsüne tanıklık etti. Ama daha beteri ailesini zamanında kurtaramamış olmanın ıstırabıyla kavruldu. Saklanmış olmanın… Sağ ama kayıp bir ruh olarak çıktı o ölüm kamplarından.
Babası Nasyonal Sosyalist Parti’ne eskiden üye bir öğretmenin kızı olarak Klagenfurt’ta dünyaya gelen Ingeborg Bachmann, Nazi ordusunun şehrine girdiği günü çocukluğunun bittiği an olarak tanımlayacaktı. Graz, Innsbruck ve Viyana üniversitelerinde eğitim gören Bachmann’la, Paul Celan’ın yolu, 1948’in Mayıs ayında Viyana’da kesişti. Sonrası 1967’ye kadar aralıklarla ama kesintisiz süren bir mektuplaşma ve ikilinin hayatlarının sonuna kadar, oradan da zamanı aşan yanıyla sonrasına akan bağdı.
Celan, köklerinden koparıldığı hayata, şiiriyle tutundu. Yaşatılanın tarifsizliği karşısında, o güne kadar hayran olduğu köklü Alman sanatının bütün geleneksel kalıplarını reddederek yeni bir dil yarattı. Bach’a, Rilke’ye, Goethe’ye selam eden Ölüm Fügü şiiri başlı başına bir kült oldu. Öldürülmeden önce mezarlarını kazıyan ve bir de emir üzerine şarkı söyleyen, keman çalan Yahudilerin o kan donduran görüntüleri eşliğinde içindeki Alman ve Yahudi mirasının bir daha birleşmemek üzere parçalanışını iki kadın üzerinden simgeleştirdi. Alman Margarete ve Yahudi Sulamith, biri altın diğeri küle dönmüş saçlarıyla şairin cehennemini bize ulaştırdı. O damıtılmış sesin Ahmet Cemal çevirisiyle birkaç dizesi bile titremeye yeter:
akşam vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve öğlenlerle sabahlarda bir de geceleri
hiç durmaksızın içmekteyiz
bir mezar kazıyoruz havada rahat yatılıyor
bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan
hava karardığında Almanya’ya senin altın saçlarını
yazıyor Margarete
bunu yazıp evin önüne çıkıyor ve yıldızlar parlıyor
köpeklerini çağırıyor ıslıkla
sonra Yahudilerini çağırıyor ıslıkla toprakta bir mezar
kazdırıyor
bize buyruk veriyor haydi bakalım şimdi dansa
…
sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü Almanya’dan
gelen ustadır
sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra sizler
duman olup yükseliyorsunuz göğe
sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda rahat yatılıyor
…
ölüm bir ustadır Almanya’dan gelen gözleri mavi
bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
köpeklerini salıyor üstümüze havada bir mezar
armağan ediyor
yılanlarla oynuyor ve dalın düşlere ölüm Almanya’dan
gelen bir ustadır
senin altın saçların Margarete
senin kül olmuş saçların Sulamith
Paul Celan sayısız sinir krizi sonrası 50 yaşında Seine nehrine atlayarak intihar ettiğinde aslında yıllar öncesinin ölüm seferi tamamlamış oluyordu. Bunu da en iyi aşkı, sevgiyi, dostluğu ve bir de çaresizliği paylaştığı Ingeborg Bachmann bildi. Ünlü romanı Malina’nın Kagran Prensesi’nin Sırları masalında anlattığı koyu renkli kurtarıcı yabancı, hani şu sonradan ‘aktarma yapılırken’ nehirde boğulduğu haberini aldığı yabancı, unutamadığı ve kaybettiği aşkı Celan’dı. Toplama kampının nehirde son bulan döngüsünü bir Alman yazar ve şair olarak Bachmann kayda geçecekti: “Hayatım bitti çünkü kendisi tahliye sırasında nehirde boğuldu. Hayatımdı o benim. Onu hayatımdan çok sevdim.”
