Yeni zaman-mekân algoritması
“…Orada Montparnasse bulvarında bir kahveye oturdum. Sıcak bir Nisan yağmuru yağıyordu. En sonunda yaşamın tam ortasındaydım.”
03.07.2020
Korona salgını yeni dalga tehdidiyle ufukta dururken, şu pek sevilen deyişle “yeni normal” denemeleri sürüyor. Hayatın doğası bu. Yaşıyorsan, durmana izin yok. Hayatın askıya alındığı ayların sonunda yine fare deliklerimizden çıkmamız gerekti. Pek çoğumuz için karantina döneminde de koşullar sokakta ya da işte olmayı dayattı. Çünkü duramayacak işler vardı. Ve elbette ölüm de durmadı. Hastane ve mezarlıklar şahittir.
Böylesine olağanüstü bir zamanda yeni kalıplarla tanımlanacak bir normalin halen var olduğunu düşünmek tuhaf bir inkâr. Artık alışıldık anlamda bir normal yok, çünkü o normallerin hepsi iflas etti. Güvenlik, gelecek perspektifi, eğitim, sağlık, tekmili birden iş kolları, aşk, ilişkiler… Küresel ölçekte bir felâketin evrensel uyanış ve dayanışma yaratacağı varsayılır. Bu, aslında ideal değil doğal olandır. Ama elbette neo-kapitalist çarklarda temel insan hakkı dediğin de para karşılığı temin edilen bir ayrıcalıktır.
Yani öyle “Hastalıkta eşitlendik”, “Hayatta neyin önemli olduğunu anladık” gibi aydınlanmalar yok. Elbette her ülkede fedakârlık, iyilik ve umut üzerinden çok kıymetli hikâyeler biriktirildi ama günün sonunda hepsi de kendine ancak istisna kategorisinde yer buldu. Kamu hizmeti olarak sunulmayan durumlarda sağlığa ve güvenceye erişim bir sınıf meselesi olarak belirdi.
Ev hâlleri ve reklamlar
Karantina deneyiminin kendisiyse insandan insana farklılık gösterdi elbet. Ama yine de belirginlik kazanan ve üzerine düşünülesi bir akım var. Bu süreci bir nevi zorunlu tatil gibi kodlamaya çalışanlar vardı. Madem günü evde geçirmek bize dayatılan tek seçenek, o zaman ertelenmiş ne varsa yapar, zamanı en iyi biçimde değerlendiririz. Bu mantıkla kimi evlerden mini mini gurular türedi; kitapları hatmedenler, yoga ve meditasyonla kişisel gelişimin zirvesine çıkanlar, mutfakta harikalar yaratanlar… Yeni dönemin değişen koşulları gereği içeriklerini sil baştan üretmek zorunda kalan reklamcılar, her türden karantina tiplemesini yeni reklam filmlerinde ölümsüzleştirdi bile: delice temizlikten keyif alanlar, inanılmaz ferah alanlarda kendi küçük dünyalarını yaratan ebeveyn ve mutlu çocukları, bir tıkla istekleri kapı önüne yağanlar, lüks ve tenha otellerden ufka bakanlar, görüntülü konuşmalarla yalnızlığı yenenler… Liste uzayıp gider. Konuyla doğrudan ilişkili olmasa da yeri gelmişken değinmeden geçemeyeceğim. Yeni reklamlar uğruna içine nice anı birikmiş pek çok klasikleşmiş şarkı daha kendini reklam cingılı olarak buldu. Hiç anlamıyorum, sıfırdan akılda kalıcı, hedef odaklı bir tema üretmek bu kadar mı zor. Neden anıları elden almak pahasına şarkılar güme gidiyor? Yoksa artık şarkılarla duygulanmak ve hatırlamak da mı eski moda? Bir de bebek bezi marka ve reklamları neden bu kadar arttı? Bebekler bu dönemde altını sinirden daha mı çok kirletti, o konuda da elimde veri yok.
Olağan kılmaya çalıştığımız bu olağanüstü yeni günlük hayat, geçmişi hatırlama ve geleceği inşa etme pratiklerini nasıl etkiledi diye bir soru var kafamda. Çünkü zaman-mekân ilişkisinin bu derece haşin bir müdahaleye maruz kaldığı bir dönemde her iki koordinat da yıkıla kurula akıyor.
