Fay hatları

Babanın isyanı, malzeme niyetine depremzede değil insan sayılma talebinin ta kendisi: “Bırakın acımızı yaşayalım.”

KARİN KARAKAŞLI

09.11.2020

Deprem ve hafıza arasındaki ilişki, diğer pek çok şey gibi çok sorunlu bu topraklarda. Balıklara hakaret sayılacak “balık hafıza” terimine koşut, bilinçli bir inkâr ve unutma hâli var. Kim bilir, belki bir çeşit hayata devam etme mekanizmasıdır bu da. Yine “normal akış”a dönme, bir sonraki felakette pıtrak gibi bitiverecek uzmanların ve akbaba sürüsü kimi muhabirlerin ortaya çıkışına kadar her şeyi sanki hiç yaşanmamışçasına unutma. Devam edilen o normal, insan onuruna yaraşır bir hayat olmaktan çoktan çıkmış nasıl olsa. 

Fay ile depremin tanımı bilimde çok sarih. Yer kabuğu ile okyanuslar ve denizlerin tabanındaki kayalar, grafiklerde gördüğümüz üzere üst üste konulmuş defter sayfaları gibi kıvrılıp kırılıyorlar. Bu hatlar boyunca birbirine doğru hareket eden sıkışma kuvvetleriyle birbirine ters yönde oluşan genişleme kuvvetleri kırılmalara yol açıyor. Fay, işte bu kırılmanın adı. O enerji aniden boşaldığına, başımıza geleni biliyoruz.  

Başımıza geleni biliyoruz da ben sonrasına hep gafil avlanıyorum. Duygu sömürüsü ve riya, depremden daha az yıkıcı bir şey değil zira. Hele de ortalık can pazarına dönmüşken. Bir bakmışın enkaz altından inanılmaz bir emek ve mucizeyle günler sonra sağ çıkarılmış bir çocuğun, kurtarıcısına tutunmuş parmağı tabak, çanak, kupa olmuş. Umutmuş bunun adı.

O aynı umut bir muhabirin, maskesinin altından bile görülen bir sırıtışla çadır, battaniye, çay, çorba güzellemeleri yapması, sanki yeni açılan bir tesisi tanıtırmışçasına gururla salınmasında da görünüyor. “Burada da depremzedeler için psikolojik destek bölümü var” dediğinde, yine o bildik saflığıma kapılıp psikologların görev yaptığını düşünüyorum. Meğerse Diyanet İşleri’nin yayınları varmış. Hani şu on ay önceki Elazığ depremi sonrası hutbesinde Başkanı Ali Erbaş'ın, “Esasında deprem afeti bize hem dünya için, hem de ahiret için bir uyarıda bulunuyor. Deprem, kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır” dediği Diyanet İşleri.

Oysa insan insanın kıyametidir. Ötesi yok.  Hep o muhabiri düşünüyorum ne hikmetse. Sen o yayın bittikten sonra evine dönecek, ilk iş ayakkabılarını ve üstünü başını çıkarıp rahat bir şeyler geçireceksin üzerine. Yersiz yurtsuz hisseden insansa, üzerindekilerle ana rahmi pozisyonu alıp bir köşeye kıvrılır. Uyku geç bulur onu ya da hiç bulmaz. Aynı saatlerde, o sabahın gelmediği gecenin bitmediği araf kıyameti saatlerinde sütyenini bile çıkarmamış kadınlar, poşet içine olası bir gözaltı için yedek çamaşır, kıyafet koyan erkekler kapının kırılmasını bekler. Çünkü o kapı mutlaka kırılır. Başka türlü geliş görülmemiştir.

Toplumların da fay hattı var. Bir istiap haddi. Sabır taşının çatladığı. İşte orası da insanın fay hattı. Sözüm ona yetkililerin ar damarı çatladığında, hukuk bir tutsaklık işkencesine meze yapıldığında ortaya çıkan infial. Öncesi uğultulu bir sessizlik belki. Sonrası haykırışlar. Depremde göçük altlarına doğru atılan “Sesimi duyan var mı?” çığlığı gibi. Çünkü her insan sesini duyurmak ister şu hayatta. Sesiyle, gerçeğiyle kaale alınmayı, muhatap kılınmayı, hayatının öznesi olmayı.

O hakkın, o doğal varoluş şartının bedeli var bu topraklarda. Çünkü devletin olağan şartlarda vatandaşlarına karşı sorumlu olduğu varsayılan asgari can güvenliği açısından da tuhaf bir ilişki söz konusu. Devlet aygıtı buralarda kendi güvenliğini insanların canı pahasına sağlayabileceğini düşünüyor. Hakkını ararken hain, deprem alanına koşarken kurtarıcı olan o bir ve aynı madencinin portresinde görüldüğü gibi.

Sonra mâlum sorumluluk topunu kime atsak oyunu başlıyor. Bitmek bilmez bir top döndürmece. Cumhurbaşkanı Erdoğan 1939 tarihine atıfla “Erzincan depreminde CHP sözcüsünün dedesi de o zaman İçişleri Bakanı'ydı. 33 bin vatandaşımız o zaman ebediyete intikal ettiler. Kalkıp da geriye bakıp neler olmuş bunu sorgulama hassasiyetini göstermeyen bu zihniyet, kalkıyor bu yalan yanlış ifadeleri kullanabiliyor” derken, ana muhalefet partisi CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da iktidar eleştirisini mültecileri hedef göstermekte beis görmeden şu sözlerle yapıyor: “Suriyelilere gelince para çok ama bizim insanımız tabutlarda yaşıyor. Suriyeliler için 50 milyar dolar harcayanlar, siyasi tercihlerini yurttaşlarını korumak, yaşatmak için kullanmadı.”

