Akan anılar, dolan anılar

Yeni gittiğim yerlerde mutlaka bir su kaynağı bulur, dilek parası atarım içine. Kendime yaptığım bir güzellik, hayata karışmanın ritüelidir bu

KARİN KARAKAŞLI

07.01.2020

Hayatı; ateş, su, toprak, hava sacayaklarına ayırdığımızda, hafızanın kayıtlarında da birbirinden ilginç hikâyeler çıkıyor karşımıza. Ateşten sonra şimdi sıra suda. Ne de olsa insan denen varlığın %55 ilâ 70’i sudan oluşuyor. Yaşamak için su da oksijen kadar gerekli. Ama dahası var; su da ateş gibi türlü hâllere bürünen ve soyut anlamıyla da insanlık tarihinde ortak payda oluşturan bir element. İyisi mi biz de biraz suyla birlikte akalım.

Bedenin en temel işlemlerinin sorumlusu su, hayatın ortasındaki rolüne koşut olarak mitolojik anlatılardan inanca, bilimden siyasete her alanda her dönemde ağırlığını korudu. Canlı hayatın büyük ölçüde, okyanus dibinde gerçekleşen yerküre hareketleriyle, patlamalarla, çarpışmalarla ortaya çıkan çeşitli gaz ve elementlerin okyanus suyunda çözünmesiyle oluştuğu, bilimin ortaya koyduğu bir gerçek. Sıvı haldeki su ve keza içilebilir kaynaklar bugün iklim krizi ve su hakkı bağlamında yine geleceğin belirleyicisi olarak gündemde.

Sudan doğmak suya varmak

Tevrat’taki yaratılış hikâyesine bakıldığında daha ilk gün “Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu” cümlesine rastlanır. Derken ışık olur, gece ve gündüz belirir ve Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurur. Gökkubbenin yaratılışıdır bu. Ardından "Göğün altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün" buyruğu gelir, kara ortaya çıkar. Yeryüzü bitkilerle gökyüzü güneş, ay ve yıldızlarla dolar. "Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun" der Tanrı, canlılar da önce sudan çıkar. Hayat, suyun çeşitli şekillere bürünmesi üzerinden belirlenir.

Elbette bu anlatının özü, insanlık tarihinin yazının bulunuşundan da önceki zamanlarının hikâyelerine dayanır. Kültür, çağ, coğrafya ne kadar farklı olsa da su; toplumların söylencelerinde ve ritüellerinde değişmez bir ortak paydadır.

Yunan mitolojisinde Gaia ve Uranus’un evlatları titan Tethys ve Okeanos’un, ırmakların ve okyanusların ana-babası olduklarına inanılır. Denizlerin yönetimi Poseidon’a aittir. Üç dişli yabasıyla deniz sularını yöneten Poseidon, Roma mitolojisinde Neptün adını alır.

Suyun bin bir hâline yakışır biçimde sayısız tanrı, tanrıça, peri, denizkızı, canavar arz-ı endam eder. Poseidon’la evliliğinden söz edilen Amphitrite yardıma ihtiyacı olanlara el veren bir deniz dibi tanrıçasıdır. Deniz dibi perilerinin yanı sıra nehirlerin, göllerin, su yataklarının koruyuculuğunu üstlenen su perileri nymphler ve denizkızı sirenler, mitolojinin sınırlarını aşıp masallara konar.

Ayın ve suyun ritmi, med-cezirler hep bir döngünün habercisidir. Durgun sular bulanıklaşırken bir şelale canlılığıyla adeta varlığı elektrik akımlarıyla doldurur. Su kapsayan olduğu kadar da saldırandır. Denizin dalgaları kimi zaman oyunbaz kimi zaman haşindir. Keyif unsuru deniz, fırtına eşliğinde ölüm-kalım savaşının, tsunamilerle yıkımın habercisi olur. İlk kez denizi gören insanın nefesi genişler, okyanusa bakmak ise dünya üzerindeki toz zerresi varlığını hatırlamak adına büyük bir terbiyedir.

Balina ve yunuslar başta olmak üzere sayısız su canlısı derinliğin ürpertici büyüsünü getirir. Suyun altı başlı başına bir gezegendir.  Mitolojik varlık ejderha ise özellikle Asya kültüründe  “hayatla uyum içindeki dalgalanmalarıyla hayatı besleyen ve uygarlıkları doğuran suyun ruhunun simgesi”dir.

