Hayal hafızaya dahil
Canlı yayında sürgün ve kırım seyrediyoruz. Memleketi ve kimlik kâğıdı elinden alınınca insan olma vasıfları da silinmiş gibi davranılan insanlar…
29.02.2020
Bazen bir şeylerin hakkını teslim etmeyi, itibarını iade etmeyi istersin. Hayal benim için öyle şeylerden. Hayatımın temeli. “Hayallerde yaşama” diye uyarılarla sözüm ona çocuklukta yetişkinliğe kibarca davet edildiğimiz bir dönemde, hayalde ısrar etmenin nasıl ciddi bir uğraş olduğunu anlatasım var. Ve madem, takıntım hafıza, hayalin hafızadaki yerini de ilan edesim.
Çocukluğun kabus sorularının başında “Büyüyünce ne olacaksın?” gelir. Sanki çocuk olmak eksik bir şeymişçesine. Ne diye sorulduğu için de tek kelimelik yanıt beklenir karşıdan; doktor, mühendis, avukat, öğretmen vesaire. Öğrenilmiş ve ezbere tekrarlanan bu yanıt, çoğunlukla ilgili ebeveyn ya da ilgili diğer “büyüğün” duymayı istediği karşılıktır. Çocuk, antenleri keskin bir varlık olduğundan, kendisinden beklenen yanıtı pat diye ama hiçbir şey anlamadan verir. Bazen de oyunbozanlık eder, yani dürüst olur “Bilmiyorum” der. Gerisi sessizlik.
Kimi zaman da hayalini anlatır. İtfaiyeci, ambulans şoförü, gezgin, bilim insanı, astronot, şarkıcı, oyuncu olmak istediğinden bahseder hevesle. Hayalini paylaştığını gözlerinden ışıktan ve tek kelimeye sığmayan mini manifestosundan anlarsınız. Dünyayı değiştirecektir, bir anlam bulmuştur, onu işitmenizin derdindedir.
Bacak kadar çocuk oysa değil mi? Kendi çocukluğunu unutanların, hayal gücüne ihanet edenlerin ilk tepkisidir bu. Sanki anlam, iz, hayat coşkusu, cesaret, bilinç, irade yetişkin dünyasının tekelindeymiş gibi. Oysa kendine itiraf edemediğin şey, aslında düzenin seni de yuttuğudur. Çılgın gençlik günleri geride kalmıştır, yavaş yavaş ölmenin adını sorumluluk duygusu koyarsın. Hayal, en çok sorumluluk gerektiren şey değilmişçesine.
Kitapla uçmak yazıyla konmak
Ben çocukken hiç yazar olmak istiyorum demedim. Cesaret edemediğimden değil. Yazmak öylesine doğal bir parçamdı ki, üzerine düşünmem için gerçekten yıllar geçmesi gerekti. Ama yazının özünün benim için hayal gücü olduğunu hep bildim. Konuşsam da elde kalem kayda geçsem de yaptığım aslında hayallerime sahip çıkmaktı.
Bir kitap kurdu olarak kitap okumanın yararlı olduğuna da zerre inanmadım. Yani, hiçbir kitabı yararlı olduğu için okumadım. Resimli kitaplardan her sayfası satırlardan ibaret olanlara geçiş ânımı hiç unutmadım. İki satır arasındaki boşlukta, tam göz kapağımla gözbebeğim arasındaki aralıkta resimler görmeye başlamıştım. Hayal gücünün kelimenin hakkını veren gücünü ilk o an anladım. Artık yağmur yüzünden tıkılı kaldığım basık oturma odasında değildim. Kanatlanıp uçmuş, zaman ve mekândan bağımsız salınıyordum. O gün bugündür okurum; kapana kıstırmaya çalışanlara inat özgürlüğümü korurum.
Peki niye yazdım, niye yazıyorum? Bir aşamada kendi hayal gücümün hikâyeler ürettiğini fark ettim. Bir dönemin filmlerine ithafen onlara Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri, Hayallerim, Aşkım ve Ben gibi isimler koyuyordum. Basbayağı kendi kendimle dalga geçiyordum. Hayal gücünün yanı sıra mizahın kudretini fark ettiğim andı bu da. Kendinle dalga geçebilmek, ön almaktı. Zihnini fırlama bir çocuk kılmak ve kimsenin saldırısının acıtmasına izin vermemekti. Bir sürü laf kalabalığının ortasında zeki bir dokundurma, muzip bir şaka ya da ironiyle o bir türlü dillendirilmeyen hakikati orta yere bırakıvermekti.
Bir yalanlara isyanla, sesi duyulmamışlara borçla, bir de hayallere sadakatle yazdım. Edebiyatın hem gayri resmi tarih kaydı olma gücüne hem hayal ederek yaratabildiğim dünyalara âşık oldum. Hakikat her iki şekilde de ulaşılır oldu benim için. O yüzden hayalin hakkını teslim etmek istiyorum ya; hayal, yalan gerçeklerin ortasında çoğu zaman en sahici olandır. Paralel evrendir, ayrıntılıdır, en sahici halinin tanımıdır. Özlemlerimizin, ihtiraslarımızın, coşkumuzun, çünkü özgürlükte kendini salıverme iradesi edinirsin. Olanı kabul etmek kadar, olabilecek olana, olabileceğin kendine ihanet etmeme halidir. Ömrün sonunda yaşanan zaman da brüt anılar kadar brüt hayallerdir. O yüzden hayallerim hafızama içkindir.
