Derinlikler

Geçmişle ilişkimizi bu şekilde kesersek, kurbanların iyileşmek için beklediği yüzleşme süreçlerine ne olacak?

ÜMİT KIVANÇ

25.09.2020

Geçmiş büyük suçların işlenmesini tahrik eden, teşvik eden veya meşrulaştıran veya örtmeyi, suskunlukla gizlemeyi sağlayan eğilimler ve iç kuvvetler bugün de varlıklarını sürdürüyorlarsa ne olacak? Geçmiş suçları inkâr telaşının yolaçtığı patolojik haller… Geçmişi doğru dürüst “işleyememe” toplumun geleceğini nasıl karartır? Böyle tatsız fakat mecburî konularımız var. Theodor W. Adorno’nun 1950 ve 1967 tarihli iki konuşmasından meydana gelen Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri (çevirenler: Şeyda Öztürk, Tarhan Onur, Metis Yayınları, İstanbul 2020) kitabını karıştırmayı sürdürüyoruz.

Adorno, ikileme dikkat çekiyor: Kolektif suçun büyüklüğünün savunma reflekslerinin öğütücü mekanizmasınca mazeret kaynağına dönüştürülmesine. “İşlenen suçun ölçülere sığmaması,” diyor, “onu haklı çıkarmaya bile yarıyor. Üşengeç, gevşek bir bilinç, kurbanlar herhangi bir neden yaratmamış olsalardı böyle bir şey olmazdı zaten, diyerek kendini avutmakta…” O “neden” tabiî tam da “herhangi bir” şey olabiliyor. Hattâ bu, günün gereklerine göre her dönemde yeniden tanımlanabiliyor. Kimi zaman içerideki “hainler”in ekmek teknesine pisleyen kötü ruhlu yaratıklar olması işe yararken bazen de onları maşa eden dış düşmana esas oğlan rolü verilebiliyor. Bazen “Yahudi”nin tefeciliği ya da “Ermeni”nin, “Rum”un tüccarlığı, kendi başlarına suç veya “savaş sebebi” olmayışlarına rağmen, kahredici saldırı ve imha hareketleri için meşrulaştırıcı koşul yerine geçebiliyor. Sözkonusu işleri sadece bazı bireylerin yürütüyor oluşuna rağmen bütün azınlık nüfusunun bunlarla -“suçlarla”- özdeşleştirilmesi, suç-ceza dinamiğinin önemli adımı. (Her şeye elkoyup, tefeciliği, tüccarlığı onların elinden kapıp kendin yapmaya başladığında bu işlerin, sahibini hedef haline getiren şaibeli faaliyetler olmaktan çıkıvermesi de bereketli mevzu, ama Adorno’nun konuşmasındaki çerçevenin dışına taşırmayalım lafı.)

Evet, “son derece kurgusal suç”un karşılığı, “son derece gerçek ceza” ile veriliyor, buradaki “canhıraş dengesizlik”e kimse “aldırmıyor”. Mantıkî uzantıların, bağlantıların yok edilişi, hemen bütün faşizan süreçlerin ortak yönlerinden. Bahsettiğimiz “ceza” ise kurgusal olmayan, bütünüyle hakiki bir suç oluşturuyor; sahibini de insanlık suçu işlemiş fail konumuna getiriyor. Ve bununla yüzleşmemek için, her kolu insan ruhunun başka derinliklerine uzanan,  devâsâ boyutlarda mekanizma kuruluyor. Mekanizmanın yakıtı, doğrudan zihinle, duygularla ilişkili eğme bükme işlemlerinden temin ediliyor. Meselâ, Adorno’nun sözleriyle, “Hitler’in cinayetlerinden de, ona coşkuyla alkış tutanlar değil, erki ele geçirmesine ses çıkarmayanlar sorumlu tutul[uyor]”. Failin fiildeki aslî rolünü gizlemeye, çarpıtmaya yönelik bu manipülasyon faaliyetini çok iyi tanıyoruz. 

Tıpkı bunun gibi, “Suçluluk kompleksine gerek yok!” tepkilerinin gerisinde yatanı da. Adorno, “kompleks” kavramını ortaya sürmenin nasıl bir manevranın parçası olduğuna da işaret ediyor: ortada suç yokken yersiz üzüntüye kapılındığı, hiç üstlenilmemesi gereken sorumluluğun altına girildiği yanılsaması yaratmak. Böylece “dehşet verecek kadar gerçek olan geçmiş”, birilerinin yanılsamalarından, yersiz, fuzulî duygularından türeme hayalî yaratı niteliğine bürünüyor. “Orada suç yoktu ki!”ye sadece bir adım mesafe kalana kadar yaklaşılıyor. Yoksa o suç denen şey, bizzat “kompleks”ten mi ibaret? Geçmişin yükünü sırtlamak “başlıbaşına marazîlik” mi?

