“Ama aynı zamanda” hafızası
Böyle kör kütük sevmeler var çok şükür. Tarih kadar eski, bütün gelecek zamanları kapsayacak kadar kadim
11.03.2020
Mutluluğun hafızası kendisi gibi oyunsu ve uçucu; yakalayıp yaşaması öylesine acil ki, hafızaya kaydedilişi ile kaybedecek vakit yok. Mutluluktan geriye en çok hissinin kalışı bundan. Minnetli ve hevesli yaşanışında.
Kederinki bambaşka bir hikâye. Acıtanı unutmaya imkân yok. Hayal kırıklığını ve kalp ağrısını. Her ayrıntı ince ince kazılı hafızada. Sanki dersini iyice al, bir daha düşme aynı tuzağa dercesine. Bir daha bu kadar sevme. İyi de sevmenin kadarı yok, kalbin bir sınırı da.
Hayatın büyüsü ise mutlulukla kederin öyle kutuplar halinde karşılıklı durmayışında, aksine birinden diğerine geçilen araf zamanlarda. Ben buna “ama aynı zamanda” vakti diyorum. Dünyanın karardığı zamanda karşında buluverdiğin parlak mum ışığı ya da güneşli güne düşen gölge. İç içelik. Gözünde yaş varken gülmeye başlaman ya da kahkahaların hıçkırığa dönüşmesi. Hayatın tam içinden geçmen.
Böyle bir arafı anlatmak kolay değil. Ama sanat tam da meydan okumalarıyla bulur tanımını. Ve benim için Ali Azami’nin Pishdaramad (Prelude) şarkısı ve o şarkıya Arash Ashtiani’nin çektiği kısa film lezzetindeki klip, tam da kum saatinin ters çevrildiği âna tekabül ediyor. Anlatmak istediğim şeyin ta kendisine.
Hayatın tüm hâlleri
Küçük uvertürlerden, hâlden hâle geçişlerden oluşan büyülü bir şarkı bu. Ritmi düşüp hızlanan, kâh dansa kâh tefekküre davet eden bir şarkı. Klipse İran sinemasından sayısız filmin karelerinin birbirine örülmesiyle oluşmuş. Kurgunun şahaneliği; bu zaman ve mekân olarak birbirinden tamamen farklı sahnelerin tek bir filmmiş gibi sunulmasında. Hayatın tüm ihtimallerini içeren bir yakın zaman masalı gibi. Endişeli, heyecanlı, aşk ve beklenti, kahır ve korku dolu onca yüz bir biri beliriyor şarkı eşliğinde. Birbirine yaklaşmaya çalışan taze âşıklar, af dileyenler, özlem çekenler, hakaret edenler. Mutluluktan parıldayan, kederden, ihanetten kararanlar. Patlayan camlar ve silahlar, hapishane bekleyişleri, yolun kendisi için çıkılmış araba, otobüs, motosiklet seferleri. Gözden akmayan yaşlar, utangaç gülüşler, kocaman kahkahalar. Kederli içki sofraları… hepsi birbirinden kadehi devralan, şerefe kaldırılan sonra bir başına masaya bırakılan. İnsanlığın bütün hikâyesi bu hafıza karelerinde. Seni de kendininkileri hatırlamaya çağıran.
Farsça şiir gibi. Sözlerden elbet bir şey anladığım yok. Maalesef yok. Bir dili bir şarkı, bir film, bir şiir, bir insan için öğrenmek istemenin karşılığı bende yaşama coşkusu demek. Hâlâ istemek bir şeyleri; yaparım belki kim bilir. Şimdilik elimden gelen o sözleri okunuşuyla ezberleyip, komşu kelimelere gülümseyip kendi elimle çevirmek. Bende hatrı olana emek vermek. Hep yaptığım gibi.
Derdim kör talih ya da zor zamanlar değil
Gizlemek değil elimdeki iş hatırası nasırları
Derdim ne ekmek ne su ne elektrik
Sadece kırmak şu yalnızlığın lanetini
Derdim aşk benim
Ve bulunur elbet bir gün çaresi
Yoksa dizlerimin bağı çözülecek ağırlığından
Zinhar zinhar
Bazılarımıza yetmiyor işte o pek muteber rutinler. Günlük hayat sıkıntılarına benzemiyor dert dediğin. Dile dökülmüyor, dermanı da dilenmiyor. Bazılarımız kuyu gibi. İçine içine akıyor. Fazla durgun, fazla düşünceli buluyorsunuz bazen bizi. Ne edeceğinizi bilmiyorsunuz, birlikte susmayı beceremediğinizde. Gerisi hep istenen ve zevkle verilen müsaade. Yalnızlık tek başınalık değil ki, muhatabını bilememekte.
Rüzgâr olup saçında salınmak isterdim
Kulağına giren kelimeler olmayı
Zihnine üşüşen düşünceler
Bir Mercedes olup kesmek isterdim ayaklarını yerden
Yoksulluk olup ceplerini doldurmayı
Kurt olup sürüne karışmayı
Böyle kör kütük sevmeler var çok şükür. Tarih kadar eski, bütün gelecek zamanları kapsayacak kadar kadim. Dünyayı kurtaracak kadar güçlü, günü katlanılır kılacak kadar merhametli. Devam etme sebebi. Ne kanun ne hukuk ne sınır; kendinden başkasını düşünebilenler koruyor esas düzeni.
