Mâbetler
Mâbetler, cisimleşmiş hikâyeler bir bakıma. Buradaydık, vardık, yaşadık diyen işaretler.
26.07.2020
Hatırlarsanız, ‘Adımı verdim sana’ başlıklı bir yazıyla Call Me By Your Name (Adınla Çağır Beni) filmiyle romanını bir arada örmüştüm. Örmek, metafor değil. Filmin dili de André Aciman’ın anlatımı da ipliklerle sarıyor insanı. Bütün duyularınızı harekete geçiren bir deneyim bu hikâye. Yani, benim için öyle. Sonra Aciman, Find Me’yi yazdı ve bu roman da Bul Beni* başlığıyla Türkçeye çevrildi. Hemen başlar ve bir çırpıda okurum sanmıştım ama İngilizcesini elime alana kadar epeyce oyalandım. Türkçesini de akıcılığına karşın yudum yudum içtim. Araya hem hayat girdi hem de kim bilir kalbime yerleşmiş bir hikâyenin devamının o derece büyüleyici gelmeme ihtimalinden korktum. Aşkının coşkusu söner mi diye korkan sevgili gibi. Ama zaten bu hikâye de aşkım benim. Endişeli bir heyecan içinde avucumdaki terin kitabın kapağında bıraktığı ize baktım. Sonunda merak ve özlem galip geldi elbette. Şimdi yine karşınızdayım.
Bu kez sadece kitaplardan yola çıkmak istiyorum. Adınla çağırdığını bulmak için beslediğin umut, koruduğun inanç ve verdiğin mücadeleye bakmayı. İki kitapla koca bir hayat ihtimalini kucaklamayı.
Tutkunları için çoktan birer roman ya da film kahramanı olmaktan çıkmış, etiyle kanıyla yaşayan Elio ve Oliver’ın 1988 yazında kenetlenen ve kopan hikâyeleri Adınla Çağır Beni’de* birinci tekil anlatıcı olarak Elio’nun dilinden aktarılıyordu. Romanda Elio yirmi yıl öteden o yaza ışınlanıyor ve Antik Yunan dönemi profesörü babasına yardımcı olmak üzere yazın evlerine gelen doktora öğrencisi Oliver’la çarpışmasını anlatıyordu. Aciman’ın 2009 yılında yayınlanan romanı, 2017’de Luca Guadagnino yönetmenliğinde sinemaya uyarlanınca Elio rolünde Timothée Chalmet ve Oliver rolünde Armie Hammer’ın oyunculuğuyla yakın dönem klasiklerinden birine dönüştü.
Hâl böyle olunca André Aciman’ın devam niteliğindeki romanı Bul Beni bambaşka bir heyecan ve merakla bekleniyordu. Misâl, iliğine kadar bildiğimiz Elio’ya kıyasla hep biraz gizemli ve kapalı kalan Oliver mi anlatacaktı bu kez hikâyeyi? Zamanın ve farklı hayatların ayırdığı iki âşık nasıl yan yana gelecekti? Aciman, sinemada bunca iz bırakan kahramanlarına yıllar sonra yeniden dönüş yaparken, filmden bağımsız rotasını koruyabilecek miydi?
Son sorunun yanıtı kocaman bir evet olarak geldi. Aciman, filme çekilme ihtimalinden tamamen azade bir romanla karşımızda. Binbir Gece Masalları misâli, tarihe, edebiyata ve müziğe zengin göndermeli roman, yazarının bir çırpıda seçilen o akıcı üslubuyla okurlarına emanet artık. Filmin müdavimlerinin bir kısmı, Bul Beni’de Elio ve Oliver’lı sahnelerin azlığından hayal kırıklığına uğramış durumda. Ancak edebiyat severler için çıkılacak haz dolu bir yolculuk var. Başlayalım mı?
