Türkiye’de din özgürlüğü var mı?
Kendisini din özgürlüğünün şampiyonu zanneden bir hükümetin iktidarında din ve inanç hürriyeti bakımından en problemli zamanlardan geçiyoruz
08.01.2020
Kendisini dindar kabul eden, din özgürlüğünü çok önemsediğini söyleyen bir hükümetin iktidarda olduğu Türkiye’de, başlıktaki soru bazılarına tuhaf görünebilir.
Tabii ki var, hem de bu hükümetle birlikte din özgürlüğünün sınırları çok genişledi diyen çok insan çıkabilir.
Bunu söyleyen insanların din özgürlüğünden anladıkları nedir?
Başörtüsü takma özgürlüğü varsa, iş yerinde oruç tutulabiliyorlarsa, camiye gitmek özgürse vd. din özgürlüğü var diyeceklerdir.
Bunlar, din özgürlüğünün var olduğunun işaretleri değil.
Bunlar bir dinin, bir mezhebinin bugün geçmişe göre daha özgür bir şekilde kendini ifade edebildiğinin göstergeleri.
Tıpkı ifade özgürlüğünde olduğu gibi, din özgürlüğü de, sizin gibi düşünmeyenlerin, sizin inandıklarınıza inanmayanların, devletin “resmen” desteklediği düşünce ve inançlardan başka şeyleri düşünen ve başka şeylere inananlarının özgürlüğüdür.
Askerî vesayet döneminde, başörtüsü takan kadınların, kamuda görev alabilmesi veya üniversiteye gidebilmesi için mücadele etmek, gerçekten de, din özgürlüğü için verilen bir mücadeleydi.
Ama bu özgürlüğün elde edilmesi, din özgürlüğünün başka alanlarında neredeyse hiçbir ilerlemeye yol açmadı.
Bugün iktidardakiler ve destekçileri, kendi dinî anlayışlarını bütün topluma dayatmayı özgürlük sanıyorlar.
Bugünün Türkiye’sinde Diyanet İşleri Başkanlığı anaokullarına kadar girmiş; iktidarın dinden anladıklarını küçücük çocukların dimağlarına yerleştirmeye çalışıyor.
Alevî’ye de, ateiste de devletin okullarında Sünnî İslam anlatılıyor.
Türkiye zorunlu din dersi nedeniyle AİHM’de iki defa mahkûm oldu.
AİHM, siz din kültürü anlattığınızı söylüyorsunuz ama bu derslerin içeriğine bakıldığında açıkça bir dinin bir mezhebinin propagandasının yapıldığı görülüyor dedi.
Alevî ailelerin çocuklarının din dersinden muaf olamaması nedeniyle, bu çocukların okulda öğretilenle, ailelerinden öğrendikleri arasında çatışma yaratıldığı söylendi.
Ama çok açık mahkûmiyetlere rağmen iktidar zorunlu din dersi dayatmasından vazgeçmiyor; bu dayatmanın sınırlarını her geçen gün daha fazla genişletiyor.
Cemevlerinin tanınmaması nedeniyle de Türkiye AİHM’de mahkûm oldu.
Bir yerin ibadet yeri olup olmadığına o inancın önde gelenleri karar verir dedi AİHM.
İşin traji komik tarafı, bu hükümetin AİHM önünde yaptığı savunmalarda, Cemevlerinin tanınmaması için “Tekke ve Zaviyelerin kaldırılması”na ilişkin kanunu gerekçe göstermesi.
Cemevleri tanınırsa laiklik ilkesi zedelenirmiş.
Ama o laiklik ilkesi, belediyeler eliyle veya doğrudan doğruya Diyanet tarafından, dini vakıflara paralar aktarılırken zedelenmiyor.
Diyanet İşleri, bırakın Türkiye’yi, dünyanın dört bir tarafına camiler yaptırıp müezzin atarken, elindeki muazzam ekonomik olanakları kullanarak belli bir dini anlayışın propagandasını sınırsız bir şekilde yaparken, Türkiye’de onlarca yıldır yaşayan yabancı Protestanların ikamet izinleri birer birer iptal ediliyor. Kendisi tebliğciliği birinci iş edinmiş devlet, başka bir dinin “tebliğcilerini” suçlu ilan ediyor.
Çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmazlarından birisi de din özgürlüğüdür.
Çünkü, din özgürlüğü, size göre yanlış şeylere inananların, sizinle eşit vatandaşlar olduğunu kabul etmektir en başta…
Bugün kendini dindar ve din özgürlüğünü savunmanın şampiyonu olarak gören bir hükümetin iktidarında, Türkiye din özgürlüğü açısından en kısır dönemlerinden birisini yaşıyor.
Camilerde tek elden çıkmış ve iktidarın bütün yaptıklarını meşru gösteren hutbeler okunuyor Cuma günleri.
Bütçeden aslan payını alan ve kara bir delik gibi, her geçen gün daha fazla parayı emen Diyanet İşleri, Islamın Sünni mezhebi dışındaki bütün vatandaşları, bütün inançları yok sayıyor ve hatta onların nasıl değerlendirilmesi gerektiğini de tekeline almaya çalışıyor.
Alevîliğin ayrı bir din, Cemevinin de ibadet yeri olmadığını vazetmeye kalkıyor hiçbir şekilde haddine olmadığı ve böyle bir şey laik bir ülkede asla bir kurumun üzerine vazife olamayacağı halde.
Din ve inanç özgürlüğünün, ateistler de dahil olmak üzere, her vatandaşın devlet karşısında, bütün hizmetlerden eşit bir şekilde yararlanmasını gerektirdiğini unutup, bütün herkesi, iktidarın benimsediği din anlayışına katılmaya davet ediyorlar.
Alpaslan Kuytul gibi, kendi dinî inanç ve görüşlerini temel alarak iktidarı eleştirmeye kalkanlar en ağır suçlulara dönüşüyor.
Yani özgür olmak için sadece Sünnî Müslüman olmak da yetmiyor, bu Sünnî Müslümanlığın da, tam da bugün ülkeyi yönetenler gibi algılanması gerekiyor.
Bunun temel taşlarından birisi de her konuda hükümetle hem fikir olmak.
Hükümetin her yaptığında bir hikmet bulmak.
Hükümetin bütün ümmet adına konuştuğunu ve bu konuda çatlak bir ses olamayacağını kabul etmek.
Devlet ve din giderek daha fazla iç içe giriyor ve bu iç içe geçişler arttıkça din özgürlüğünün alanı daralıyor.
Kendisini din özgürlüğünün şampiyonu zanneden bir hükümetin iktidarında din ve inanç hürriyeti bakımından en problemli zamanlardan geçiyoruz.
Din ve inanç hürriyetinin alanı daraldıkça, arkasına kamu gücünü almış dinci bir anlayışın alanı genişliyor.
Laiklik, sekülerizm, din-devlet ayrımı gibi ibareler kullanıldıkça, hükümet kendini belli bir konfor alanının içinde hissediyor.
Çünkü bütün bu talepleri eskiye dönüş özlemi, belli kesimlerin tekrar baskı altına alınmak istenmesi gibi sunabiliyor.
Bu yüzden belki de, sorunun gerçek adını söylemek daha etkili olabilir:
Bugün Türkiye’de din ve inanç hürriyeti ciddi şekilde kısıtlanmıştır. Türkiye’nin her zamankinden daha fazla bir şekilde din, inanç ve vicdan hürriyetine ihtiyacı vardır!