Bu arada İzmir depremi sonrası enkazdan 91 saat sonra sağ olarak çıkarılan kızı 3 yaşındaki Ayda Gezgin’i üzerine örttüğü montuyla kucağında taşıyan baba Uğur Gezgin, kızın ayaklarının neden çıplak olduğuna dair açıklama yapmak durumunda kalıyor. Ne de olsa Ayda da umudumuz ya. Böyle sorumluluk almadan ama bol keseden ahkâm kesilebilen umuda can kurban. Babanın isyanı, malzeme niyetine depremzede değil insan sayılma talebinin ta kendisi: “Bırakın acımızı yaşayalım. O hastaneye girdiğimde de tektim, kızım taburcu olup çıktığımda da. O gün o hastaneye girdiğimde yanımda olan dostlarım taburcu olduğunda  da yanımdaydı. Kapının önünde bizi bekliyorlardı. Hastaneden çıkıp arabaya yürüdüğümüz mesafede kısa bir mesafeydi. Evet Ayda’nın ayaklarında çorap yoktu. Ayakları yara içindeyken çorap giydiremezdim. Kızım 5 gün enkaz altında kaldı. Günlerce banyo yapmadı. Eve getirip banyosunu yaptırdım, ayaklarını kremledim. Kızıma ilk defa bakmıyorum, bu çocuğu ben büyüttüm.”

Deprem aslında yeni yönetim, muhalefet ve hayat pratikleri yaratır. Yaratmalıdır. Yoksa toplumun fay hatları hızla ve hep yeniden kırılır. Koca ülke, görece bir normal hayat safsatası içinde kendi heyelanında yuvarlanır. Ama zaten ben bu satırları yazarken Erdoğan’ın damadı, Maliye ve Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Berat Albayrak’ın muallak istifası havada salınıyor, basın ısrarla ne diyeceğini bilemiyor, İstanbul’un Belediye Başkanı dahil herkes “Şuşa’nın Azerbaycan’a geçişini” kutluyordu.  

Fare delikleri

Bütün bunları ve daha fazlasını aylardır her gün her an evimizden izliyoruz. Ev, insanın hayat boyu cebelleştiği bir kavram. Kimileri onu başını soktuğu yer olarak tanımlar, kimisi kendini özgür hissettiği pek çok farklı yerin, şehrin, ülkenin ve hatta dönemin toplamı olarak. Bazılarının evi kuş yuvası gibidir, konar göçer yeniden kurarlar. Kimisi karavanda ya da teknede yaşar; kökünü gidebilişine yaslar. Ortaklaşılan şey ise aidiyet duygusudur. Şu dünyaya aitim, bu hayatın içindeyim, ben benim hissi.

Ne zamandır ev, gönüllü hücremiz olmuş. Fare deliklerine tıkılmışız. Sokaktan özgürlük ve ferahlık üretme gücünden yoksunuz. Böylesi bir zamanda ev, mecburen içinde kalmayı seçtiğimiz kalemiz. Koronavirüs salgını altında deprem misli bir yıkımla yaşanır. Sadece evinden değil, var oluşundan olmuşun gibi. Çadırlar daha eğreti, gelecek daha belirsiz. Ev benim için çoktandır sadece sigara içebildiğim minik bir balkon köşesi. Karşımdaki defne ağacının dalına iki kumru yuva yaptı. Onlarla bakışıyoruz. Köşedeki sırt çantam ve altına kıvrıldığım bir yorgan kadarım. Geri kalan her şey bir anda toz bulutuna karışıp gidebilecek gibi. Bütün kitaplar, bütün defterler, çay ve kahve takımları, biblolar, takılar, fotoğraflar… İnsan yıkılma tehlikesi olduğu için tahliye edilen evine on beş dakika izinle gittiğinde ne alır yanına diye düşünüyorum. Temel ihtiyaçlar bâki de, başkası için anlamsız gelecek anı yüklü bir şeyleri kapar mutlaka. Kendini hatırlasın diye.

Deprem unutturur çünkü. Hiçleştirir insanı. İstatistik bilgisi, konu başlığı, kılar. Tıpkı zorunlu sürgünler ve kırımlar gibi. Yığının parçası, tarihin teferruatı oluverirsin. Ta ki birileri o biricik hikâyeni çıkarıp paylaşana, sana insan olma itibarını iade edene kadar. Senin için bir hükmü yoktur bunun. Resmi anlatı seni başka türlü tarif etti diye hakikatinden olmazsın nihayetinde. Ama kalanlar içindir o itibar. Ar hatırlatan itibar.

Devletin suçları affetme pratiği; insanlığa karşı suçları zaman aşımlı dosyalara dönüştürmek, zorla kaybedilenleri inkâr etmek, geçmiş ve bugünün gerçeklerine dair haber, belgesel yapan gerçek habercileri, sistemi eleştirme hakkını kullanan gazeteci-yazarları, gasp edilmiş hakkını arayan emekçileri, hukuk için mücadele eden avukatları, muhalif politika üreten siyasileri rehin tutmak üzerine kurulu. Şarkısız, kahkahasız, hikâyesiz bırakmak üzerine de kurulu. Hukuksuz ve mutsuz zemin üzerinde hiçbir ülke dik duramaz oysa. Duramıyor. 

Ve her günümüz enkaz altından bağırmakla geçiyor: “Sesimizi duyan var mı?”