Dairesel zaman ve mekânlar
İlk büyük sürpriz elbette kitabın bölümlenişi ve anlatıcılarına dair. Adınla Çağır Beni; tamamı Elio’nun dilinden ‘hatırlanayaşanıyordu.’ Oliver’ın o Elio’yu işittiği her an ürperten “Later”, “Sonra görüşürüz” kestirip atma kalıbına atfen Daha Sonra Değilse Ne Zaman, birbirlerine açıldıkları yer olan Monet’nin taraçası, Elio’nun dünya üzerindeki varoluşunu keşfettiği Roma’ya atfen San Clemente Sendromu, Elio’nun Oliver’ı tanışmadan önceki hayatına yolculadığı bir ayrılık dönemini anlatan Hayalet Yerler bölümlerinden oluşuyordu. Son bölüme gelene kadar Elio’nun Oliver’la geçen altı haftasına odaklanan romanda tutkunun diliyle cırcır böceklerinden şarkılara, ten kokusundan meyvelere duyularla kaydedilen anların dökümü vardı. İz bırakan zaman ve mekânlarla sınırlı bir kâinat. Gerisini hatırlamaya da anlatmaya da değer bulmuyordu Elio.
Bul Beni’de bölümlemeler, anlatıya da ağırlığını koyan müzik üzerinde: tempo, cadenza, capriccio ve da capo. Hayatın diline çevirecek olursak önce ritmi giderek artan, derken bir durma noktasına varan, çarpıcı etkileri olan bir anla beklenmedik ya da çok beklendik kararı getiren ve nihayet daireyi tamamlayıp başladığı yere dönen bir hikâye. Aciman, koca bir romanı bir müzik gibi örerken bizim zaman ve mekândan da özgürleştirerek kahramanlarının hayatlarına, kendisinin uygun gördüğü bir yerden, tam ortasından daldırıp çıkarıyor ha bire. Referans noktasıysa hep o 1988 yazı olarak kalıyor; pergelin ucunun açtığı delik misali.
Hayali anılar ve ara sıralar
Adınla Çağır Beni’de yirmi yıl sonra tek günlük bir ziyaret için o ev dönen Oliver’ın, Elio ile birlikte baba Samuel’in küllerinin serpildiği yerde eski zamanları yâd edişine tanık olmuştuk. Elio’nun annesi Anella’nın ise bunadığını öğrenmiştik. Elio Oliversız geçen yirmi yılı kitabın son birkaç sayfasında acıtıcı bir hızla özetlerken o yıllar içinde birkaç saatlik, tek günlük karşılaşmalarında, bir mektupta, bir telefon konuşmasında duraklıyordu yine. Zamanı burada genişletiyor, yaşanan kadar hatırlananı, hatırlanan kadar hayal edileni anlatıyor, yaşayamadığı Oliver’ı nasıl bir hayali anıya dönüştürdüğünü hissettiriyordu bize. Ömrünün mihenk taşıydı Oliver. Geri kalan her şeyi bir paragrafa sığdıracaktı hafızasında: “Sonra boş yıllar geldi. Hayatımı, yatağını paylaştığım insanlarla işaretlediysem ve bunlar –Oliver’dan öncekiler ve sonrakiler olmak üzere- iki kategoriye ayrılıyor idiyse, o zaman hayatın bana verdiği en büyük hüner, bu ayracı zamanda ileri doğru kaydırabilmekti. Kimileri bana, hayatı X’ten Önce ve X’ten Sonra şeklinde böldürür, kimileri neşe ve keder verir, kimileri hayatımı yolundan saptırırken kimileri hiçbir fark yaratmadı ve böylece, uzun bir süre gözüme yaşam terazisinin dayanak noktası gibi görünen Oliver’ın, onunda, onu ya gölgede bırakan ya da yolun başlarındaki bir kilometre levhası yahut önemsiz bir sapak, Plüton’a ve daha ötesine doğru yolculukta küçük, sıcak bir Merkür durumuna düşüren ardılları oldu. Bunu düşleyince şöyle diyebilirim: Oliver’ı tanıdığım zaman falan filancayı henüz tanımamıştım. Ama falan filancasız bir hayat da düşünülemezdi.”
Elio ilk erkeği olan Oliver’la yaşadıklarını, o Amerika’ya dönmeden çıktıkları Roma yolculuğunu cinsel uyanışına milat kılıyor. Görünüşte bir sinema yıldızı ışıltısına ve özgüvenine sahip Oliver’a neler olduğunu öğrenmekse sonraya kalıyor. Ancak bütün bunları diyen Elio’nun da hafızayı Oliver’lı bir ömre tahvil ettiğini biliyor oluyoruz. En çok bu biliş vuruyor zaten bizi.