Dilin ve varlığın sınırlarını sonuna kadar zorlayan Bachmann, bir daha hiç ülkesi hissedemediği Avusturya’dan uzakta Paris, Londra, Berlin, Frankurt, Zürih, Napoli ve hayatının sonuna dek yaşayacağı Roma’da dokudu hayat bağını. Ne tuhaftır ki onun ölümü de ateşten oldu. Eylül 1973’te, yanan bir sigara ile ve muhtemelen ağır uyku kesiciler eşliğinde uyuduğu bir gece evinde çıkan yangın sonucu vücudunun üçte birinden fazlası yandı. Ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede 17 Ekim 1973 tarihinde hayatını kaybetti. Su ve ateş oldu iki ebedi sevgili.
Birbirileri için bir ömür yaratıcı ve tüketici bir sınavdı aşkları. Mektuplar, zamanı ve anlaşılma çabasını belgeledi en çok. Hayatının anlamı doğrudan meram anlatma olan iki insanın sözcüklerle, dille ve geçmişle ödeşmesi hiç bitmedi. Mektuplarından birinde “Gelmek isteyip istemediğini artık gerçekten yazmalısın, hem de bana, çünkü ben, Almanya’nın ‘ihmal ettiği’ her şeyi Mayıs ortasına kadar çok iyi yoluna koyabilirim” diyen Bachmann, sıradan bir edebiyat etkinliğinin aksaklıklarından kendisine karşı kimliksel önyargı görecek denli yaralı olan Celan’a, tam da ihtiyacı olan şeyi sunuyordu. Onu anladığını, ama kendisini de bir mağduriyet dilinin öznesi-nesnesi kılmayacağını ortaya koyan bir taahhüttü bu. Kendi payını üstelenen ve bu yük için yeni dil arayan Ingeborg Bachmann, Celan’ı içindeki toplama kampından kurtarmak için de büyük mücadele veriyordu. Hem de güvenilmemeyi, en kırıcı suçlamaları göze alarak: “Kurban olmak istiyorsun, ama kurban olmamak senin elinde… Kuşkusuz olacak, gelecek, dışarıdan gelecek, ama sen onaylıyorsun bunu. Ve sorun da senin onu onaylayıp onaylamadığın, kabul edip etmediğin. Ama bu senin hikâyen, onun seni alt etmesine izin verirsen benim hikâyem olmayacak. Kabullenirsen. Kabulleniyorsun. Bunu yapmandan hoşlanmıyorum. Kabulleniyorsun ve onun yolunu açıyorsun. Ona çarpıp parçalanan kişi olmak istiyorsun, ama bunu onaylayamam ben, çünkü bunu değiştirebilirsin. Sende suçları olmasını istiyorsun, senin bunu istemenin önüne geçemem. Beni şu açıdan anlıyor musun: Dünyanın değişebileceğine inanmıyorum ama biz değişebiliriz, senin de bunu başarmanı diliyorum. Kaldıracı buraya kur.”
Kaldıraç sözcüğüne çok takılıyorum. Bir insan için kaldıraç nedir, kimdir? Faşizmle boğuşan ülkeler için ne? Bachmann’ın vuruculuğu ikili ilişkileri de makro politikadan ayrı tutmayışından. Ve hakkaniyet kavramına inancından. Tıpkı “İnsan hakikati taşıyacak güçtedir” cümlesindeki inancı gibi.
Sayısız gönderilmemiş taslakla dolu olan bu mektuplaşmalar, en çok bu çırpınma haliyle vuruyor insanı. Ve sonra Paul’un mektubunda bir şiir oluyor mücadeleleri:
Lodoslu sen. Sessizlik / yürüdü yanımızda ikinci, belirgin / bir yaşam gibi. / Kazandım, kaybettim, inandık / yavan mucizelere, göğe / irice yazılmış dal, taşıdı bizi, büyüdü / ayın çizdiği yolda, bir sabah / yükselip girdi dün, şamdanı aldık /ağladım avucuna.
