Ayasofya’dan sonraki “inşa” süreci

Selçuklu ve Osmanlı’ya ait olmayan hiçbir hikâye bizi hiçbir şekilde ilgilendirmiyor.

ORHAN KEMAL CENGİZ

05.08.2020

Bir çiçeği, kendi tarhında, doğal mekânındayken sevemiyorlar.

Sevebilmeleri için, o çiçeğin koparılması, kendilerine ait bir saksıya konması gerekiyor. 

Dinciler ve milliyetçilerin, nesnelerle, eserlerle, insanlığın ortak mirasıyla kurdukları ilişki böyle maalesef.

Elde edilmiş, üzerinde hâkimiyet kurulmuş olmadıkça, bir eserin, bir anıtın çok da kıymeti harbiyesi yok onlar için.

Bu nedenledir ki, Türkiye’de Türklük ve Müslümanlıkla ilişkilendirilemeyen hiçbir eserin, anıtın, turistik çekim merkezi olmak dışında hiçbir değeri yok.

Felsefenin kurucu babaları Thales’in, Anaksimenes’in, Aritsto’nun, Epiktetos’un Anadolu topraklarında hiç olmazsa hayatlarının bir bölümünü geçirmiş olmaları kimseye heyecan vermiyor.

Büyük İskender’in hayranlık duyduğu Diyojen’in Sinoplu olması kimsenin umurunda değil.

Sümerlerden, Etilere, Roma İmparatorluğu’ndan, Bizans’a pek çok uygarlığın bu topraklar üzerinde yeşermiş, serpilmiş olması, hiç de önemli değil.

Çünkü bizim onlarla hiçbir ilişkimiz yok.

Selçuklu ve Osmanlı’ya ait olmayan hiçbir hikâye bizi hiçbir şekilde ilgilendirmiyor.

Ayasofya’nın 85 yıl sonra camiye çevrilmesi, bunu gerçekleştirenlerin muhayyilesinde işgal ettiği dinî ve sembolik kıymetin yanı sıra, kendine ait hissetmedikçe, çevresinde gördüklerinden keyif alamayan, gönenç duyamayan, kendini insanlık ailesinin bir ferdi olarak göremeyen bu zihniyetin ürünüdür.

Tıpkı Anadolu’nun değişik yerlerinde camiye çevirdikleri diğer küçük Ayasofya’lar gibi, büyüğünü de âlây-ı vâlâ ile camiye dönüştürdüler.

Milliyetçilere göre egemenlik, dincilere göre de “kılıç hakkı,” bunu gerektiriyordu.

Siyasi iktidarın Diyanet İşleri Başkanı’nın eline verdiği kılıç, Ayasofya’nın neden ve niçin sadece Müslümanlara ait olduğunu anlatmak için oradaydı.

Taliban’ın, Ayasofya’da bayrak açması boşuna değildi.

Bu dönüşümü kutlayanların başında İran’ın gelmesi bir tesadüf değildi. 

Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” adını verdiği mücadelede, Ayasofya, kınından çekilmiş bir kılıç gibi, Türkiye’nin bu çatışmanın en ön saflarında yer alacağının uğursuz bir işareti olarak insanlığın gözüne sokuluyordu.

Yıllar önce AK Parti’nin İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu, önümüzdeki yılların bir “inşa süreci” olacağını müjdeliyor ve bu inşa sürecinde kendileriyle paydaş olanların bir süre sonra ayrışacağını söylüyordu.

Liberalleri bu paydaşların en başında sayıyordu Babuşçu.

Dediği gibi onlarla yolları ayrıldı.

Bu “inşa sürecinde,” Ayasofya dinciler ve milliyetçileri hâlâ bir arada tutan bir tutkal gibi görünüyor.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsünün, şüphesiz ki Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinin verdiği heyecan ve cesaretle söylediği “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır,” sözleri, bu inşa sürecinin ilerleyen aşamalarında dinciler ve milliyetçilerin de yollarının ayrılabileceğini gösteriyor.

Nitekim Diyanet İşleri Başkanı’nın Ayasofya’yı müze yaptığı için (isim vermeden) Atatürk’ün lanetlendiğini söylemesi, MHP lideri tarafından zar zor tevil edilebildi. 

İnşa devam ederken, tevili çok daha zor hamleler de gelebilecektir.

Ayasofya’nın ardından başlayan “halifelik” tartışmaları boşuna değil.

Birilerinin büyük bir heyecanla bu inşa sürecini hayal ettiğine hiç şüphe yok.

Ayasofya’yı camiye çevirirken de, aynı heyecan ve iştahla hareket ettiler.

Ama, onları derinden heyecanlandıran semboller, aç insanların karınlarını doyurmuyor, paranın pul olmasının önüne geçemiyor; insanların marketlerde, pazarlarda ceplerindeki paranın her geçen gün daha az şeyi satın aldığını acı acı fark etmelerini engelleyemiyor.

Ayasofya yenilip, içilemiyor. Bu inşa sürecinde bina etmeyi düşündükleri diğer şeyler de öyle…

Nitekim, Cumhurbaşkanlığı sözcüsünün yazacaklarını söyledikleri kendi hikâyelerinin çoktan yazıldığını Cihangir İslam fevkalâde veciz bir şekilde ifade etti: 

"Kendi hikâyenizi bizleri yolsuzluğa, yoksulluğa ve yasaklara mahkûm ederek zaten yazdınız.”

Evet, Türkiye’nin yeni bir hikâyeye ihtiyacı var. Ama bu hikâye Pan-İslamist ham hayaller üzerine kurulmayacak. Dincilerin ve milliyetçilerin yazabilecekleri yeni bir hikâye yok.

Ayasofya, İslamcıların çocukluk hayali, yeni bir hikâye değil.