Bul Beni’de, o yazdan on beş yıl sonrasına daldığımızda Elio’yu yeni taşındığı Paris’te kendisinden yaşça hayli büyük bir avukat olan Michel’le başlayan ilişkisinde buluyoruz. “Ara sıra”lardan uzun bir liste yapan, kendini hiç kimseye her şeyiyle vermeyen Elio, bu olgun adamın koşulsuz sevgisinden, bir zamanlar kendisinin Oliver’a yaptığı gibi, ona aşkla tapınmasından, biriktirdiği hayat deneyiminden etkileniyor ve sevişirlerken aslında kendine ve bize en büyük, en mahrem itirafında bulunuyor: “Ruhumu yitirdim, bunca yıldır.” Ve Michel’in Oliver’ı hâlâ özleyip özlemediği sorusuna yine hayal ve anıyı karıştıran benzersiz üslubuyla yanıt veriyor: “Yalnızken, bazen, evet. Ama yaşamıma engel olmuyor, beni üzmüyor. Bazen onu düşünmeden haftalar geçiyor. Bazen ona bir şeyler anlatmak istiyorum ama öteliyorum, hatta kendime ötelemenin bana zevk verdiğini bile söylüyorum, belki de hiçbir zaman konuşmayacak olmamıza rağmen. Bana her şeyi o öğretti. Babam yatakta tabular olmayacağını söylemişti, sevgilim ise onlardan kurtulmamı sağladı. İlk onunla oldum… Yıllardır konuşmadık, arkadaş mıyız bilmiyorum ama bir yandan da hep arkadaş kalacağımıza eminim. Beni hep çok iyi anladı, içimden bir ses diyor ki ona hiç yazmıyorsam bu umursamadığım için değil, bilakis bir parçam hâlâ umursadığı, her zaman da umursayacağı için; aynı şekilde ben de onun hâlâ umursadığını, hiç yazmama sebebinin de bu olduğunu biliyorum. Bunu bilmek de bana yetiyor.”
Hafıza tasdiktir
Bul Beni bir tasdik kitabı adeta. Başta Elio, Oliver ve Samuel olmak üzere yeni tanıştığımız, Samuel’in beklenmedik bir anda delice âşık olduğu Miranda ve Michel de sözünü eylemle, hayatı hafızayla tasdik ediyor sürekli. Elio yılları birkaç paragrafla geçiştirdiği Adınla Çağır Beni’de olduğu gibi burada “ara sırları” kısa ve vurucu bir üslupla özetleyiveriyor. Bu kez Michel’le yaşadığının farkı üzerinden: “… Köprüyü geçtim, nereye gittiğimi önemsemiyor, oturup bir fincan kahve içerek Michel’i düşünebileceğim bir kafe bulmaya çalışıyordum; sabah yaşananların dün gecenin hislerini ya da hatıralarını silmesini istemiyordum, sonunda nasıl vahşice öpüştüğümüzün hatırasını; o esnada tek duyduğum sessizlik ve inip çıkan eski asansörün rahatlatıcı gıcırtısıydı, her seferinde onu son kullananın artık bizler olmadığını hatırlatıyordu bu ses. Genelde geceleyin olanı unutur ya da zihnimin bir köşesine itmeye çalışırım; geceler genelde bir-iki saatten uzun sürmediği için zor da değildir bu. bazen gece hiç yaşanmamış gibi olur, ben de hatırlamadığım için mutluyumdur. Bu berrak sabahta kafeye oturup uzatılmış bir Noel günü yaşıyormuş gibi hissederken diğer tüm insanların işe koşturmasını keyifle seyrettim.”
