Hakikat, hikâye, hafıza – II
Devletler, hakikatin resmî tarih anlatısında da arşivlerin kovuğunda da olmadığını bilir. Hakikat, insan hikâyesidir
10.02.2020
Hakikat, telaffuzu ağıza büyük gelen kavramlardan. Yüzyıllardır felsefenin baş meselelerinden biri olması, onu ilk aşamada soyut sanmamıza yol açsa da, ekmek ve su denli somut ve yaşamsal aslında. Yokluğuyla varlığının kaçınılmazlığını ortaya koyanlardan. Yoksa, eksik bırakanlardan.
Hakikatin özelliği, zor bulunur ve kolay kaybedilir olmasında. Elimizi uzatıp da tutacağımız mesafede ve görünürlükte değil. Aksine, onu bir kuyum işçiliğine benzetiyorum ben. Çok çaba, emek ve yaratıcılıkla işleye işleye ortaya çıkarmak gerekiyor. Kimimizin çabası, kimimizin isteği, kimimizin gücü yetmiyor hakikate. Ve topluca onu bulma sevdamızdan vazgeçtiğimizde, toplum değil kitle oluyoruz. Biat için ideal bir insan yığını.
Ingeborg Bachmann boşuna “İnsan, hakikati taşıyacak güçtedir” dememiş. Bir tespitten çok, bir yüreklendirme gibi tınlar içimde bu söz. “Hadi ama, sana söylüyorum, başarabilirsin. Hakikati gör ve gereğini yap” gibi. Çünkü tam da böyledir. Hakikati görmek yetmez, onu keşfetmek, kabullenmek demek, sorumluluk üstlenmek anlamına gelir. “Bilmiyordum” deme lüksünü alır elinizden. Omza yük bindirir, eyleme çağırır.
Tam da eyleme çağırma gücünden korkulur hakikatin zaten. Verili olmayışı bundandır. Bakmayın siz o büyük büyük sözlere, “tarihî gerçeklere”, arşivlerin açılması müsamerelerine. Devletler, hakikatin resmî tarih anlatısında da arşivlerin kovuğunda da olmadığını bilir. Hakikat, insan hikâyesidir.
Ama işte, hikâyeyi itibarsızlaştırmak çok kolay. İnsan hafızası yanıltıcı. Anı dediğin bir kurgu. Doğruları burada mı bulacakmışız? Tam da burada bulacağız, evet. Çünkü bir hikâyenin oluşturulma gerekçesi bile hakikate çağrıdır. Seni parçalara ayırdıklarında, yaşadıklarına bir anlam yüklemek adına anılarını kurgular kendi mânânı yaratırsın. Sen değiştiğin oranda, bugünün ihtiyaçları doğrultusunda anlatın değişmeye başlar. Önceleri replik cümlelerin vardır; neredeyse ezberlediğin bir omurga. İyi bir dinleyici o ezberi bozar, senin boşluklarınla baş başa bırakır. Sorularınla. Sözlü tarihin yaptığı tam da budur. İnsanı kendi hakikatine döndürmek.
Hakikat, gerçek gibi sadece rakam ya da bilgi odaklı değildir. İzlerin peşindedir. Kaç kişi öldü, önce kim kimi öldürdünün yanı sıra yaşanan travmanın sağ kalanlarda nasıl devam ettiğine, ne gibi baş etme pratikleri geliştirildiğine bakar. Şifa yine sözdedir. Kişinin kendine anlattıklarında. Felaketlerin ortasında el vermiş, istisnai iyi insanları hatırlayışında. Bazen de kendi payıyla hesaplaşmasında. Güzeldir hakikate varmak, hakikat kendisi güzel olmasa da. Ya da John Steinbeck’in dediği gibi: “Hakikatte çok daha fazla güzellik var, o güzellik dehşet verici olsa da…”
Hakikatin hayat sınavı
Ölüm kaçınılmaz hakikattir evet, ama hakikat en çok hayatla ve hayatta sınanır. Hem de her an, her saniye. Zira yaşamanın hakkını vermek demek aslında hakikatin kısa tarifidir. Dış koşullardan bağımsız olarak ne istediğinin adını koymak ve onu yapacak gücü bulmak. Gel gelelim, öyle yazıldığı gibi kolay yürümez o işler. Ya çarkın içinde kaybolur, isteğini, hayalini kendine dahi dile getiremez hale gelirsin ya da bir ömür sayıklar ama hep birilerini, dış koşulları, senden bağımsız bir şeyleri hayatla arana girip sana gönlünce yaşama fırsat tanımamakla suçlarsın. Günün ve ömrün sonunda da kırgın, küskün bir kabuk gibi kalırsın.
Oysa vazgeçtiğin özneliğindir, biricik varlığındır. Sen kendinden vazgeçince, kimse de sana seni hatırlatmak için durmaz. Kendi inanmadığın bir gerçeğe seni başkası ikna edemez zaten. O zaman ne olur? Ortada gerçek diye dolanan türlü yalanın, büyük bir oyalanışın parçası hâline gelirsin.