Salgının kişisel ve toplumsal ölçekteki en büyük darbelerinden biri, sarsılmaz gerçeklikler olarak görülen sistem duraklarının iflası oldu. Geleceğin devreden çıkması şu meşhur anda kalma hâlini ulaşılması güç bir hedef değil, sıradan bir günlük deneyime dönüştürdü. Her gün çetele hâlinde yeni vakalar, vefatlar ve tedavi olanların sayıları açıklanıp dururken, âna odaklanmaktan hatta orada kısılıp kalmaktan öte yapılabilecek bir şey yok. Ve bu bitmeyen şimdi kendi beyazperdesini geriyor karşımıza. Anılarımızı, sanki başka birinin hayatından kesitler izler gibi, basbayağı film izler gibi gözümüzün önünden akarken buluyoruz. Kendimize belki ilk kez bu kadar uzun süredir dışarıdan bakıyoruz. Tam karşıdan.
Bitmeyen bir şimdi, zamanı farklı algılamamıza yol açıyor. Sanki haftalarca ve aylarca hep aynı günün içinde hapsolmuşuz gibi. Günün adını aynı günün içinde kendinize hatırlatmak zorunda kaldınız mı hiç? Bana çok sık oldu. Bir sonraki günün neler getireceğini bilemezken, plan yapmaya çalışmak gülünçleşti. Anlamı bulmak ve devam etmek adına daha derine inip kalbimizin isteklerine ve zihnimizin korkularına bakmamız gerekti. Yapılması gerekenler, otomatik pilotta akan rutinler devreden çıkınca, ruhun kilerine itilmiş yakıcı istekler boy verdi yeniden. Sahi ne isterdik bu hayatta. Ya da sadece sıcaktan değil utançtan ve kahırdan kavrulduğumuz bir 2 Temmuz Sivas Katliamı yıl dönümünde yâd ettiğim Hasret Gültekin’in güzel sorusuyla ifade etmek gerekirse: “Bir insan ömrünü neye vermeli?”
Sınırlar dayatılınca tahayyülün özgürlüğü başlar. Cezaevleri, siyaset, hukuk, gazetecilik ve insan hakları mücadelesinin bedeli olarak dört duvarla kuşatıldığında sesini, sözünü güçlendiren nice kıymetli canla dolu. Karantinanın dayattığı hareketsizlik ve belirsizlik ortamında da sığınılacak en büyük liman hayal gücüydü kimimiz için. Rüyalarımız, tıka basa dolu korkuların tezahürü olarak gerilim filmlerini andırırken, Cazibe Hanım’ın gündüz düşleri misali hayaller kurduk. Hayal, plandan farklıdır. Plan yapamayınca hayaller daha özgürleşti sanki. Hani sıradan rutinde saçma kaçacağı için hayali kurulamayacak ne varsa, zihnin duvarlarını aşıp tıpkı o anılar gibbi önümüze dikildi. Sen asıl bunu isterdin dedi bize. Bildin mi?
Kendini evden dışarı atmak
Türkçe’nin çok sevdiğim deyimlerinden biridir: “Şöyle bir kendimi dışarı attım.” Burada bahsi geçen sokağa, açık havaya çıkmaktan çok daha fazlasıdır. Evden, dört duvarın basıncından uzaklaşmak, yeniden şu koca dünyanın esas boyutlarıyla bağ kurmaktır. Hali hazırda kendini evden dışarı, sokağa arttığında bulabileceğin bir ferahlık yok. Bir kere insan kendi nefesinde boğan maske var. O maskenin hatırlattığı hedef odaklı dolaşma disiplini var. Ne lazımsa o alınacak. Tez vakit eve dönülecek. Mevsimsiz açan çiçekler misali başını tereddütle kaldıran kafe ve lokantalar her an bir kez daha topluca kapanmanın endişesi içinde insan bekliyor. Özlem, bütün duyuları keskinleştiren bir iksirdir. O yüzden bir sevdiklerimizle bir sofraya oturduğumuzda elbet yenilen içilenden sohbete, kokulardan renklere her şey daha yoğun yaşanıyor. Ama işte bunlar kaçak hatta bir miktar utanarak yaşanan zamanlar. O maske hep ânın buz gerçeğine geri çağırıyor insanı.
Basan ev, açılan sokak
Ev- sokak ilişkisi denince ilk aklıma gelen Tezer Özlü’dür. Aklın ve deliliğin, özgürlüğün ve rutinin, kaderin ve iradenin, yaşam ile ölümün sınırlarını gelip önümüze koyduğu kitabı Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta evi ve sokağı da hiç eskimeyen bir lezzetle tanımlar.
Köksüzlük ve uzaklaşma hislerinin ilk doğduğu yer evdir. Tezer Özlü’nün anlattığı ev, öğretmen-müfettiş orta sınıf memur bir ailenin 50’li yıllarda bir yanı Çarşamba semtine bağlanan yolun çıkmazındaki tahta apartmandır. O evi, üst üste eşyalarından, damlayan musluklarına anlatışındaki acıtıcılık bizi de basık atmosferin parçası kılar. Daha acısı, bu evleri bizim de bilmemiz ve hâlâ var olduğunu kendimize itiraf edişimizdir. Galiba de en çok bu değişmezlik, bu zamana karşı direnç bunaltır bizi. Ve yazarla birlikte kendimizi sokağa atasımız gelir:
“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek……….isterim hep.”