Yaşamaya ve ayrıntılarına dikkat kesilmeye değer gördüğü Michel’le müziği, hikâyeleri, sırları ve Oliver’i paylaşıyor Elio. Michel’e bir bahar hediye ederken ruhunu buluyor yeniden. Ve o yıl çıkacağı Amerika turnesinde Oliver’ı görmeye de böylelikle karar veriyor. “Seninle olmak bana onu hatırlatıyor” diyor birbirinden gizlisi saklısı kalmamanın mucizesiyle. “Onunla buluşursam ona anlatmak isteyeceğim ilk şey sen olacaksın.” “Neyi, öyle yüksek bir standart karşısında yetersiz kaldığımı mı?” diye hüzünlü bir ironiyle sorulan soruya da en samimi yanıtını veriyor bir kez daha: “Hayır; çünkü standart o ve sensin. Şimdi düşünüyorum da, sadece ikiniz oldunuz. Geri kalan herkes ‘ara sır’ydı. Bana onsuz geçen yılları telafi edecek günler verdin.”
Tasdik sadece Elio ile başlayıp bitmez. Aciman, önceden sezdirdiği zaman, ölümlülük, yaşlanma, nesiller, miraslar gibi konuları bu kez alabildiğine açar. Sınanma sırası bu kez aynı zamanda Samuel’dir. Hani Elio ile Oliver’ın aşkını ilk andan fark eden ve Adınla Çağır Beni’de oğluyla o unutulmaz konuşmayı yapan babada: “Ben belki yaklaştım ama, senin yaşadığını hiç yaşamadım. Birtakım şeyler beni geri çekti ya da yarı yolda durdurdu. Hayatını nasıl yaşayacağın sadece seni ilgilendirir. Fakat, unutma yüreklerimiz ve bedenlerimiz bize sadece bir kez için verilmiştir. Çoğumuz ister istemez, sanki yaşanacak iki hayatımız varmış, birisi taslak, öteki mükemmel versiyonmuş ve ikisinin arasında bir sürü versiyonlar varmış gibi yaşarız. Ama sadece bir tane vardır, sen bunu anlayamadan yüreğin yıpranır ve vücuduna gelince, ona bakacak pek kimsenin kalmayacağı, yaklaşmak isteyenin hiç olmadığı bir noktaya varırsın. Şimdi keder var. Ben acıya imrenmem. Ama senin acına imreniyorum.”
Samuel gençken kaçırdığı fırsatı oğlunu görmek için çıktığı tren yolculuğunda karşılaştığı, hasta babasını ziyarete giden genç fotoğrafçı Miranda’da heba etmeme kararıyla tasdik ediyor. Oğlunun babası olmayı bir anlamda. Aşkta eşitlenmeyi. Ve Oliver yirmi yıllık “paralel hayat” dediği evlilik ve Elio’yla yaşamaktan vazgeçtiği hayat ihtimalini, misafir öğretim görevlisi olduğu New York’ta yoga kursundan tanıştığı Erica ve okulunda karşılaştığı Paul’e duyduğu eşzamanlı ilgide tasdik ediyor. Doya doya yaşanmamışlığıyla hücre kemiren Elio aşkını bu iki yabancının içinde uyandırdığı coşkuyla yüzeye çıkarıyor. Ne çocukluğu ne Elioyla yaşadıkları, Oliver kendisine dair hiçbir şey anlatmıyor. Aciman bizi ters köşeye yatırarak uçup da adeta rastgele konmuş gibi hissettiğimiz Oliver durağında, bu aşkın Oliver’daki derin karşılığını Oliver’ın şimdiki zamanında duyumsatıyor bize dibine kadar. Şimdiki zaman, Oliver’ın bir yılın ardından eşiyle birlikte evi boşaltıp New Hampshire’a dönecekleri günün arifesi. Boş evde verilen veda partisinde bir daha görmeyeceği Erica ve Paul’ü de buluşturup hayatına uzaktan, dışardan bakıyor sanki Oliver. “Bazı insanlar bizi yıkık ve dağılmış halde bırakıyor. Benim durumumda yıkan aslında bendim ama kendine gelemeyen de benim” diyor sohbet sırasında Erica’ya. Ve Paul, piyano başına geçip Oliver için hiç bilmeden bir zamanlar Elio’nun yaptığı üzere Bach’ın ariososunu çaldığında, ruh çağırma seansı tamamlanmış oluyor: “Koral prelüdün sesi biraz daha yükselip odayı doldururken zihnim çakırkeyifken hep olduğu gibi başka yerlere kaydı; piyanonun okyanusları, denizleri, yılları aşıp eski bir Steinway’e ulaştığını duydum, bu akşam Bach’ın çağırdığı bir ruh misali bu boş odada süzülen birinin çaldığı Steinway’e: Hâlâ aynıyız kopmadık. Böyle anlarda benimle hep bu şekilde konuşuyordu, Hâlâ aynıyız, kopmadık; yüz hatlarında alaycı bir durgunlukla. Ona her seferinde beni affetmesi için bir gerekçesi olmadığını hatırlatıyorum. Ama muzip bir şekilde gülüyor, itirazlarımı geçiştiriyor, hiç öfkelenmeden gülümsüyor, gömleğini çıkarıyor, şortuyla kucağıma oturuyor, bacakları, bacaklarıma değiyor, kollarıyla beni belimden sıkı sıkı sarıyor, o sırada ben müziğe ve yanımdaki kadına odaklanmaya çalışıyorum, o ise yüzünü yüzüme yakınlaştırıyor, dudaklarımdan öpecekmişçesine, sonra fısıldıyor: Seni budala, onların ikisi ancak bir ben eder. Ben hem erkek hem kadın ya da her ikisi birden olabilirim çünkü sen benim için her ikisi birden oldun. Bul beni Oliver. Bul beni.”