Adorno gerçek olan geçmişi sanrı haline getirmenin, “Goethe’den kaynaklanan ‘Ve sanki hiç olmamışçasına iyi ve hoş’ sözündeki kıssadan hisseyi” hatırlattığını belirtiyor: “…ne var ki bu, Faust’un en can alıcı yerinde, şeytan tarafından kendi en gizli iç ilkesini, anımsamanın yok edilmesini açığa çıkarmak için söylenir. Yani katledilenler, güçsüzlüğümüzün onlara armağan edebileceği yegâne şeyden, bellekten de yoksun bırakılmak durumundadır.”

Olmuş şeye olmamış demenin gerekleri de sonuçları da yöntemleri de karmaşık, bireylerin ruhlarını hurdahaş edebilecek, böylelikle koca toplumun zehirlenmiş halde ve kendini mütemadiyen yeniden zehirleyerek yaşamasına yolaçabilecek şeyler.

“Tarih yitimi”

Adorno buradan, “tarih yitimi” diye adlandırarak işaret ettiği tehlikeye geçiyor; “hafızasız bir insanlığın ürkünç görüntüsü”ne. Zira büyük suçları gizleme, herkesi -pek münasebetsiz ve zalimane tutumla, kurbanları da- bunları unutmaya çağırma, yalnız suçları inkâra yönelik siyasî veya psikolojik çabaların sonucu olmayabilir. Bir de büyük, genel eğilim var, geçmişle ilişki koparmayı buyuran. “Burjuva toplumu”nun, mâlûm arkasına bakmadan “ilerleme ilkesi”nden ötürü, “kaydedilip toplanmış bilgiye artık pek gereksinimi olmaması”. Henry Ford’un “Tarih safsatadır” (“History is bunk”) sözünü hatırlatıyor filozof; “Amerikan bilincinin tarihe yabancılığını”vurgulayarak. Kendini tarihle bağlama mecburiyeti ancak birkaç yüzyılla sınırlı “Amerikan bilinci”nin, -bu elbette Orta ve Güney Amerika’yı kapsayan bir tanım değil- burjuva yaklaşım ve kültürünün daha saf, katıksız biçimlenişlerini barındırdığı varsayılır. Ford’un sözü bu yüzden ilaveten anlamlı. “Anımsama”, “zaman”, “bellek” gibi kavramlar ve hayattaki karşılıkları, Adorno’ya göre, “ilerleyen burjuva toplumunca bir tür akıldışı artık olarak ayıklanıp atılacak”şeyler: “İnsanlık bellekten vazgeçiyor ve anlık olan her şeye uyum sağlamak için soluksuz bir çaba gösteriyorsa, bu olguda nesnel bir gelişim yasası yansıyor demektir.”

“Geçmiş” derken kastedileni en azından meselâ geçen yıldan geriye doğru uzatan, buna dünkü Facebook paylaşımlarını ve sabahki Instagram “post”larını henüz katmayan 1960’lar toplumunda söylüyor Adorno bunları. Varlığını göstermeye çalıştığı “nesnel yasalar” artık dünyanın büyük kısmına yayılmış büyükşehir insanlarının yaşantısına yön veriyor. 

Geçmişle ilişkimizi bu şekilde kesersek, kurbanların iyileşmek için beklediği yüzleşme süreçlerine ne olacak? Yoksa kurbanların uzantısı görülenlerin de, en azından manevî bakımdan gözden çıkarılması mı gerekecek? Fazla ses çıkarır, rahatsızlık verirlerse bu gözden çıkarmanın boyutları mı değişecek?

Muhtaç olduğumuz şok

Geçmişin “işlenmesi” adına filozofun büyük suç sonrası döneminin insanlarından beklediği, kaçınılmaz olarak yüzleşme sorunsalını önümüze getiriyor. Böylesine büyük ve derin toplumsal psikoloji meselesi de bizi toplum diyerek çoğunlukla bir çırpıda toparlayıverdiğimizi sandığımız varlığın ruhsal derinliklerine sürüklüyor.  

