Kaybettiklerin hafızada hükümlüdür

Kendinden vazgeçmeyi imkânsız kılan garip bir virüs. Bol hayat dersli. Küçük Prens’in “Gülünden sen sorumlusun” şiarıyla geliyor

KARİN KARAKAŞLI

21.03.2020

Kaybetmek tuhaf bir eylem. Bir yandan sen kaybetmiş oluyorsun, diğer yandan failden çok mağdurusun. Senden giden bir şeylerin artığı.

Korona virüsünün hem gerçeği hem paniği her yanı kuşatmışken, seçilmeyen inzivalar hayatın önceliklerini düşünmek ve yenilerini belirlemek için lanetli bir fırsat dayatıyor. Kaybetmekle yüzleşme o lanetin demir başlarından biri. Ondan başlayalım.

Kaybettiğin şeyin esas değerini kaybettiğin anda bilmek, elinden kaydığı anda tanımını bulmak yaman çelişki. Hadi dalgınlığına geldi atkını, şalını, şemsiyeni, şapkanı bir yerlerde unutuverdin. Yenisini alırım, canım sağolsun diyebildiğin noktada sorun yok da eğer o şey, sana artık bunu bir daha veremeyecek birilerinden bir hediyeyse, kalbine dokunuyor. Kayıp tam da bu. Yerine koyamamama hissi.

Annemin genç kızlık künyesini kaybetmiştim yıllar önce örneğin. Bir dönemin altın işçiliğiydi, el yapımıydı ve bana yadigârdı. Bugün hâlâ gözümü kapattığımda her ayrıntısıyla görürüm. Rahmetli anneannemin bana aldığı nazar boncuklu, mavili yüzükleri de. Evden eve taşınırken yoklara karışan çocukluk kitaplarımın bir kısmını da. Para cüzdanlarımı kaybettiğimde artık çekilemeyecek olan fotoğraflara, bir daha yazılamayacak olan notlara yanmıştım. Nüfus cüzdanını kaybettiğinde hükümsüzdür diye ilan verirdin gazetelere. Kaybettiklerin hafızanda hükümlüydü her seferinde.

İnsanı kaybetmek elbet en fenası. Bazen ayrılıkla bazen ölümle. Ayrılıkla olanında güvene ihanet, hayalkırıklığı vardır illa. Aradığını bulamadığında dank eden bir kaybediş. Damakta hiç geçmeyen küf tadı. Ölümde ise inkârdan, öfkeye, oradan kabullenişe doğru upuzun bir yolculuk. Bitmeyen bir iç sohbet. Paylaşılamayan hayat isyanı.

Yoklukta bulduğun

Küresel salgın kayıp korkusunu tetikliyor her an. Sağlığını, aklını, sevdiklerini, hayatın anlamını kaybetme korkusunu. Kendinden vazgeçmeyi imkânsız kılan garip bir virüs. Bol hayat dersli. Küçük Prens’in “Gülünden sen sorumlusun” şiarıyla geliyor. Sağlığın yalnızca senin değil, sevdiklerini koruman, sorumluluk alman gerekiyor.

Nicedir hissettiğin kıstırılmışlığı katlıyor zorunlu ev hapsiyle. Sokakların tenhalığında huzur değil, derin bir kaygı var. O kepenk indiren dükkânların bir kısmı hiç açılmayacak. Bencillikle gönül zenginliğinin savaşına tanık oluyor artık günlük hayat. Kime ve neye değer verdiğini sorgulatıyor. Hem bireysel hem toplumsal katmanda. Eczacı, doktor, hemşire, kasiyer, ambülans şoförü, fırıncı, itfaiyeci, kargocu; günlük hayat rutininde ihtiyaç oldukça anılan, bir selam esirgenen insanlar yeni zamanın kahramanları olarak beliriyor. Cephesi tekmil gezegen olan bir savaşın öncü birlikleri olarak.

Kaybetmek, bulmayı da çağırır. Bulmak, çoğu zaman yine, yeniden keşfetmektir. Dünyayı bir çocuğun meraklı gözleriyle görme yetisini bulmak mesela. Kendi varlığını, işini gücünü sorgulamak. Oradaki anlamı bulmak. Hayatın iç içeliğini, insanın kırılganlığını, hazır rahat nefes alabilirken yapabileceklerini. Yardımı, paylaşmayı, dayanışmayı. Birbirini merak etmeyi. Hal hatır sormayı. Kapı tıklatmayı, bir alışveriş poşetiyle şefkat ve ilgi sunmayı.

İnsan, günlük hayatının içine çekilmişken, mesafe almadıkça yaşadığı zamanın tarihteki konumunu fark edemez. Bazen ama o derece sıradışı şeyler olur ki, o mesafe kendiliğinden dayatır varlığını. Korona zamanı, günlük hayatı fersah fersah aşan tarihselliğini her an hissettiriyor. Mesafenin bizzat ta kendisi olarak.