İşte o bunları düşüne yaşarken Elio’nun bize yıllar öncesinden on yedi yaşındaki hâliyle dedikleri tasdik oluyor. Girdiği her ortamı büyüleyen Oliver’ın kim bilir yine nerelerde olduğunu, hatta kimlerle eğlenip seviştiğini düşünürken aşağıdaki kayalık sahilde, ayışığında tek başına oturduğunu görürken hissettiği o koca sevgi hani. Tıpkı Oliver’a gösterip paylaştığı kendi sığınağı olan Monet’nin Taraçası gibi genç adamın da kendi içine çekildiği, hem de her gece saatlerce oturduğu bir yer olduğunu keşfediyor. Sadece arzu değil, aşk olduğunu anlıyor içindekinin o gece: “Hayatımda tanıdığım en iyi insandı bu. Onu çok iyi seçmiştim.” Güvenmeyi ve güvenilmeyi, itimadın ta kendisini tasdik ediyor sen ve ben’i birbirinde harmanlayan, birbirileşen ve ancak böyle tam anlamıyla kendi olabilen bu ikili.
Hatırlama akdi
Daha önce de bu alıntıya yer vermiştim. Kitapta akan zamanın Elio’da yarattığı aciliyet ve kayıt bilinci, aşk daha itiraf edilmemiş ve yaşanmamışken dahi oradaydı: “… o sabahlarda ettiğim tek dua, zaman dursun diyeydi. O yaz hiç bitmesin, Oliver hiç gitmesin, sürekli yeniden çalan müzik sonsuza dek çalsın… Sabahları yuvarlak masada oturup uyarlamalar üzerinde çalışırken hedeflediğim şey onun arkadaşlığı değildi, herhangi bir şey değildi. Sadece başımı kaldırıp bakınca orada onu, güneş kremini, hasır şapkayı, kırmızı mayoyu, limonatayı görmekti. Başımı kaldırıp seni görmek, Oliver. Çünkü başımı kaldırıp baktığımda senin artık orada olmayacağın gün çok yakında gelecek.”
Bu nokta, hafızanın nasıl işlediğini göstermesi açısından önemli. Hatırlamak dediğimiz şey aslında kaydetmeye karar verdiğimiz anda, yani yaşananla eşzamanlı olarak başlıyor. Brüt ömründen net anlar olarak belirlediğin şeyin adı oluyor anı. Sende kalıyor. Elio’nun deyimiyle mabedin oluyor.
Mâbetler, cisimleşmiş hikâyeler bir bakıma. Buradaydık, vardık, yaşadık diyen işaretler. Mâbet bu anlamda bir hafıza akdi ve anlaşmanın imzası yaşanan anda atılıyor. Yani, neyin anı olacağına anda karar veriyoruz. Mâbet anlatılarımız da başkalarına söylerken kurduğumuz, yıktığımız, restore ettiğimiz anı yıkıntıları oluyor.