Yerküre hâlleri
Çocukken dünyayı merak edersin. Evinin dışını, sokağının ötesini. Sanki o sınırları bir geçsen, özgür olacaksın gibidir. Öyle hissedersin. Tıpkı Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta anlattığı gibi:
“O sonbahar, kış, ilkbahar ve yazlarda henüz çocuğuz. Ama içimizde çocuksu bir sevinç yerine, garip bir hoşnutsuzluk, bir sıkıntı. Öğretmen anne babanın, Müslüman mahallelerindeki dar evlerin, kilise okulunun Katolik havasının, düşüncelerimizle bağdaşmayan çılgın sayılacak rahibelerin davranışlarının, öteki öğretmenlerin, öğrenmenin, düşüncelerimize yön verecek bir akım olmayışının, kavranması istenen önümüzde bekleyen tüm yaşamın sıkıntısı var. Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi.”
Sonra o yerkürede gezeriz. Kitaplarla, belgesellerle, filmlerle tanırız gitmediğimiz coğrafyaları. İlk başlarda nasıl da heyecanlıdır hayat. Aşk gibidir keşfedilişinde. Sonra teknoloji gelişir, mesafeleri katetme süresi azalır ama mesafe hissi kalır geriye. Yalnızlık da öyle. Çünkü hayalindeki gibi değildir yerküre. İnsanın gönül fukaralığında boğulursun. Tarihten hiçbir şey öğrenmeyişinde. Döngü Nilgün Marmara’nın dizeleriyle tamamlanacaktır:
Ey, iki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
Bak, şimdi canlı yayında sürgün ve kırım seyrediyoruz. Yerküre bu kadar küçüldü işte. Bir zaman senin benim gibi memleketi ve kimlik kâğıdı olan, sonra bunlar elinden alınınca insan olma vasıfları da silinmiş gibi davranılan adları sığınmacı adları mülteci adları göçmen insanlar, karaya çıkacağı şüpheli şişme motorlara binip belirsizliğe gidiyor. Vardırmayan bir yol onlarınki. Çünkü koz niyetine buradan kapı açılmışken, karşıda içeri girebilecekleri bir eşik yok. Ama o kadar sonundalar ki her şeyin, yine de gidiyorlar. Ve sonra onlara dair püsküren öfke, kin ve nefretle baş başa kalıyor kimilerimiz. Hani devletlere suç atmak kolay da toplumdan, içinde yaşadığın yığınlardan ürkmek ayrı bir mesele. Nutkum tutuluyor sıradan insanın iblisliğini gördüğümde. Öyle anlaşılmazlar, sanki hiçbir acı onları bulmazmış gibi verili ömürlerini kibirle, hoyratça tüketişlerinde.
Ortalık yerde, ekranda ve yanın ve yalanın bin türlüsü dönerken, hayalinde kendini yabancı bir toprakta başlamadığı bir hayatla ölen, onu beklerken gelen ölüm haberiyle sönen, çocuğunu bottan ineceğim derken suya düşürenle bir oluyorsun. Hayal etmek seni insan kılıyor, bütün bu sahiplenilmeyen utanç içinde kendinden razı oluyorsun.
Sabahı gelmeyen gecelerde hayal kurarsın. Orası sığınağındır. Bir aşamadan sonra hayallerin anılarına karışır. Çünkü olmayı istediğin hâl, olmayı istediğin yer hep senin hakikatini tesciller. Kurduğun hikâyeleri bire bir yaşamaktasındır, hayat bütün ihtimalleriyle senindir. Kimsenin alamayacağı kadar. “Ne düşünüyorsun?” derler. “Hiç, daldım öyle” dersin. Okyanusun dibinde özgür hissedersin.
Karada boğulmak en fenası. Vatandaşı olduğun ülkeye yabancı kalmak. Irkçılığı “Burası zaten memleketim değil ki” diyerek bile geçiştirememek. İyilerin azlığına şaşmak. Bir de hâlâ, inadına hayal kurabilişine.
Nilgün Marmara yoldaşın olmuş yine. “Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve kırık çakılmış kalmıştım / gelecek zamanlı düşler çatıyordum kapladığım şuncacık yerde; / bu ölçümsüz gökyüzünde…”
Düşler çatıyorsun işte kapladığın şuncacık yerde. Göğsünü gererek sahipleneceğin gerçekler inşa edebilesin diye kendi kalp kavmindekilerle. Kendi kendini kovuyorsun doğduğun topraklardan, yerkürenin tamamına ait olasın diye. Bacaklarının altı zamansız kadim kökler, kolların tüy kanatlar olsun diye. Konup göçmeye, konup göçmeye, konup göçmeye….