Hakikat, hikâye, hafıza – I

Hakikat zaten mecaz değildir. Ekmek ve sudur. Nefes ve dokunuştur. Gözdür, eldir. İnançtır, umuttur. Yaşama sebebi, katlanma gerekçesidir

KARİN KARAKAŞLI

30.01.2020

Beni boş şeylerle, yalan dolanla kandırma anlamında “Bana hikâye anlatma” deriz, “Bana masal okuma…” Hikâye ve masal kelimelerine büyük haksızlık eden bir kullanımdır bu. Çünkü çoğunlukla tam tersi geçerlidir; hakikat, bütün inkârlara inat bir insan hikâyesi, bir masal içerisinden uç verir.

Masalın da hikâyenin de hikmeti, sürekli değişip dönüşebilme özelliğinde saklı. O değişiklikler ise asla rastgele değil. Hanenin ve gayrı resmi tarihin kayıt tutucusu kadınlar, çağlar boyu bunu en iyi bilenler oldu. Zorunlu suskunluklara mahkûm edildiklerinde hakikati çocuklarına bir masal, bir hikâye, bir ninniyle miras bıraktı. Anneanneler, nineler, deli ya da cadı diye damgalanmış bilge kadınlar sadece kendi tarihlerini değil, içinde yaşadıkları toplumun hakikatini de anlattı o küçük söylencelerde. Hep hafızaya dönerek…

Bütün masal ve hikâyeler hafızada kayıtlı. Ve tersi de geçerli; hafıza dediğin de bir masallar ve hikâyeler toplamı. Hafızanın küçük oyunları gibi duran o anlatının farklılaşma özelliği, aslında hayatın dönüşüm gücüne saygının ifadesi. Ve tuhaftır ama, hakikatin sabit kalması o dönüşüme bağlı. İhtiyacımız, önceliğimiz ve bir ömür değişip gelişen kişiliğimize bağlı olarak hakikatin bize en elzem kısmını öne çıkarmak adına hafızamızda kayıtlı anlatıları değiştiririz. Bu, özellikle hiçbir şeyin iyiye doğru değişmediği, adaletsiz bir düzende yegâne can simididir.

Hakikati anlatanların kaderi

Hakikatten korkan bir devlet aygıtından daha korkunç çok az şey vardır. Hayat, ne yazık ki bizi sürekli bu gerçekle yüzleştiriyor. Ve bundan sebep, günlük hayatımız da giderek koca bir yalana dönüşüyor. Günün adını ve ismimi sürekli tekrarlama ihtiyacım bundan.

Hedef gösterme, yargı yoluyla kıskaca alma, basın yoluyla linç etme ve nihayetinde cinayet…  Hakikati haykıranların, ortak hafızanın görmezden gelinen insani cücüğünü orta yere koyanların sonu böyle geliyor. Ya da hapislerde rehin tutuluyorlar, sanki unutturulabilirlermiş gibi.

Hafızadan öğrenilecek en acı ders, cezasız kalan her cürmün bir diğerini tetiklediği gerçeği. Bugün artık katiller daha pervasız, failler daha karanlık, sorumlular daha rahat. Hakikat daha uzak. Bizden de bu zulüm eşliğinde günlük hayatımızı sanki hiçbir şey olmamışcasına sürdürmemiz bekleniyor. Ölenler, sakat kalanlar, travmadan çıldıranlar herkes hakikatinden ediliyor. Ve biz, tanık olanlar, bir zamana ve mekâna ortak olanlar, yalanın en büyüğüne dönüşüyoruz.

İşte o büyük anlatının riyasında boğulmamak için kişisel hafızalarımızın ortak hikâyelerine sığınıyoruz. Doğrudur, hakikat bazen tam da kendi anlatılarımızdaki hatta suskunluklarımızdaki çatlaklardan sızıyor. Ama kaldırım taşı arasından biten ot gibi baş veriyor işte. O küçücük ota tutuna tutuna köküne inebiliyoruz hakikatin. Ve anlatıyı değiştirerek hatırlar, unutuşlara direnirken, bugünü yaşama gücünü buluyor, anılar eşliğinde şu ânı şekillendiriyoruz.

Mecaz olmayan

İranlı şarkıcı Mahsa Vahdat'ın insanın içine işleyen Ha Leyli şarkısı o hakikati kendine itiraf ve dünyaya ilan edenlerin mabedi olan meyhanelere uğrar. Bazen hakikati söylemek o kadar zordur ki, cesaret veren bir şeyler, birileri gerekir.
 
Allaha şükür, meyhane kapısı açık!
Onun kapısına hacetim için geldim
Meyhane kapısı açık,
Ve bu bir mecaz değil, bir hakikattir!

Hakikat zaten mecaz değildir. Ekmek ve sudur. Nefes ve dokunuştur. Gözdür, eldir. İnançtır, umuttur. Yaşama sebebi, katlanma gerekçesidir. Lâl dil çözülür, içindeki cerahati akıtır. Suyun temizleyemeyeceği kadar arınır.