Samuel ve Elio, birbirlerinin mâbetlerini gezen bir baba-oğul. Roma ziyaretlerinin en güzel zamanı, sessizce çizdikleri bu anı rotaları. Sevdiği kadını oğluyla tanıştırırken Miranda’nın oturdukları kafenin kimin mâbedi olduğuna dair sorusuna Samuel’in verdiği yanıt aslında mâbet denilen şeyin akışkan büyüsünün ifadesi:
“ ‘Tam emin değiliz,’ dedim. ‘Başta Elio’nundu, sonra ben onunla buraya gelmeye başlayınca benim de oldu, en sonunda ikimizin de sayıldı. Yani birbirimizin hatıralarını baştan yazıp yaşadığımız söylenebilir. Bu yüzden buraya gelmenin, içimdeki profesörün bile kelimelere dökemeyeceği daha başka, daha derin bir anlamı var. Şimdi sen de bu mâbetlerin bir parçasısın Miranda.”
Elio: “… epey bir zaman önce, sanatçıların arasında yaşayan bir sanatçı olarak sürebileceğim hayatın ilk örneğini burada görmüştüm. Babam Roma’ya her geldiğinde buraya mutlaka uğrarız” diye anlatıyor mekânın önemini. Burası, Oliver’la aralanan kapının ardına kadar açıldığı ve dünya üzerinde nasıl var olmak istediğine dair, içindeki tutkulu müzisyene dair ilk işaretleri yakaladığı yer. Bir koordinat. “… hayatı kısa bir süreliğine avuçlarımda tuttuğum, hayatın sonrasında hiç aynı olmadığı bir ânın işareti. Bazen hayatımın burada durduğunu ve ancak burada tekrar başlayacağını düşünüyorum.”
Babasını tıpkı on yıl önce kendi olduğu gibi âşık görmenin şaşkın, esrik mutluluğuyla hiç yapmadığı kadar açılıyor o gece Elio. Samuel’e ve Miranda’ya en büyük hediyesini veriyor. Babası o gece oğluyla bir mabede daha sahip olduklarını fark ediyor. Çünkü paylaşılan mâbet çoğalıyor ruhlarda:
“Via della Pace’ye vardığımızda bizi o bölgedeki en sevdiğim kiliselerden birine götürecek sandım. Onun yerine kilise karşımıza çıkar çıkmaz sağa dönüp bizi Via Santa Maria dell’Anima’ya götürdü. Sonra, birkaç adım daha atınca, tam da benim evvelsi gün Miranda’yla yaptığım gibi, duvara çok eski bir lambanın yerleştirilmiş olduğu bir köşede durdu. ‘Sana bunu hiç anlatmadım baba ama bir gece zil zurna sarhoştum, Pasquino heykelinin oraya kusmuştum, kafam hayatımda hiç olmadığı kadar güzeldi ama yine de tam da bu duvara yaslanırken, ne kadar sarhoş olursam olayım biliyordum ki bu, Oliver bana sarılırken bu, benim hayatımdı, daha önce başkalarıyla yaşanan her şey o anda bana olan şeyin kaba bir taslağı ya da silik bir eskizi bile sayılamazdı. Şimdi, on yıl sonra ise bu eski sokak lambasının altındaki duvara baktığımda tekrar onunlayım ve sana yemin ederim ki hiçbir şey değişmedi. Otuz, kırk, elli yıl sonra da hâlâ aynı şeyleri hissedeceğim. Hayatımda birçok kadınla, daha da çok erkekle tanıştım ama tam da bu duvara sinen iz, tanıdığım herkesi gölgede bırakıyor. Buraya geldiğimde ister yalnız olayım ister biriyle, mesela sizlerle, hep onunlayım. Burada bir saat durup bu duvara baksam bir saat onunla olurum. Bu duvarla konuşsam o da benimle konuşur.”
“Ne der?” diye sordu Miranda, Elio ile duvarın konuşma fikri onu etkilemişti.
“Ne mi der? Çok basit: ‘Ara beni, bul beni.’”
“Peki sen ne diyorsun?”
“Ben de aynı şeyi diyorum. ‘Ara beni, bul beni’ İkimiz de mutluyuz. Artık biliyorsunuz.”