Faşizmin bireyden bu kadar korkması tam da bundan sebeptir. O kitlenin içinden bir kişi “Hayır öyle değil” dediği anda, görkemli ama kof tablonun domino taşları gibi üst üste düşeceğini ve daha bir an öncesinin mutlak gücü tartışılmaz olan erkini yerle bir edeceğini bilir. O yüzden hep bir sürek avı sürer ya hikâye anlatıcılarına karşı. Kendisine düşman diye kodlanmışı bile sarsabilecek dile, anlayışa sahip olanın ortadan kaldırılması gerekir. Her şey satranç taşları gibi yerli yerinde dursun diye. Birhan Keskin’in nefis tanımı gibidir düzen:
“Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.”
O alçaklık içerisinde diz çökmemeni, başını yere eğmemeni sağlayandır hakikat. Bedellidir çoğunlukla. Ama o denli elzemdir ki başka türlüsü gelmez kimilerinin elinden. Şükür ki de öyle.
Başlangıcın tadına varmak
Hafızana nakşettiğin, yardıma çağırdığın hikâyelerinde aslında hep bir başlangıç özlemi de gizlidir. Bir masumiyet çağrısı. Her şey kirlenmeden önceki o son an. İtalyan şair Guiseppe Ungaretti’nin her sözcüğü içime dokunan bir şiiri vardır. Sık alıntılarım. Her bağlamda yeni anlamlar, başka derinlikler kazanır sadeliğinde.
Dünyanın hiçbir yerinde kalamam
Hissettiğim her yeni iklimde özlem çektim, daha önce buralara alışkın olduğumdan
Ve hep bir yabancı olarak ayrıldım
Bir kere kendi yurdunu rızası dışında terk etmek zorunda kalan artık hiçbir yerde yurt edinemez kendine. Gittiği yerlerde, görünüşte uzaklaştığı ülkesinin hayaleti kovalar peşini. Mesafe daha da acımasızlaştırır. Neye inanacağını bilmez olur bu zorunlu mülteci. Boşlukta sallanan köklerinin sızısıyla kendini yeni aidiyetlerden özenle sakınır. Dayatılmış ayrılıkların anavatanıdır ülkesi. Kim bilir belki de en çok sevenlerin en önce gitmesini gerektiren büyülü ve lanetli mekândır memleketi. Orayı bıraktıktan sonra artık içini acıtacak başka bir ayrılık kalmamıştır.
En genç kuşakların bile “Ben bu filmi gördüm”diyebileceği denli tanıdıktır senaryo. Sonunu bilmek, işte bu yüzden bu denli acı verir. Ve o yüzden bu denli katlanılmazdır yeniden çekilebileceğine duyulan o sarsılmaz inancı görmek. İhtimali, hakikatinden beterdir bu anlamda. Acıların mükerrerliğinde insanın sorası gelir. “Hiç mi başka türlü olmadı?” Yaşamın en bakir alanına dönmek, henüz silah, henüz kan, isyan, henüz gözyaşı, çığlık olmayan o benzersiz ânı ömründe bir kez olsun görmek, toplumsal barışın kalıcılığına inanabilmek ister. Masal çağı geçmiştir, yapamaz. Ama yine de işte fısıldar gecenin kör vakti: “Masum bir ülke arıyorum.”
Yorulur kalp. Ama aramadan da duramaz çünkü aramak umuttur. Öyle bir ülkenin mümkün olduğuna dair bir umut. Çocukluğunu anımsamak gibi bir teselli. Ve güvende olma hissi. Üstelik sadece fiziki bir memleket değildir o. İnsan kendi masumiyetinin peşindedir. Masum bir ülke olmadığı gibi masum bir insan da yoktur ama masumiyeti özleyen, onu çağıran insan vardır.
Yola çıkanlar birbirini bulur. Kimler gider insanın hayatından da aynı yolun yolcuları kalır. Birbirine el verenler. Sevgiye emek verenler. İşte anca o yolun sonundadır masum ülke. Hepimizindir.
Doğdum, yalnızca yaşanmış zamanlardan geri döndüm
Bir an için başlangıç yaşamının tadına varmak
Masum bir ülke arıyorum
“Buna hakkınız yok” dediğim zamanlarda, çıkışsız görünen anlarda başka türlüsünü denemeyi, umut ve hayal etmeyi, arayıştan hiç vazgeçmemeyi anımsatır bana bu dizeler. Bana beni anımsatır. Görmezden geldiğim gücümü, irademi.
Hep birlikte anımsayalım, arayalım mı o masum ülkeyi, içimizdeki saklı memleketi? Hakikat ve hikâyemiz de hafızamızın ta kendisi de o memlekettir. Hiç kimsenin işgal ya da fethedemeyeceği…