Sterilliği sadece hastane ortamlarında gerekli ve katlanılır bulan biri olarak hayatın içerisinde mahkûm olduğumuz eldivenli, maskeli ve endişeli hali ilahi bir şaka gibi yaşıyorum. Askıda kalmış bir hayat yaşıyoruz gezegenimizde ve ne kadar süreceği de belli değil. Mesafeyi yaran tek şey, insan hikâyelerini takip edebilme imkânımız. Telefon ekranına sayısız tanığın görüntüsü geliyor. Birbirinden ürkütücü röportajlar, raporlar, makaleler… Dokunduğumuz tek şeyin bu telefon ekranı olması da ironik. Kimlerin hayatına değdiğimizi sormak için çok, şu anda işlevsel olabilmek için az zaman var. Korona; siyasal, toplumsal ve kişisel alanda milat olacak. Daha içinden geçerken aşikâr bu. Bireye irade gücünü anımsatan, birlikte hareket edilmesi dışında kurtuluş şansı tanımayan bir milat.

Salgının gör dediği

Bir çocuğun dürüst, sade cümleleriyle ifade etmeli her şeyi. Bu olağanüstü durum bir günden diğerine bitmeyecek. Dalgalarla büyüyüp zamana yayılacak ve yeni olağanımız olacak. Tatilde değil karantinadayız, yani öyle olmalıyız. Çünkü sadece kendimizden değil sevdiklerimizden ve tekmil insanlıktan sorumluyuz. Daha açık söylemek gerekirse, ciddiyete direndiğimiz her an katil olma ihtimalimiz artıyor. Vatandaşı olduğumuz ve aslında bize hizmetle sorumlu devletlerden hayatı durduran bu salgın karşısında hepimiz adına maddi telafi talep etmek durumundayız. Evde kal demekle bitmiyor. Zincirleme trafik kazası gibi ücretsiz izin ve işten çıkarmalarla ne edeceğini şaşırmış kitleler için somut bütçeler lazım. Büyük devlet olmak şimdi asıl o bütçeleri kalem kalem açıklayabilmekle ölçülüyor. Ha bir de, yaşlılar, bağışıklık sistemi sorunları olanlar, evsizler, mülteciler senden benden daha az değerli ve gözden çıkarılabilir değil. Herkesin hayatı biricik ve birbirine bağlı. İnancınız ve insanlığınız bu algıyı kapsamıyorsa, vay bu dünyanın haline.

Salgının yalnızlaştırıcı boyutu akıl almaz. Zalim bir ölüm bu. İnsanlar, tepeden tırnağa maskeli görevliler eşliğinde yoğun bakım ünitelerinde sevdiklerinden uzakta ya da onlara soğuk bir ekrandan çaresizce bakarak ve boğularak ölüyor. Bu bilgi eşliğinde yaşıyoruz biz de.

Distopyada hayat

Benim diyen distopya filmi bu kadarını öngöremezdi. Hayatın hakikati her zaman sanatın kurgusuna beş basar. Misal, evin tek nefeslik yeri olan balkondan, doğanın tek gıdımlık temsili olan, binalar arasına sıkışmış defne ağacına, o ağaca konup bana güç veren kumru çiftine bakıp distopik dünyanın veciz bir örneğini sunan Perfect Sense’i düşündüm. Hangi akla hizmet bilinmez, filme Türkçede Yeryüzündeki Son Aşk demeyi uygun bulmuşlardı. Oysa mesele ne sadece aşk ne de son aşktı. Sanki “Kaybetmek” derdim, ille de isim değiştireceksem. Filmde Susan (Eva Green) adında salgın ve enfeksiyon uzmanı bir bilim kadını ile tanıştık. Özel hayatındaki birkaç hüsran sonrası erkeklere olan güvenini kaybetmiş olan Susan, soğukluğunu bir zırh gibi kuşanmış ve kendini işine vermiş bir kadın. Kapı komşusu restoranın şefi Michael (Ewan McGregor) ise tam da Susan’ın kaçındığı türden bir kaçak dövüşçü; kadınlarla ilişkilerinde hep o tehlikeli derinlikten, bağdan kaçmış, hayatı duyular üzerine kurulu bir genç adam. Filmin aşk hikâyesi denecek kısmı bu iki insanın olanca araz, yara ve kalkanları içerisinde birbiriyle karşılaşıp, giderek önüne geçemedikleri derinlikte bir aşkı yaşamalarını anlatıyor.