Nurdan Gürbilek bu kaçış döneminin sadece içerik değil, ona uygun üretilmiş özel bir dille de perçinlenerek verildiğine dikkat çeker. Ev Ödevi başlıklı deneme kitabında bu kaçışın, yazarın anlatı dilindeki izdüşümlerini paylaşır: “Tezer Özlü’nün cümleleri, anneden babadan kaçırılmış, kilit altında tutulan bir hatıra defterine gizlice düşülmüş, onlara inat büyük bir açık sözlülükle yazıya dökülmüş notlar gibidir. Onlarla birlikte yaşanmış bir hayat parçasını kurtarmayı, bu hayat parçasıyla birlikte kurtarılmayı, yani nihai bir adaleti değil de hayatın o parçasını bir an önce geride bırakmayı, yani özgürlüğü önemseyen birinin açık sözlü, düz, net, doğrudan cümleleri; gücünü olduğu kadar güçsüzlüğünü de dolaysızlığına borçlu bir dil.”
O öfke içinde en yalın tespitini sunar Tezer Özlü: “Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu…” Okul yıllarının tasviri her kuşağınki olabilir: “Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi.” Tezer Özlü, bu değişmezliğin yılgınlığını en berrak cümlelerle, en güzel hayallerle paylaşır bizlerle: “(Yıllar sonra, sabah karanlığında küçücük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce, nemli İstanbul sabahlarında… -Hiçbir şey değişmedi, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak, ağaçları, rüzgârı, güneşi, yağmuru, insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum.”
Biz de onunla birlikte sokağa ve yola çıkarız. Özgürlüğü ilk hissettiğimiz ânı hatırlarız onun satırları aracılığıyla: “…Orada Montparnasse bulvarında bir kahveye oturdum. Sıcak bir Nisan yağmuru yağıyordu. En sonunda yaşamın tam ortasındaydım.”
Evi ille de huzur ve konforla eşleştiremeyenler için karantina zulmün ta kendisiydi. İlişkileri belli bir mesafeyle kotaranlar, dünyayla tanışmış çocuklar, sosyal çevresine can simidi olarak sarılan yaşlılar, herkes bambaşka bir sınav verdi. Ve o sınavın izi kaldı ruhlarda. Yaşayacağımız gelecek tahmin edilemeyen bir şimdinin üzerine inşa oluyor artık.
Sanki yaşantı azaldıkça anlatma ihtiyacı da arttı. Burada sözüm elbette geçmiş üretimlerini erişime açan, bir umut ve mücadele aracı olarak sanata sığınarak insana güç verenler değil. Bahsetmeye çalıştığım bir laf geveleme ve gösteriş unsuru olarak sürekli he ânını büyüten ve sergileyenlere. Ama sanırım bunun arkasında da bir korku var. Görünmez olma korkusu.
Yeni normalin görünme olmaktan en çok korkan ve bu açıdan şovunu en istikrarlı sürdüren kısmı ise siyaset dünyası elbette. Hatta işine geldiği gibi sürecin kısıtlamalarından kendine pay çıkarıyor. Misal, çoklu baroya karşı hepimizin savunma hakkı adına büyük bir mücadele veren avukatların büyük mitingi öncesi birdenbire Ankara’nın kamu sağlığı düşünülerek toplanma yasağı ilan edilebiliyor. Zaten virüsün nerelerde tehlikeli nerelerde sorunsuz olacağı hep bir erk kararı. Tahakküm, virüsün o mikroskobik fotoğrafındaki incecik kolları gibi sarıp sarmalıyor her hücreyi. Ve onun gibi nefessiz bırakıyor.
Üstelik bu totaliter eğilim sadece bu topraklarla da sınırlı değil. Faşizm, kriz yönetimini becerememişlerin elindeki tek kalkan. Direnişler de bu yüzden artıyor. Maskeler Korona’dan öte gazlı saldırıların siperi oluyor. Ve insanları bir anlığına ortak bir dünya derdinde eşitliyor.
Evim, minik bir sandalye koyduğum balkon köşeciği ile sırt çantamdan ibaret. Sığınağım üzerime örttüğüm bir pike. Andayım. Ve hiç olmadığı kadar geçmişle geleceğin kavşağında. Kalem terk etmesin beni duasında. Kendimden öte şu dönemin hatrına. Matematiği sevemedim okulda ama zaman ile mekânın algoritmasıyla hesaplaşmak hiç bitmiyor. Ne kalbimde ne aklımda.