Adorno konuşmasının bir yerinde, Franz Böhm’ün “çarpıcı” bulduğu tesbitini aktarıyor. Böhm, Almanya’da çeşitli kesimlerin ideolojileri üzerine yapılan araştırmanın sonuçlarına önsöz yazmış ve -bugün “yerli-millî” kavramının halktaki karşılığı hakkında düşünürken de gözönüne almak gereken- önemli sözler söylemiş: “Bu araştırmayı okuduğumuzda duyduğumuz şokun sebebi nedir peki? Sanırım iki yönlü bir şoktur bu. İlk olarak, kendini seçimlerde, referandumlarda, kamusal demeçlerde, gazete yazılarında, radyo yayınlarında, siyasal parti ve grupların platformlarında, parlamento tartışmalarında, siyasal toplantılarda ortaya koyan ve adına kamuoyu denen şeyin yanında, bir de yok-kamuoyu vardır. Kamuoyuna ait beyanların yanında bir tür ikincil para birimigibi dolaşımda olan bu yok-kamuoyunun içerikleri, birincininkilerden çok farklı da olabilmektedir. Hattâ bu ikincisinin değeri, görünürdeki kamuoyundan belki çok daha sabit ve istikrarlıdır…”

Böhm, “kamusal alanda ve özellikle dış ülkelere karşı”, sanki “gerçek kanılarımızmış gibi, gururla” ortaya konan “görünürdeki kamuoyuna ait kanılar”ın, “üzerimizde tören giysileri varken dile getirdiğimiz resmî görüşler”den ibaret olduğuna dikkat çekmiş: “Evet, ortalıkta kamuoyu diye dolaşan şey, insanların bizim gerçek kanılarımız olduğunu sanmalarını istediğimiz (iç tutarlılıktan yoksun, birbiriyle çelişen) görüşlerin toplamı ve yok-kamuoyu da gerçekten bize ait olan (yine tutarsız, birbiriyle çelişen) kanıların toplamıymış gibi görünüyor.”

Böhm, insanların ilk şoku “iki ayrı kanı biriminin dolaşımda olduğunu” fark edince yaşadıklarını, ikinci şokunsa, “resmî olmayan kamuoyunu oluşturan değerlere baktıklarında”geldiğini belirtmiş.

Bizim de, evet, bunca şeyden sonra, hâlâ, bu devirde, böyle bir şoka ihtiyacımız olduğunu sanıyorum. Memleketi ve hayatı çözmüş olma iddiasındaki “münevverân”ın bizim “yok-kamuoyu”muza dair bilgisi belki sıfır değil, ancak oraya ulaşılamadığında olacaklara, yani olanlara, köklü değişim isteniyorsa bunun oraya ulaşılmaksızın gerçekleşemeyeceğine dair ilgisi sıfıra yakın. Üstelik, orada neyin nasıl şekillendiği ve yerleştiği, kök saldığı, soyunu nasıl sürdürdüğü, bunda kimlerin, hangi toplumsal mekanizmaların -yoksa bizzat devlet-toplum ilişkisinin mi?- sürekli rolü olduğu kurcalanmadan, değişirse her şeyi değiştirebilecek öze yaklaşmak bile mümkün değil. Toplumu devlete yamayan, dinimsi, tuhaf yaşama tarzı yüzyıllar boyunca ruhumuzu şekillendirmişken demokrasi tartışmak olacak şey mi meselâ? (Demokrasi konusuna bir sonraki yazıda gireceğiz.)

Türkiye’de farklı toplumlar halinde yaşıyoruz. Köklü değişim için, bunların teması ve rezonansına ihtiyaç duyuyoruz. Bunun önündeki büyük engel, farklı toplumların birbirlerine karşı duydukları şüphe, uzaklık, güvensizlik. Fakat en büyüğü bu mu? Meraksızlık hepsinden önce geliyor olabilir. Pekâlâ bütün kötülüklerin anası haline gelebilecek şu “yok-kamuoyu” düzlemine geçildiğinde, hayatı ve memleketi çözmüşlük yanılsaması satarak caka yapan münevverân, fikriyatından, hissiyatından ne kadar çok parçaya öbürkülerde de tıpkısıyla rastlayacak ve belki üçüncü şoku yaşayacaktır?

“Yok-kamuoyu” meselesinin yok sayılışı ve bağlı sorunlar için Türkiye’de her başvurana verilecek kod tek kelimeliktir: “çomar”.

Adorno’dan aktarmayı ve üzerine düşünmeyi bir yazıyla daha sürdüreceğim. Filozof bize hiç açmak istemediğimiz ama açmazsak da soluksuz kalarak feci şekilde can vereceğimiz sayfalar açtırıyor. 

– DEVAM EDECEK –