Birbirlerinin hem gözyaşı hem de o yaşın aktığı avuç oldukları noktada kaynaşıyor bu iki ruh. Ve sanki sadece kendi ilişkilerini de gıyaplarındaki tarihi de temize çekiyorlar.
Yazmak, ulaşmak Bachmann-Celan ikilisinin şifresi gibi mektuplarda. Ingeborg Bachmann “Bir şeyler yaz bana” diyorsa, Paul Celan “Senden bana birkaç satır yazmanı istemek için birkaç satır yazıyorum” diyordu. Uzun kahredici suskunluklardan sonra yine ve hep aynı şeyi tekrarlıyorlardı: “Gel sözleri bulalım…”
Mektuplar, sonraki yıllarda Paul Celan ve Bachmann’ın bir dönem hayat arkadaşı Max Frisch ile Bachmann ve Celan’ın eşi Gisele Le Strange arasında da sürüyor. İki erkeğin ego çatışması daha öne çıkarken, aynı erkeği sevmiş iki kadının dostluğa ve dayanışmaya evrilen bağında insanı hayranlıkla susturan bir derinlik var. Bachmann bir keresinde şöyle teslim ediyor genç kadının hakkını Celan’a yazdığı bir mektupta:
Gisele’i çok düşünüyorum, bunu ifade etmek benim doğada pek olmasa da, hele ona hiç, ama onu gerçekten düşünüyorum, ve sende olmayan büyüklüğü ve sebatı nedeniyle ona hayranlık duyuyorum. Sen kendi felaketinle ona yeterlisin, ama bir felaket yaşanırken o sana asla yeterli olmaz. Bir erkeğin benim sayemde onaylanması yeterli olmalı, ama sen bu konuda ona izin vermiyorsun, ne haksızlık.
Celan’ın ölümü sonrası karşılıklı buluşmalarla da gelişen bu dostlukta iki yaratıcı kadının hayata tutunma ve birbiri için var olma çabası var. Gisele Lestrange yas sonrası hayatı, hafızanın acımasız oyunlarının paylaşıyor Ingeborg Bachmann’la. Ona yazarken, kendi yanıtlarını buluyor sanki:
Zaman konusunda büyük sıkıntı yaşıyorum: hâlâ yaşadığım dünle, şimdiki zamanıma katılan dünle. Bugün ne isem şimdiye dönüşen bu dünden geçerek oldum, ama dün bazen bugünü uyuşturuyor, çünkü fazla mütehakkim. Araya mesafe koymayı denedim, kesinlikle acımasız bir tarzda ve hep şimdide olan bu dün bana her zaman yetişti. Onu asla yadsımayacağıma, bunu yapamayacağıma, yapmak istemediğime eminim. Onunla birlikte geçirilecek bir hayatla onunla aramda en asgari mesafeyi koruduğum bir hayat arasında denge kurmak hiç kolay değil. Deniyorum, deniyorum, adımlar atıyorum, yürüyorum, ama pek olmuyor.
Ve Celan’ın çoğu zaman kendine odaklanarak esirgediği ilgi ve merak da Gisele’den geliyor Ingeborg’a:
Sık sık sizi düşünüyorum. İyi olmanız benim için önemli, çalışmaya devam etmeniz, dünyanın herhangi bir yerinde cesurca durmanız. Ama keşke daha fazlası olsaydı. Hayatınızın nihayet biraz dostlukla çevrili olduğunu, biraz şefkatle, biraz hakiki hayatla çevrili olduğunu bilmek isterdim. Sizi kucaklıyorum. Sizi sevgiyle kucaklıyorum.
Mektup zamanı denilen; yaşanılan, yazılan, yollanan zamanı ve sonraki yılları kapsayan ayrı bir ömür. Gelecek hayata kayıtlı bir hafıza. Ne mutlu bize oradan demlenme şansı tanıyanlara… Hepsine tek tek minnetle…