Önüne geçemedikleri derinlik kendi çabalarından değil tam tersine dış koşullardan dolayı oluşuyor. Zira, günümüz Glasgow’unda geçen filmde, âşıkların içinde bulunduğu dünyada olanlar, aşk da dahil her şeyin anlamını yeniden sorgulatacak türden. Farklı yerlerde önce birkaç vaka olarak görülen ama sonrasında salgın halini alan bir hastalık insanlığı gafil avlıyor. İnsanlar önce birkaç dakikalığına kendileri için en kıymetli olan birinin, bir şeyin kaybını yeniden hissederek derin bir kedere savruluyor ve bu nöbetin hemen ertesinde koku alma duyularını yitiriyorlar. Çünkü koku en çok da çağrışım ve anıyla ilgili.

Şimdi artık insan denen varlık dört duyu üzerinden yaşamayı öğrenecek. Nitekim ilk aşamada kokuyu müzikle hissetmekten baharat, tuz ve şekeri yoğunlaştırmaya kadar yeni düzenlemelere gidiliyor. Ne de olsa insan inatçı ve değişime uyum sağlayabilen bir varlık. Susan ve Michael ise meslekleri gereği bu salgının mikro ölçeğine dönüşüyor gözümüzün önünde. Dünya bu salgını anlamlandırmaktan, sebebini bulmaktan ve çözüm üretmekten aciz. Dolayısıyla distopya filmlerinde yaygın olduğu üzere insanlığın toplu kurtuluşuna dönük bir kurgu çizgisi yok. Filmin derdi bu esrarengiz virüs değil. İnsanı insanı yapan duyular tek tek elden gittiğinde, bizde kalacak olanlar.

Adım adım ilerliyor felâket. Bir korku dalgası ve tatmin olmaz bir açlık hissediyor insanlık. Çantalarındaki ruju, ellerindeki çiçeği, çiğ balık ve eti yer, zeytinyağı içer hale geliyorlar. Bu cinnetin akabinde de tat alma duyusu kayboluyor. Ekran başındaki kişi de daraldığını hissediyor git gide.

Artık izleyici değiliz. Karşımızdaki distopik dünyanın parçasıyız. Susan ve Michael da bizim kadar sıradan insanlar. Aşklarında destansı bir anlatım yok. Birbirlerini el yordamıyla yoklayan, tartan, kavga eden, uzlaşan ve uzaklaşan iki insan. Yönetmen David MacKenzie her duyu kaybı öncesine denk gelen farklı nöbet hallerini aktarırken kamerayı dünyanın geneline çevirerek belgesel boyutunu kaysa da, hikâye Susan ve Michael odak noktasını kaybetmeden ilerliyor. Senarist Kim Fupz Aakeson’un irkiltici hikâyesinde bir sonraki kaybın ne olacağını, bu aşamalı yok oluşun daha nereye kadar devam edeceğini düşünürken buluyoruz kendimizi. Zira korkunç öfke nöbetleri sonrası gelen işitme kaybı, insanların günlük hayatlarını sürdürebilecekleri bir alan bırakmayacak zalimlikte. Şirazesinden kayan ve küresel bir kaosa sürüklenen dünyada sadece hayatta kalmak ve sevdiklerinle bir arada olmak öncelikleri var. Ne sağlık, ne eğitim, ne ekonomi… Bizi biz yapan bir şeylere çaresizce tutunma mücadelesi.

İnsan denen varlığın nasıl kırılgan ve güçlü olduğunu anımsamak, çok şeyin ve kişinin tüketildiği modern zamanlarda anlamı, gayeyi, inancı bulup korumaya çalışmak sınavı bu. Sahip olduklarını sanki çok doğalmışçasına görürken, kaybıyla sarsıldığın, bir parçanı yitirirken başka bir yandan çoğaldığın o tuhaf denklem. Ve en zalim sonda beliren varoluş. Senden arta kalanlar…

Korona, bu filmin distopyasını da geçti. Çünkü filmin sonunda, mutlak yok oluş arifesinde insanların elinde dokunma duyusu kalmıştı. Hayvanlar gibi birbirine sığınma, birbirini koklama ve tatma tesellisi. Oysa şimdi temas alındı elimizden. Fiziksel olarak mahrum bırakıldığımız sıcaklığı, ruhen ne kadar kurabildiğimiz sınanacak. Birbirimizin hayatına değme gücümüz. Zorunlu olmadığımız şeyleri yapma yetimiz. Azaltmaya yeltendiklerinde nereden çoğaldığımız. Her şey elimizden kaydığında bizden koparamayacakları öz.

Yıkmayan distopya, ütopya üretme fırsatıdır. Umut da bizden koparılamayacak olan o öz. Ona tutunalım. Ona ve birbirimize. Sonrasına bakarız birlikte.