Bu ânın mâbet olmasına Adınla Çağır Beni romanında, yaşanan ânın ta kendisinde karar vermişti Elio. O zaman tutkunun orta yerinde bize şöyle seslenmişti: “…Yine aynı şekilde karanlık, bomboş, parıldayan bir yan sokaktan geri dönüp Via Santa Maria dell’Anima’ya çıktık. Tepemizde, köşedeki küçük, eski bir binanın duvarına asılmış, zayıf, dört köşe bir sokak lambası asılıydı. Eski günlerde bunun yerinde bir havagazı lambası vardı herhalde. Ben durdum, Oliver da durdu. ‘Hayatımın en güzel günü ve ben sonunda kusuyorum.’ Dinlemiyordu. Beni duvara yaslayıp öpmeye başladı; kalçalarını kalçalarıma bastırıyordu ve kollarıyla beni kavrayıp ayaklarımı yerden kesecekti neredeyse. Gözlerim kapalıydı fakat onun öpüşmeyi bırakıp etrafa bakındığını biliyordum; gelip geçen insanlar olabilirdi. Bırak, endişelenen o olsun. Sonra tekrar öpüştük. Gözlerim hâlâ kapalıyken, sanırım iki kişinin sesini duydum; yaşlıların sesiydi ve şunlara bak falan diye söyleniyor, eskiden böyle şeyleri hiç görürü müydük diye soruyorlardı. Ama ben onları düşünmek istemiyordum. Hiç endişelenmiyordum. Hayatımın geri kalanını böyle geçirebilirdim: Onunla birlikte, gece vakti, Roma’da, gözlerim tamamen kapalı, bir bacağım onun Bacağına sarılı halde. Önümüzdeki haftalar yahut aylar içinde buraya tekrar gelmeyi düşündüm; çünkü burası bizim yerimizdi.”
On beş yıl sonra Elio onu birkaç saatliğine New Hampshire’da ziyaret ettiğinde birbirlerine en çok iz bırakan anları soracaklardı. Orada, muhatabını ve suç ortağını bulmuşken çok daha az kelimeye ihtiyaç duymuştu Elio. Elio demek Oliver, Oliver demek Elio demek de olduğundan:
“En iyi hatırladığım, ilk gece… çok bocaladığımdan herhalde. Fakat ayrıca, Roma. Via Santa Maria dell’Anima’da bir yer var, Roma’ya her gidişimde ziyaret ederim. Oraya bir an bakıyorum, hemen her şey gözümün önüne geliveriyor. O gece kusmuştum ve bara geri dönerken beni öpmüştün. İnsanlar geçip gidiyordu ama hiç aldırmıyordum, sen de. O öpüşmenin izi hâlâ duruyor orada, çok şükür. Senden bana kalan bir tek o. O ve gömleğin.”
Hatırladı.
“Peki ya sence,” diye sordum, “hangi an?”
“Roma yine. Piazza Navona’da birlikte sabaha kadar şarkı söylememiz.” Bu noktada turistlerle iç içe geçişlerini anımsatıyordu Oliver Elio’ya ve kendi mabedini paylaşıyordu bir anlamda:
“Onlar sana serenat yapıyordu… ve sen öyle sarhoştun ki, ne yaptığını bilmiyordun. Sonunda birinden gitarını alıp çalmaya ve sonra birdenbire şarkı söylemeye başladın. Ağzı açık kaldı hepsinin. Dünyanın bütün sarhoşları, koyunlar gibi Handel dinliyordu. Hollandalı kızlardan biri kafayı yedi. O kızı otele götürmek istedin. Kız da gelmek istedi. Ne geceydi. Sonunda piazza’nın arkasındaki kapalı bir kafenin boşalmış terasında oturuyorduk, sırf sen ve ben ve kız, güneşin doğuşunu seyrediyorduk, her birimiz birer sandalyeye çökmüş halde.”
Aynı ânı Elio da kaydetmişti. “Sevgilisinin penceresinin önünden geçen, ama kızın kız kardeşinden, Nennélla’nın öldüğünü öğrenen bir delikanlının şarkısı, bir Napoliten. Bir zamanlar çiçekler açan o dudaklardan şimdi kurtlar çıkıyor sadece. Elveda pencere, çünkü Nenna’m artık bir daha bakamayacak dışarıya.