Bu uzun, son bulmayacak bir hikâyedir,
sonu olmayacak, sonu olmayan bir hikâyedir
Mecnunun gam yükü, Leyla’nın saçının kıvrımındandır
Mahmut'un yüzü Ayaz'ın ayağının altındadır
Hey leyli, hey leyli hey leyli
Sırrımızı gayrilere anlatmadık ve anlatmayız
Sırlarımızın mahremimiz olan dost'a anlatırız
Ah leyli, Ah leyli hey

Hakikat aşktır. Sevdana halel getirmemektir. Koşuldan, zamandan, mekândan bağımsız sevginde ısrar etmektir. Elbette sebat etmektir. Korksan bile vazgeçmemektir. Başka türlüsünü bilmemektir. Aynan olanla yüzleşmektir. Yalvarırken alçalmamak, hiçbir şeyden yüksünmemektir. Ekseninde dönenirken kendi merkezinde kalabilmektir. Teslim olmaktır. Sırt üstü kendini bırakabilmektir.

Böyle tutunuyorum hakikate. Mücadele edecek gücüm kalsın diye. Kendimi kaybetmeyeyim, bütün o canlara kıyanları tek tek teşhir edeyim diye. O gülen gözlerin hepsine bir ömür bakabileyim diye. Yalanlar sapır sapır dökülsün diye. Çıplaklık; saklayacak şeyi olanı korkutsun, kalan sağlar benim olsun diye. Sağ kalan herkes gerçekten yaşasın diye.  Hani kırk yılın başı, sadece bizim iyiliğimizi istediği için acıtsa da doğruyu söyleyen birine rastladığımızda, hakikatli dost deriz ya, işte o hesap. Şu hayatı en hakikatli dostum kılmak istiyorum. Yalandan ve riyadan daha acıtıcı, daha katlanılmaz hiçbir şey olmadığı için.

Bir masala sığınmak

Masallarla büyüyen bir kuşaktan oldum şükür ki… Andersen’in masalları şahit, en haşin gerçekleri büyülü anlatıların içinden tene bata bata öğrenmeyi bildim. Hiç de pişman olmadım. Yeni Türkü’nün dinlediğim anda bir evin sıcaklığına sığınmışım, kötülük de kapının eşiğinde kalmış hissi veren şarkısındaki gibidir çünkü masalın duygusu:

Bana bir masal anlat baba
İçinde bütün oyunlarım
Kurtla kuzu olsun şekerle bal
Baba bir masal anlat bana
İçinde denizle balıklar
Yağmurla kar olsun güneşle ay
 
Anlatırken tut elimi
Uykuya dalıp gitsem bile
Bırakıp gitme sakın beni
 
Bana bir masal anlat baba
İçinde tüm sevdiklerim
İçinde İstanbul olsun

Birinin her koşulda yanında kalacağına dair umut ve duanın tarifidir bu. Bir sığınağın aslında. Masal işte buna yarar. Kendi içimize bakmaya. Saklanmak iyidir bazen, uğultulu ve pek meşguliyetli kalabalığın, içi boş repliklerin, ezbere edilen yeminlerin dışına çıkıp söze ağırlığını iade etmek. Güçlenmek, şifalanmak için bir anının mihenk taşını oynatmak. Büyümek yani…

Ya da Melih Cevdet Anday’ın şu şiirindeki gibidir sığınma ihtiyacı:

Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup,
Uyusam…
Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerede olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam…

Öyle olur bazen. Kendini her zerrenle unutmak istersin. Şu dünya üzerinde bir insana, kendini her şeyinle bırakacak kadar güvenebilmek istersin. Rol kesmeden, sorgulanmayacağını, yargılanmayacağını bilerek her şeyi anlatmak değil, her şeyi susmak istersin.

Hani yılanlar deri değiştirir ya… Büyümeleri, gelişmeleri, değişmeleri gerektiğinde buna elvermeyen sert pullu yapıyı sanki hep sadece kabuk olmuşçasına, içinden sıyrılıp çıkarlar ya… İşte o çok ağır gelen seni, derini sıyıra sıyıra ardında bırakmak istersin. Özünün bu olmadığını hatırlamak için.

Biz hikâye ve masallarla kabuk değiştiririz. Öğretilmiş, zorla kabul ettirilmiş sınırlara sığmaz olduğumuzda hafızamızı tarar, eski anlatının yeni dersini çıkarırız ortaya. Tam da bu zamanımız için söylenmesi ve duyulması gerekeni. Hakikat böylelikle bizimle kalır. Ve her şeyimizi almaya kalktıklarında, elleyemeyecekleri bir özümüz olduğunu biliriz. Bizi kendimizden bile koruyacak olan bir şey olduğunu. Sevilmeye, sayılmaya, takdir edilmeye, kaale alınmaya, görülmeye, duyulmaya, dokunulmaya layık olduğumuzu. Değişebileceğimizi, dönüşebileceğimizi, değiştirebileceğimizi, dönüştürebileceğimizi. Pek tehlikeli çok da şefkatli olabileceğimizi. Dünyanın bütün pisliği içerisinde azmedersek, emek verirsek temiz kalabileceğimizi. Başka türlüsünü yaratabileceğimizi.

Mecaz olmayan hakikatin sevdalısı ve sonu olmayan hikâyelerin talibi olabileceğimizi. Korkun benden diyebileceğimizi gülümserken. Korkun benden. Çünkü sizi görüyorum ben.