Yüzlerce hayranın var
Herkes seviyor seni
Zihnin başkalarını düşünmekle meşgûl sürekli
Ne diyeyim, aferin sana aferin sana
Yaklaşıyorum uzaklaşıyorum
Kim bilir şu çirkin ördek yavrusu gibi
Bir gün de ben de bu sıkıcı düzende kabul görürüm
Benim hikâyem işte bu.
Işık olup gözüne girmek isterdim
Yaş olup yanağından süzülmeyi
Omuzlarına düşen saç olmayı isterdim
Sonra rüzgâr olup onları savurmayı
Bir sigara olup dudaklarına konmayı
Oradan ciğerlerine dolmayı
Ah ışık, ah talih gel peşimden bul beni
Hayallerle ısınmıyor yatağım
Ama âşığın da düştüğü olur. O çınar gibi yaslandıklarınızın da yorgun düştüğü bu hayatta. Vermekten tükendiği, eridiği. Aynalara hayran hayran bakmayanın, kendiyle dolup taşmayanın daha çok ihtiyacı vardır güzel bakan gözlere, temiz sözlere. Görülmeye ve sevilmeye. Sevdiği gibi, sevdiği kadar kuşatılabilmeye. Özgürleştiren bir sevgide kök salıp kanat çırpabilmeye.
Hesapsız kitapsız haykırdım sırlarımı
Hiç düşünmeden açtım duygularımı
Yazık o canına okuduğum günlere
Heba ettiğim güzel vakitlere
Bir, iki, üç, dört
Yaklaşıyorum uzaklaşıyorum
Kim bilir şu çirkin ördek yavrusu gibi
Bir gün de ben de bu sıkıcı düzende kabul görürüm
Benim hikâyem işte bu.
“Ama aynı zamanda” hafızası, tıpkı bu şarkıdaki gibi en güzel resimlerle dolu. Bir hastane gecesinde eline tutuşturulan kahveyle, bir kavganın orta yerinde hakaret ve haykırışların arasından beliren kırık sesli bir itirafla, saçının sündüğü bir rutini havai fişeklerle patlatan bir sürprizle gelir. Sadece iki kişinin anladığı bir şakayla yarılır acı. Kendine rağmen umut ettiren bir bağla onarır kalp kendini. Yalnız olmadığını bilmekle. Yoldaşını bulmakla. Kaybetmekten korkmakla.
Mazluma vurmak
Zulmün biteceği yok. Ama mazluma kerelerce vurulmasında, devlet ve iktidar elli zulmün halk eliyle meşrulaştırılmasında halen algılayamadığın bir hâl var. Beynin reddediyor adeta. İlle de bir sebep bulmaya çalışıyorsun bunca kasıtlı kötülüğe, sanki bulursan anlaması değil ama katlanması mümkün olacak gibi. Misal, yemek zamanına denk gelen haberlerde haşere gibi üzerlerine ilaç ve gaz sıkılan, çırılçıplak sulara itilen, kaynar sularla sınırlarda yakılan insanları izleyip çocuğunun başını okşayıp buz gibi denize itilen dudağı morarmış çocuğa sebepsiz hınç duyabilenler… Sıradan insan kötülüğü, hani şu ırkçılığa, faşizme hadi burdan buyur diyen. Ezip geçen.
Kendi dengin görmemekle başlıyor hikâye, insandan saymamakla. Oradan katli vacip finiş çizgisine gelmek daha kolay oluyor olmalı. Küresel hızla yayılan bir virüs insana hayatın kırılganlığını gösterirken, her dönem kendi günah keçisini yaratıyor; dili, dini farklı teni senden kara. Onun hikâyesi umrunda değil. Sanki yok olursa senin varlığın garantilecek. Kapitalist sistem, devlet sınırları, güvenlik kameraları, kıymetli belgelerin hepsi sana izin veriyor. Ne için, insanlığından çıkmak için. İlkel korkunu kin ve nefret kılmak için. Sıra sana gelene kadar oyalanmak için.
Ama bak el ele tutuşuyor kadınlar sınırın öte yanında. Hoş geldin diyor lanetlenmişlere. Hiç tanımadığı insanlar için birileri yardıma koşuyor hâlâ bir yerlerde. Ben de işte bak bir şarkıdan bir hayat devşiriyorum yine. Bir ortak insanlık masalı. Birilerine bir ihtimal iyi gelsin diye. Bana biçilen rol de bu herhalde. Kalemine binmiş cadı. Kül olana kadar yazsın, kelimeleri kendisinden uzun kalsın, ulaşsın, şifalandırsın diye. “Ama aynı zamanda” hafızasına yeni çentikler atılsın. İnsan insanlığını hatırlasın, hayata layık olsun, insan onuruna yaraşır hayatı herkes için dilesin ve yaratsın diye.
Umut işte.