Seslerimiz Roma’nın dar, nemli sokaklarına yankılandı.
O kız hep ağlardı yalnız yatıyor diye,
Şimdiyse yatıyor ölülerle birlikte.
Şimdi, yılların ötesinden, Napoliten şarkının bu sözlerini gün doğmak üzereyken söyleyen ve Roma’nın karanlık sokaklarında birbirlerine sarılıp tekrar tekrar öpüşürlerken, ikisi de bunun sevişecekleri son gece olacağını fark etmeyen iki gencin sesini hâlâ duyar gibiyim.”
Bul Beni’de Oliver bir başka mabedini, 16 Kasım ritüelini de paylaşıyor yokluğun yirminci yılında artık nihayet birbirlerini bulduklarında. Onun İtalya mabedi şişeye hapsettiği bir gemi gibi. Limana çektiği varlığının her zerresiyle o gemiyle gideceği rotayı özlediğini hissediyoruz. Müze evini gezdikleri Kavafis’in İtalya’daki bir Yunan kolonisiyle, Poseidonya’yla ilgili şiirinde bu topluluğun zamanla kendi kimliklerine ait her şeyi nasıl unuttuklarını ve sadece bir gün bir festivalde o özün ortaya çıkmasına izin verdiklerinden bahsediyorlar. Bu kez İskenderiye’deler. Aciman, doğduğu toprağa selam vererek birleştiriyor kahramanlarını:
“Ardından Oliver bana asla unutmayacağım bir şey söyledi: her yıl 16 Kasım’da –doğum günümde- evli olmasına, iki çocuk babası olmasına rağmen kendi içindeki Poseidonyalıyı düşünmeye, eğer birlikte kalsaydık nasıl bir hayatı olacağını düşünmeye zaman ayırdığını. ‘Yüzünü unutmaya başlamaktan korkuyordum, sesini, hatta kokunu,’ dedi. Yıllar içinde ofisine yakın bir yerde kendi bir ayin mekânı bulmuştu, göle bakan bu noktada o gün birkaç dakika durup yaşanmamış hayatımızı, benimle olan hayatını düşünürdü. Babamın ifadesiyle mâbet ziyareti uzun sürmez, hayatın akışını bozmazdı. Ama yakın zamanda, diye devam etti, belki o yıl başka bir şehirde olduğu için birden durumun tamamen çevrildiğini idrak etmişti, yılın o gün hariç her günü bir Poseidonyalıydı; geçmiş günler cazibelerini hiç yitirmemişti; hiçbir şey unutmamıştı, unutmak da istemiyordu.”
Bu da bizi yine Adınla Çağır Beni’nin sonuna ışınlar. “Ben de senin gibiyim. Her şeyi hatırlıyorum” diyen Oliver’a Elio’nun vermek istediği yanıta:
“Bir saniyeliğine durdum. Her şeyi hatırlıyorsan eğer, demek geldi içimden, ve gerçekten benim gibiysen, o zaman, yarın gitmeden önce ya da tam taksinin kapısını kapatmak üzereyken, diğer herkese hoşça kal demişken, yaşamda söylenecek hiçbir şey kalmamışken, o zaman, sadece bu kez, bana doğru dön, sadece bir jest ya da sonradan aklına gelmiş bir şey olsa da, seninle beraberken benim için her şeyden değerli olan, o zamanlar yaptığın gibi, yüzüme bak, göz göze gel ve adınla çağır beni.”
Oliver’ın sevişirken yıllar önce “Adınla çağır beni, ben de seni benimkiyle” diyerek mühürlediği hemhâllik bu kez bul beni diyerek sağlamasına kavuşmuştur. Adınla çağıranı kaybedemezsin. Tekrarı olmayan bir biricikliktir bu. Adınla çağıranı bulmak o yüzden kavuşmaktır sadece. Aradan geçen zamanı inkâr etmezsin ama “Nerde kalmıştık” der gibi gelir adını ona adını sana vermiş olan. İnsan kendisinden hiç ayrılamaz ki…
* Bul Beni, André Aciman, Türkçesi: Berrak Göçer, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2020
* Adınla Çağır Beni, André Aciman, Türkçesi: Süha Sertabiboğlu, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2009