Sümerler’de tanrı Enki, Dicle ve Fırat Nehri’ni penisinden çıkan sıvıyla doldurur; inanışa göre bu tatlı su, onun spermidir. Suyun temizleyici gücü sayesinde insanları kötülüklerden kurtarır. Diğer tanrılar büyük çaplı bir tufanla insanlığı yok etmek istediklerinde Enki, Ziusudra adlı bir adamın kulağına fısıldayarak hayvanları ve ailesini taşımaya yetecek büyüklükte bir tekne yapmasını bildirir, insanları kurtarır. Benzer bir hikâye Kutsal Kitap’ta Nuh Tufanı adını alacaktır…

Mısır mitolojisinde deniz tanrıçası Amathaunta’dır. Suyun ve Nil Nehri’nin bu topraklardaki hayatî önemi; kâinatın yaratıldığı ilk suların Tanrısı Nun, Nil suyu ve bereket tanrıçası Satet başta olmak üzere pek çok başka ilahi güce de esin kaynağı olmuştur.

Su söyledim derdimi

Su sırdaştır, kolay dile gelmeyen acıların, en derin özlemlerin hazine sandığıdır. Ben yeni gittiğim yerlerde mutlaka bir su kaynağı bulur, dilek parası atarım içine. Kendime yaptığım bir güzellik, hayata karışmanın ritüelidir bu, bir anlığına iyi hissettirir.

Kimselere emanet edilmeyen sırlar kör kuyulara fısıldanır. Derdini suya anlatmak, suya akıtmak vardır sonra. Dilekleri de küçük şişelerde suya bırakır insan. Bir bardak su verene “Su gibi aziz olasın” denir. Suyun böyle silinmez bir hatrı vardır. İnsanın içini oyan yalan, inkâr ve riya karşısında en büyük teselli ruha verilen bir bardak su niyetine bir taahhüttür: “Üzülme sen, gerçek er geç su yüzüne çıkar.”

Su toplu bilinçaltımızdır adeta. İçindeyken bedenimizin ağırlığından kurtulup eşitlenir ve o hafiflik içerisinde ruhumuzun yüklerinden arınırız adeta. Su ab-ı hayattır, o kadar ki ağır depresyonda insanlar yıkanacak takati bulamaz kendinde. Ruh halimize göre içimizdeki gevrek kahkahalı çocuğu ortaya çıkaran ya da ıslak ve iğreti hissettiren yağmurlar vardır. Anılarımız suyla dolup taşar. Başımızdan aşağı boşaltılan bir tas su, deniz suyuyla dolan burnumuz, sırılsıklam eden bir yağmur, yılın ilk karı, aynı şişeden içilen su adeta mühür gibi yerleşir içimize.

Vaftiz geleneği su üzerine kuruludur. Kutsar ve aidiyet tanımlar. Farklı kültürlerin doğum ya da ölüm anlarında mutlaka suyla temas vardır. Bilinmeyenin kaynağıdır su. Okyanusların dibi teknolojinin bütün üstünlüğüne karşına halen gizemini korur. Poseidon ve Amphitrite’ten doğan, okyanusun karanlığından, bilinmeyenden, gelecekten haber veren Triton’dan beri böyledir bu. O yüzden rüyalarımızda suyla halleşmek gerekir. Bazen derin sularda boğulur, bazen akıntıyla birlikte koyveririz kendimizi. Odalara dolan su hayattakinin aksine bereket diye damgalanır rüyamızda. Derin sular ödeşemediklerimizin simgesidir, oralara dalmak bazen ömürlük cesaret gerektirir.

En kıymetli su ise gözyaşımız olsa gerek. Tuzlu yakıcılığında deniz suyunu çağrıştırır gözyaşı. Eskiden özel şişelerde biriktirilirmiş. Şimdilerde masal gibi dinliyoruz özenle saklarken ağlamalarımızı. Ama gözyaşı, sahte güç gösterilerine inat büyüsünü koruyor hâlâ. Hafızaya kazınan pek çok film sahnesinin usul usul dökülen, hırsla gözün içinde parlayan, katıla katıla akıtılan gözyaşlarını içermesi boşuna değil.

Bereketin, masumiyetin, saf ve arı olanın simgesidir tertemiz bir su kaynağı. Ahmet Telli’nin peşimi hiç bırakmayan şiiri tam bu noktada bulur beni yine. Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitli olan insanın, işkenceye karşı varlığını, onurunu koruma mücadelesinin şiiri. Dua niyetine okumalık bu şiirin sonunda olmaz olan olur:
 
Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür
sakındığım ve her gün ancak bir kere dudaklarımı
değdirdiğim… Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya
dokunuşu… Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba
kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum
dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün
vantuzlarını birden uzatmasın diye… Bataklıktaki suyun da bir
su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir
kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi
artık. Küstü, öldürdü kendini su…
Su çürüdü…
Adımdan gayrısını bilmiyorum.

Hukuk ayaklar altına alındığında, anlatılamaz olanlar insan eliyle yaşatıldığında su da çürür. Su çürüdüğünde kıyamet kopar, biliriz. Ötesi yoktur artık. O yüzden her sabah bir avuç su çarpıp başlarız ya güne. Umut niyetine. Hatırlamak için adımızı, unutmamak için biricik varlığımızı. İçimizin suları hiç çürümesin diye…